İSLÂM'DA İNSAN HAKKI VE ADALET
KAVRAMLARI
Prof. Dr. Hüseyin
HATEMİ
I- Genel Giriş
"Adalet" (adl)
kavramı için olmasa bile, "insan hakkı" ve "hukuk devleti"
kavramları için, İslâm'a yöneltilen ve önyargıya dayanan bir
itiraz vardır: Bu kavramlar; Batı düşüncesinde ortaya
çıkmıştır. Şu halde İslâm dini mensuplarının İslâm’da aynı
kavramların varlığını aramaları ve iddia etmeleri doğru
değildir. Ya bunları bırakıp yine bunlarsız bir İslâm
uygulamasına devam ederler, ya İslâm’ı bırakıp bunları alırlar,
ya da en azından bizim sunduğumuz bir formül çerçevesinde,
İslâm'ı sadece bazı zararsız dinî töreler şeklinde muhafaza
eder, asla "değer kaynağı" saymaz, "sentez"e giderler.
Oysa bu üç ihtimal
de, temellerinde "doğru" değil "yanlış" yattığı için doğru
çözüm değildir. İşin doğrusu şudur: İnsan hakkı ve hukuk
devleti terimleri; Onsekizinci yüzyılın sonlarında ve
Ondokuzuncu yüzyılın başlarında Batı düşünce çevresinde ortaya
çıkmıştır, bu doğrudur. Ancak, yanıltmacaya kapılmayalım!
Ortaya çıkan "kavram" değil "terim"dir. Hatta "insan hakkı"
teriminin doğrudan doğruya "ilâhî vahy"e dayandığını bile
söyleyebiliriz, "adalet" terimi gibi! Batı düşüncesinde ortaya
çıkan -kavram değil- terim, sadece "hukuk devleti" terimidir.
Bu da maksadı iyi ifade edememektedir. Ondokuzuncu yüzyıl
başlarında Alman düşünce çevresinde ortaya çıkmış Kamu Hukuku
metinlerine geçmesi ise, Hitler döneminin acı deneyimlerinden
sonra yine Almanya'da olmuştur. Kavram ise yine ilâhî vahyden
alınmıştır. Bunu aşağıda açıklayacağız.
İlâhî vahyin tahrif
edilmemiş nihaî metni de bizim elimizde olduğuna göre, "insan
hakkı", "adalet", "hukuk devleti" terimlerini kullanan bizler,
olsa olsa sadece "hukuk devleti" söz konusu olduğunda, böyle
yerleştiği için ister istemez benimsediğimiz ve kullandığımız
bir terimi kullanıyoruz, yoksa kavramları başkalarından
almıyoruz.
Batı düşüncesinde
niçin özel terim icat etme gereği duyuldu? Çünkü Tevrat
ve İncil'in aslî metinleri ellerinde yoktu. Sadece akıllarını
ve Kitab-ı Mukaddes'deki "On Emir" ve "Dağ Vaazi" gibi ilâhî
vahyden parıltılar içeren bölümleri kullanmak, aklî delil ile
uyuşmayan, ne var ki gelenek gereğince Kitab-ı Mukaddes'te yer
alan parçaları ise görmezlikten gelmek zorunda idiler. Bu
sebep le, "İlâhî-Tabiî Hukuk" düşüncesine vardılar ve gücü
elinde tutanlara karşı İlâhî-Tabiî Hukuk düşüncesini çıkararak
ilâhî vahyin gerçek değerlerini savunmuş oldular. Buna
karşılık; İslâm Âlemi`nde, ilâhî vahy tahrif edilmediği için
Batılaşma döneminden önce, "hukuk devleti" Bibi terimlerin
kullanılmasına gerek yoktu. İlâhî vahye uyulmasını istemek, "İnsan
hakkına ve adalete uyulmasını, Temel Hukuk ilkelerine bağlı
kalınmasını istemek" demek oluyordu Bu sebeple, Batılaşma
döneminin başlangıcında, Tanzimat hareketini başlatan Gülhane
Hatt-ı Humâyunu’nda bile, "Hukuk'un üstünlüğü ilkesi ve hukuk
devleti" gibi terimlerin ardındaki kavramlar için "şeriat"
terimi kullanılmıştır. Ne var ki onyedi yıllık kısa bir dönem
sonra sâdır olan Islahat Fermanı'nda ise artık bu hava yoktur.
Artık "İslâm imiş âleme pâ-bend-i terakkî/Evvel yoğ
idi, işbu rivayet yeni çıktı!" dönemi başlamıştır. Çünkü
Tanzimat Fermanı bi başlangıçtır ve ardında henüz yeterli
derecede bir bağımlılık birikimi yoktur. Bı başlangıçtan henüz
yirmi yıl bile geçmemiş iken; Batılı güçlere karşı gırtlağına
kadar borçlanmış yöneticiler, artık Kırım Savaşı
müttefiklerine karşı seslerini yükseltebilecek durumda
değildirler. Islahat Fermanı; yerine getirilmeyecek olan bir "örf"den
"Şer"' dönüş fermanı değildir, müslüman olmayan tebaa için
bunların dış koruyucuları karşısında bazı vaadlerden ibarettir.
Esasen bir toplumun hayatında ondört-onbeş yıllık bir süre,
oldukça önemli bir süredir, bir sonraki neslin eğitildiği süre
demektir. Yöneticiler; bir sonraki nesli bu süre boyunca iyi
veya kötü bir yönde eğitebilirler. Tabiatiyle, bunun için,
karşı-etkilere mâruz kalmaksızın, yeni nesli bu etkilerden "soyutlayabilecek",
tecrid edecek güce de sahip olmaları gerekir. Ne de olsa, hiç
değilse okullarda bu havayı sağlayabilmiş iseler, meselâ
1839'dan yirmibeş yıl kadar sonra yönetimde söz sahibi olmaya
başlayan nesil, elbette bir önceki nesil gibi olmaz. İşte
bunun içir dir ki, Batılaşma döneminden önceki nesil, gerileme
sebebini "örf"e bağlanış olarak görür ve tekrar insan hakkının
güvencesi olan İslâmî ilkelere dönüş özlemini Tanzimat
Fermanı'nda dahî ifade ederken -veya yöneticiler muvazaalı
olarak bu özlemin ifadesine Tanzimat Fermanı'nda yer verme
gereğini duyarken Islahat Fermanı’ndan sonraki dönemde, artık
İslâmî değerlerden bahsedenler önce "mutaassıp", İkinci
Meşrutiyet'den sonra "mürteci"', Cumhuriyet'den bir sürece
sonra "gerici" veya "yobaz", bu anlayışa İslâmî tepkiler
başladıktan sonra ise "çağdaşlık veya lâiklik düşmanı
fundamentalistler" olarak nitelendirmişlerdir.
Oysa "insan hakkı",
"adalet", "hukuk (=adalet) devleti" kavramlarını insanlığa
veren; ilâhî vahydir. İlâhî vahy; Adem’in (A.S.) "hubût"u ve
Arafat'da ve "insanlık için kurulan ilk İlâhî değerler
dizisini, İlâhî sevgi ve adâlet ahlâkını insanlığa tebliğ
etmesi dolayısı ile bu doğru öğretıyi insanlığa tanıtmasa idi;
bencil içgüdülerine, nefs-i emmarelerine tabi olarak yaşayan "insan
sürüleri", "enbiyadan yaşarım müstağnî/Bir örümcek götürür
Hakk'a beni!" deme imkânını biraz zor bulurlardı.
Materyalist düşünürlerin düzüp koştuğu "toplumsal sözleşme",
insana insan hakkını sağlayamazdı. Nitekim Hobbes'un
öğretisi'nde "toplumsal sözleşme"den insan hakkı değil bir "canavar",
"Leviathan", sınırsız güce sahip olan "Devlet" çıkmaktadır.
Hiç kimse; kendisinde olmayan bir şeyi başkasına sağlayamaz
(Memo plus Iuris transferre potest quarr ipse habet). "Toplumsal
sözleşme"nin tarafı olanların hiçbirinde "insan hakkı" yoksa,
"iki yoktan ne çıkar, fikredelim bir kerre!". "Hiç"ten hâsıl
olan ancak "hiç"tir. Hobbes'un vardığı sonuçlar; aslında ilâhî
vahy temeline dayanmayan bir Öğreti'nin vahîm sonuçlarını
bize öğretmesi gerekirdi. Roussesau gibi düşünürler ise, "ilâhî
vahy"den aldıkları değerleri "lâik" ortama aktarmaya
çalışmışlar, fakat bu aşı da tutmamıştır. Bu gibi kurgular,
Hazret-i İsa'nın (A.S.) tebliğinde, evini sağlam kaya üzerine
değil kumsal üzerinde kurmaya benzetilir. Kur'an-ı Kerim de,
Ankebut Suresınde ise, "örümcek evi" benzetmesi vardır.
Nitekim Marksizm-Leninizm'in kurgusu da "örümcek evi"nden
sağlam olmamıştır. Bu öğretide "insan hakkı" kavramı temelini
yitirir. "Sınıf diktatörlüğü" Öğretisi veya telâkkisinden
Stalin gibi bir Leviathan çıkar. Ardından; yine örümcek
evleri kurulur. Yani canavarlar, daha incelmiş yöntemlerle
bireyin insan hakkını yine hiçe sayarlar.
Bu niçin böyledir?
Çünkü; materyalist bir düşünce, herşeyden önce "aklî
apaçıklıklar"a aykırıdır, gerçeğe aykırıdır. Bir kimsenin
kendi varlığını inkâr etmeyip de Tanrı'yı inkâr etmesi apaçık
bir saçmalıktır. Bu saçmalığı ciddî ve bilimsel bir tavır ile
ileri süren kimse, ileride çok tehlikeli bir akıl hastası
olabilir. Akıl ilkelerinden ayrılıp da Tanrı'yı inkâr etmeyi
bugüne kadar hiç kimse başaramamıştır. İnkâr ettiklerini
sananlar; ya îmanlarını materyalizm sananlar veya aklî
düşünceyi terkedenlerdir.
II- İslâm'da İnsan Hakkı Kavramı
ve Felsefî Temeli
İslâm'da "insan
hakkı" kavramı; "toplumsal sözleşme" gibi bir "varsayım"a veya
"postulat"a değil, yine Yaratıcı ve Rabb olan Tanrı’nın
iradesine dayanır. Yaratıcı Allah; Yeryüzünde "insan"a, "Benî
Adem" nesline "hilâfet" ödevi vermiştir (Bakara, 2/30).
Hilâfet ödevi; Yeryüzü'nde "adalet"i hâkim ve kaaim kılabilme
demektir. Allah âdildir, adaletli buyurur, zulmü ve zalimleri
sevmez. Kur'an-ı Kerîm de sıdk ve adl ile tamamlanmıştır ve
artık Kur'an-ı Kerîm için bir "değiştirici" yoktur (El-Eriam,
6/115). Hilafet, birisinin yerine, halef olarak, asîlin
iradesi ve isteği çerçevesinde bir iş gerçekleştirmekle olur.
Hilâfet ödevinin gerçekleşebilmesi için "adalet" şarttır.
Adaletin gerçekleşebilmesi için de, eğer Allah tarafından
insanlara eşit olarak "insan hakkı" tanınmış ise, bu insan
hakkını fiilen her bireye sağlayan bir düzen kurulması ilk
şarttır.
Şu halde insanlara,
her bireye "insan hakkı" gerçekten tanınmış mıdır?
Tanındığının açık
delilleri Kur'an-ı Kerîm de yer alır. Herşeyden önce,
Yaratıcı; insanın yeryüzünde halife olma hedefini sadece
meleklere bildirmekle yetinmemiş, Yeryüzüne gelecek her
insanın "nefs" "monade"ından, "Rabb" oluşunun
tasdiykini almıştır. Yaratıcı oluşunun tasdiykini insandan
almaya gerek yoktur. Çünkü bu apaçık bir gerçek yargısıdır.
Hiç kimse Allah'tan başka "Yaratıcı" edinemez.
Ne var ki
Allah'dan başka Rabb (Eğitici) edinebilir. Rabb; değerler
dizisini tebliğ eden, "norm"ları insana öğretendir. Buyruk ve
yasakları koyandır. İnsan; Allah'dan başka Yaratıcı edinemez,
ne var ki Allah'tan başka Rabb edinebilir. Allah'dan başka
Rabb edinmiş ise, "hilâfet" ödevinden yüz çevirmiş demektir.
Allah;
Rabb oluşunun tasdiykini, her bir nefs monade'ından almıştır (A'râf
Suresi, 172-173). Hilâfet ödevi ile yeryüzüne gelen her insan;
herşeyden önce bu ödevi yerine getirebilmek için "insan hakkı"na,
muhtaçtır.
"Hak
nedir? Hak; Hukuk'un koruduğu "menfaat"tir. İnsan hakkını,
Allah'ın bağışladığı gibi koruyabilecek olan Hukuk hangi
Hukuk'tur? Elbette İlâhî-Tabiî Hukuk! Yoksa yeryüzünde "toplumsal
sözleşme"nin pragmatist ifadesi olan "uzlaşımlar", insan
hakkına sağlam bir temel oluşturmazlar. İnsan hakkının,
Yaratıcı’nın iradesinin doğması ve insanların, güçlülerin
keyfî buyrukları ile sınırlanmaması gerekir. İnsan hakkı;
Uzlaşma Hukuku'ndan değil; İlâhî-Tabiî Hukuk'un değişmez
düzenlemesinden, insana hilâfet ödevi verilmesinden ve
insanın (birey) nefs monade'ı ile Allah arasındaki, bu ödevi
yüklenme "ahd"inden, "-Elestu birabbikum? - belâ!"
sözleşmesinden doğmuştur. İşte Şeriat'in ilk anlamı budur:
İnsan hakkını, insanın bu temel menfaatini koruyan hukuktur.
Şeriat bu anlamda "değişmez"dir (Lâ mubeddile li-kelimatihi
En'âm, 6/115). Esasen insan hakkının güvenceye bağlanması
için; "insan hakkı"nın özü olan temel menfaati koruyan Hukuk
ilkelerinin değişmemesi gererekir. Hak; Hukukça korunan
menfaat demek olduğuna göre; insan gerçek bir güvenceye bağlanmış
olması için, bu hakkı koruyan Temel Hukuk İIkelerinin değişmez
olması gerekir.
Aksi takdirde,
insan hakkını talep eden birşey, "artık temel
ilkelerin, temel değerlerin, güçlünün koyduğu Pozitif Hukuk
ilkeleri ile değiştiği; insan hakkının, talepte bulunan için
korunmadığı veya hükümden düştüğü cevabı ile karşılaşabilir.
Şu halde "Şeriat"in değişmezliği, birey için bir sakınca mıdır,
yoksa güvence midir? Bu konu üzerinden önyargı sahipleri: "Şeriat"i
değişmezlik niteliği dolayısı ile yererlerken, İngiliz Anayasa
Hukuku'nda veya Alman Anayasası'nda değişmez, katı anayasal
ilkeler ile karşılaştıklarında bunları överler. Bu da
insanların önyargılar elinde zebun olduklarında, aklî
düşünceden ne ölçüde yoksun kalabildiklerini gösterir.
Kur'an-ı Kerîm "Şerîat" terimini İlâhî-Tabiî Hukuk'un temel
ilkeleri anlamında kullanmış ve "velâyet-i emr'de, Devlet
yönetiminde, bu ilkelere uyulmasını buyurmuştur. Batı'nın
yüzyıllar sonra yeniden keşfettiği, Hukuk Devleti'nin temel
güvencelerinden olan "hukuk'un üstünlüğü ilkesi"ni, Kur'an-ı
Kerîm yedinci yüzyılda "Şeriat"e velâyet-i emr'in bağımlılığı"
tarzında ifade eder (Câsiye 45/48). Bu sebeple de "Hukuka
bağlılık" ilkesine uyulmasını isteyenler; bu dileklerini "Şeriat
isteriz!" diye ifade ederlerdi. Hukuk Devleti'nin bu özelliği
yerine keyfîlik ve oportünizm'in geçirilmesini isteyenler; bu
sebeple, "Şeriat" terimine kötü çağrışımlar bağlamışlar ve
insanlığı bu yönde şartlandırmışlardır.
"İnsan" hakkı";
sadece kapsamı belirsiz bir genel ilke olarak değil, maddî ve
manevî boyutları ile tam olarak "birey"e tanınmıştır. "İnsan
hakkı"nın tam olarak tanınmış sayılması için, herşeyden önce,
yaşama hakkı tam bir güvenceye bağlanmalı, hukukî ve iktisadî
bakımdan, birey "can derdi"ne düşürülmemelidir. İslâm; bir
yandan "Maûn" düzeni ile (Mâûn Suresi) iktisadî bakımdan
toplumsâl dayanışmayı sağlama hedefini tesbit etmiş, yine
insanların geliri ve serveti üzerinde çalışıp kazanamayanlar
için bir talep hakkı getirmiş, diğer yandan da yaşama hakkını
hukuken de güvenceye bağlamıştır.
Servet sahibi;
tıpkı bir aile içinde "nafaka" yükümü gibi, yoksul için,
çalışıp kazanamayan için, ânî bir musibet dolayısı ile muztarr
durumda kalan için, malvarlığı üzerinde "sail ye mahrumun
belirli oranda hakkı" bulunduğunu bilmelidir (Zâriyat, 51/19;
Meâric 70/25). Kur'an-ı Kerîm; bunu "ihtiyarî ve cüz'î bir
bağış" olarak değil bir "vergi" olarak belirlemiştir.
İhtiyacından fazla kazanandan; % 2,5 (Kırkta bir) oranında
servet vergisi; beşte bir oranında (% 20) da gelir vergisi
alınır. Bu vergiler bütün servet sahiplerinden aynı oranda
alınabilse ve yöneticilerin gayri-meşru sarfiyatı; saçıp
savurma, israf ve sefahati önlenebilse idi, İslâm'ın
yoksulluğu toplumdan kaldırma ve "Maûn" düzenini kurma
hedefine varılmış olurdu. Oysa böyle olamadı. Böyle olması
için Ebu Zerr gibilerin çabası; imtihan âlemi olan
Dünya’da, böyle olmaması için düzen kuranlar karşısında mağlûp
oldu. Şer'î vergi (tekâlîf) gerçek anlamını yitirdi ve bunun
yerine yoksula yüklenen örfî vergiler aldı. Oysa vergi de
insan hakkının güvencesi olmalı idi, yöneticilerin
kendilerinden menkul "israf ve sefahat haklarının" değil!
Bir tebliğin
uygulanmamasının vebâli, tebliğde bulunana değil
uygulamayanlara yüklenir. İslâm tebliğinde "Mâûn düzeni"
açısından da eşsiz bir ihtişam vardır. İnsanlık bunun
bilincine varıp da hilâfet ödevini gerçekleştirecek yerde "mustaz'af
" olarak kalıyorsa ve "müstekbir"ler de onların bu durumda
kalması için çeşitli düzenler kuruyorsa, durum kendiliğinden
düzelecek değildir.
Yaşama hakkının
iktisadî güvencelerini görmezlikten gelenler; bu güvenceleri
ve dolayısı ile yoksulun ve muhtacın "hakk-ı ma'lûm "unu "sosyal
haklar" diye ayırır ve bunları "hakim baskı gruplarının keyfi
isterse" anlamına geien bir vaadeye bağlarlar. Böyle olduğu
sürece de insan hakkı tam anlamı ile bireye sağlanmış olmaz.
İnsan hakkının sağlanmadığı, "Maûn düzeni" niteliğinin
görünmediği bir toplum düzeni de Hukuk (Adalet) Devleti
olarak nitelenemez. "Klâsik insan hakları ve sosyal haklar"
ayırımı bir "aldatmaca"dan ibarettir. Kur'an-ı Kerîm'e göre;
insana "hilâfet" ödevi verilmesi demek; "iki sarp yokuş"
gösterilmesi demektir. Bunlardan birisi klâsik anlamda insan
haklarıdır; insanın kölelikten kurtarılması, hukukî esaret
bağlarının çözülmesidir (Fekk-i rakabe). İkinci sarp yokuş ise,
Maûn düzeninin gerçekleşmesi, insanlara -bugünkü terimle-
meşru sosyal haklarının verilmesidir. Hilâfet ödevinin yerine
getirilmesi; İslâm’ın Hukuk (Adalet) Devleti düzeninin
kurabilmesi demektir. Bunun için de, bu iki önemli ve ağır
görev arasında "mülazeme" ilişkisi vardır. İnsan haklarının
sadece hukukî veya sadece iktisadî güvenceleri sağlanmakla
Hukuk Devleti kurulmuş olamaz (Beled, 90/13'e bakınız).
Maûn düzeni; "adl
"in "ihsan" ve "birr" ile tamamlandığı düzendir (Nahl,
16/90). Özellikle Hıristiyan misyonerlerinde ve din
adamlarında kolayca gidermeleri mümkün olamayan bir saplantı
vardır: Sadece Hıristiyanlığın "sevgi dini" olduğunu, Tanrı
ile insana sevgi ilişkisi kurabildiğini, dua yolu ile Tanrı’ya
ulaşabileceğini, oysa İslâm’ın sevgi dini değil korku dini
olduğunu ileri sürerler. Bunun ardından da yine İslâm'a
üstünlük iddia ettikleri ikinci bir alan gelir:
Hıristiyanlara göre; "Altın Kural", başkalarına da kendisi
için istediğini, arzuladığını arzulama; sadece Hıristiyan
dinine ait bir kuraldır. Başka dinier ve özellikle İslam
dininde bu "altın kural"a rastlanmaz! Oysa Yunus Emre "Kendine
ne sanırsan ayruğa da onu san!/Dört Kitabın manası budur eğer
var ise!" derken, "Altın Kural" denen bu ilkeyi tekrarlar.
Bunu söylediğimizde de, Yunus Emre'nin ve diğer "mutasavvıflar"in
bu ilkeyi Hıristiyanlıktan aldıkları ileri sürülecektir.
Acaba
böyle midir?
Herşeyden önce şunu
belirtelim: Hazret-i İsa da İslâm Peygamberidir. "Allah
katında din İslâmdır" (Âl-i İmrân, 3/19). Peygamberlerin
tebliği arasında da fark ve çelişki yoktur (Bakara, 2/136).
Şu halde Hazret-i İsâ nın gerçekten söylemiş olduğu sözler
de, Resûl-i Ekrem'in (S.A.) gerçek (sahîh) hadîsleri gibidir.
Hazret-i İsa'nın sözü de İslâm'ın sözüdür. Kaldı ki
Hıristiyanların "altın kural" dedikleri bu kural; İslâm
Alemi'nde sadece Yunus Emre veya başka mutasavvıfların
söyledikleri bir söz olarak kalmamış, Resûl-i Ekrerriden (S.A.)
de aynı beyan sâdır olmuştur: İncil'deki; "başka insanları
kendin gibi seveceksin" buyruğu; bir hadîs-i kudsî'de de aynen
vardır. Kaldı ki bu buyruk; insanın meşru müdafaa hakkını
Hıristiyanlık uygulamasında dahi engellememiştir. Şu halde "başkasını
kendin gibi seveceksin!" diye ifade etsek dahi, bu ilke,
zulmedeni kapsamaz. "Zulmedene karşı da adil olacaksın!"
demede mantık vardır, ancak; "zulmedeni seveceksin!" şeklinde
anlaşılabilen bir buyrukta mantık yoktur.
Kaldı ki başkasını
kendi nefsine tercih etme,. hiç değilse adaleti gözetme,
başkasına zulmetmeyip üstelik iyi davranma; Kur'an-ı Kerîm'de
İncil'den çok daha fazla öğütlenmiş olan bir davranıştır.
Kur'an-ı Kerim’de "birr" ve "ihsan" bums ifade
eder. Ayrıca, "Altın Kural", doğru anlamı ile; Kur'an-ı
Kerîm'de açıkça yer almaktadır. "Altın Kural"a uygun
ahlâkî tutumun adı; Kur’an-ı Kerîm'de "îsar"dir (Haşr Suresi,
59/9). Merhum Dr. Ali Şeriatî; "îsar"ın ahlâkî önem ve
değerinden çok söz eder (bkz.
İnsanın
Dört Zindanı, Çeviren: H. Hatemi). "Îsar"ı engelleyen benlik
niteliğine de "şuhh-i nefs" (aşırı bencillik)
denir (Haşr Sûresi 59/9).
Ayrıca; Kur'an-ı
Kerîm Mâûn düzenini de "sevgi"ye dayandırmıştır (Beled
Suresinin 90/17. âyet-i kerîmesine bakınız). Burada açıkça
Mâûn düzeninin temelinin "merhamet" olduğu beyan edilmiştir.
Bütün bunlara rağmen, yalnızca Hıristiyarı din adamları
değil, Musevîler de, İslâm'ın sevgi dini değil korku dini olduğunu
tekrarlayıp dururlar. İslâm’da tanrı ile şahsî ilişki
kurulamayacağını, İslâm'da Tanrı ve İnsan sevgisine değil
sadece korku ve itaate yer olduğunu tekrarlar. Bu iddia; gerçeğe
uygun olmadığı bilinerek ileri sürülüyorsa, düpedüz bir
yalandır. İncil'de Hazret-i İsa da elbette Arapça'ya İbranca'dan
da yakın olan Aramca ile konuşurken, her duyguya "sevgi"
demiyor, bazen "hubb" veya "meveddet"; çoğunlukla da "rahmet"
ve "merhamet" diyordu. Allah "Erham-ur-râhimîn"dir, ancak
Allah'ın rahmeti ile sevgisi aynı şey değildir. Bunun gibi;
insanın bir diğer varlığa şefkat ve merhametle davranması ile
onu sevmesi aynı şey değildir. Oysa İncil Hazret-i İsa'nın
Aramcâsı ile muhafaza edilmemiş, o dönemdeki Doğu
eyaletlerinin baskın dili olan Yunancaya çevirilmiştir. Şu
halde, bir benzetme yapmak gerekirse, Hazret-i İsâ’nın "İncil
vahyi", hadîs-i kudsîleri ve diğer hadîsleri, üstelik bunlar
ayrılmadığı gibi, bir de derleyicilerin daha iyi bildikleri
yazı diline aktarılmış, bu arada araya "mevzu hadîsler" de
karışmıştır. Derleyiciler de "rahmet ve meveddet"in tümünü "sevgi"
olarak aktarmışlar, daha sonra da millî dillere aktarma
yapılırken son ayırım kalıntıları da silinmiştir. "Merhamet de
sevgiden kaynaklanır" diyeceklerdir. Doğrudur, fakat şu halde
Kur'an-ı Kerîm "Rahman ve Rahîm Allah adı ile" başladığı, her
sure başında -Tevbe suresi hariç- bu âyet tekrarlandığı,
Allah'ın "Rahîm" adı ayrıca sık sık zikredildiği, Mâun düzeni
de, toplumun çekirdeği sayılan aile düzeni de "merhamet"e, "sevgi
ve rahmet"e (Rûm, 30/21) dayandığı halde, daha hâlâ "Şeriat
insana korku ve terörizmi, faşizmi çağrıştırır" demekteki
yaman insafsızlık veya ahmaklığa ne denebilir?
Gerçekten
de merhamet ile sevgi (meveddet) aynı köktendir, aynı
kaynaktandır, ançak, sevginin daha özel anlamı vardır. Allah
"Rahîm" ve "Vedûd"dur (Hûd, 11/90). Yine "gâfur" ve "vedûd"dur
(Burûc, 85/14) Allah'ın "halîfesi" olma ülküsünü benimseyen
müminler de merhamet ve meveddet sahibi olur, insanlara ve
canlılara merhamet ve ihsân ile davranırlar. Ayrıca, mü'minler
arasında da, sadece "kendi gibi sevmek" değil, üstelik "kendisine
tercih etmek" (îsâr) hedefi gösterilir (Haşr Suresi, 59/9). Şu
halde İslâm, "Altın kural"ı eksik bırakmış değil, tam aksine,
"bugün size dininizi ikmal ettim" ve "Rabbinin kelimesi sıdk
ve adl ile tamamlandı" âyet-i kerîmelerine (Mâide 5/3; En'âm,
6/ 115) uygun olarak, ayrıca "ben Ahlâk mekârîmini tamamlamak
için görevlendirildim" buyuran Resûl-i Ekrem'in (S.A.) kutlu
beyanına uygun olarak, altın kuralı tamamlamış, ikmâl etmiş,
"îsâr" ülküsünü getirmiştir.
"Îsâr", "Altın
kural"in da üzerindedir. "Benliğin bencilliğinden kurtulmak" (şuhh-i
nefsi yenmek) Altın kural karşılığıdır. Altın kural; Matthäus
İncili'nde şu şekilde yer alır: Nâs'ın size nasıl davranmasını
istiyorsanız, siz de onlara karşı öyle davranın! İşte budur
Şeriat'in ve nebîlerin tebliğinin özü! (7/12). Daha sonra da
"rahmet" ve "merhamet" emredilir (Lukas, 6/31 ve 6/32-38;
Matthäus 5/43-48). İslâm'ın, yukarıda zikrettiğimiz buyrukları
ile, yine bir İslâm Peygamberi olan İsâ’nın tebliği arasında
bu noktada en küçük bir fark var mıdır? Üstelik İslâm; adalet
ve merhamet ölçüsünü bir de "îsar" ülküsü ile tamamlamıştır.
Îsâr; Merhum Dr. Ali Şerîati’nin ve ondan önce bütün İslâm
ârif ve hakîmlerinin, Hıristiyan rahiplerinden değil Resûl-i
Ekrem (S.A.) ve Hazret-i Mesih'den (A.S.), Kur'an-ı Kerîm'den
öğrendikleri bir ahlâk yüceliğidir. İnsan hakkı anıtının en
sağlam ve eşsiz dayanağı İslâm’da bulunur, örümcek evlerinde
veya kum üzerinde kurulan yapılarda değil! Bu çürük yapıları
kuranlar, üstelik yapı ustası olduklarını iddia etseler bile!
Bu insanlarda akıl olsa, düşünürler ki; Âdem (A.S.) ilk
insanlık mabedini, "in" olmaktan çıkan ilk "beyt"i, ilk
"ev"i Mekke'de kurmuş (ÂI-i İmrân, 3/96), daha sonra da
İbrahim ve İsmail (A.S.) aynı yerde bu yapıyı yenilemişlerdir
(Bakara, 2/125-128). İnsan haklarının tebliği, Adem (A.S.) ile
bu kutlu "Ev"de başlamıştır (ÂI-i İmran, 3/96). Daha sonra,
İbrahim ve İsmail (A.S.), Kudüs'deki mabedi değil, Adem'in
mabedini yenilemişler, Kudüs'deki mabed Musa'nın (A.S.)
Mısır'dan çıkışından sonra yapılmıştır. İbrahim ve İsmail (A.S.);
Resûl-i Ekrem (S.A.) için dua etmişler, Resûl-i Ekrem (S.A.)
gelince de aynı noktadan tebliğine başlamış, Vedâ Hutbesi gibi
insan hakkı öğretisinin temel ve eşsiz metnini de Adem'in (S.A.)
yeryüzüne indiği noktada, Arafat'da îrad buyurmuştur.
Böyle bir Resul'e
isnad ve iftiraları reva gören kimseler, aslında "biz ıslah
edicileriz" diyen "fesatçılar"dir (Bakara, 2/11). Bu isnad ve
iftiraları; insanlığı (Nâs), Sırat-ı Mustakıym’den saptırmak
için asırlar boyunca İslâm düşmanları tarafından düzülüp
koşulmuştur. Benî Kurayza "Katl-iâm"ı, Şeytan Âyetleri, daha
bunun gibi nice iftiralar, bu insanlık düşmanlarının eseridir.
"İnsan hakkı"nın
hukukî boyutu da yine aynı eşsiz değerler dizisinden
kaynaklanır. Kişinin yaşama hakkı hukukî güvenceye
kavuşturulduğu gibi, insana irade özgürlüğü verilmiş olduğu
için, düşünce özgürlüğü de tanınır. Düşünce özgürlüğü
sınırsızdır. Ancak; "düşünce" kavramına girmeyen, öznel ve bir
insan veya topluluğun insan haklarının yok sayılması anlamında
olan "suç" ve "suça kışkırtmalar", düşünce özgürlüğü
kalkanından yararlanamazlar.
Eylem özgürlüğü ise
sınırsız değildir. "Felsefî düşünce" ile başkasına zarar
verilemez, oysa "eylem" ile başkasına ve çevreye zarar
verilebilir.
İslâm'da
ise "lâ zarar.." ilkesi vardır. Mecelle'de bu ilke "zarar ve
mukabele biz-zarar yoktur" tarzında ifade ediliyordu. "La
zarar..." ilkesi Kur'an-ı Kerîm âyetlerine dayanan bir
Resûl-i Ekrem (S.A.) buyruğudur. Eylem özgürlüğünün sınırını "lâ
zarar..." ilkesi çizer. Örgütlenme özgürlüğü de bu ilke ile
sınırlıdır. Örgütlerin amacı da "birr ve takv'a" olmalıdır, "ism
ve udvan" değil! Aksi takdirde, "mescid-i zırar" türünden
örgütlenmeleri dağıtmaya İslâm Devleti yetkilidir (Maide,
5/2).
Ancak;
eylem özgürlüğünün sınırını aşanlar için getirilen cezalar da
İslâm'da yine insan hakkı temeline aykırı olamaz. "Medînet-un-Nebi"nin,
Örnek Peygamber Devletınin kurulmasından bir süre sonra
"Karşı-Devrim" başladığı ve güçlendiği için, en önemli
sapmalardan birisi Ceza Hukuku alanında meydana gelmiştir.
Oysa bu alan bir yandan insan hakları alanındaki "eşitlik
adaleti"ni ilgilendirirken, diğer yandan da "herkese istihkak
ve liyakatine göre" ilkesini, "kıst"ı, "oran ve liyakat
adaleti"ni ilgilendirir. "Eşitlik adaleti" açısından, kimseye
insanlık haysiyetine aykırı ceza verilemeyecektir. "Sevgi dini"
olduğunu iddia eden Hıristiyanlık uygulamasının nüfuz
dönemlerinde olduğu gibi "yakma cezası", İslâm’da kesin
olarak yasaktır. İslâm Âlemınde münferit bir-iki uygulama
olmuş ise de bundan "ehl-i şer" değil "ehl-i örf" sorumludur.
Homoseksüelliğin cezasının "yakma" olduğuna ilişkin
iddiaların mesnedi yoktur. Herhalde bu gibi iddialar İmamiyye
Mezhebine sonradan girmiştir. Abdullah İbn Sebe de sonradan
uydurulan, hiç yaşamamış bir "roman kahramanı" olduğu için,
Sebe'iyye inancına mensup olanları Hazret-i Ali'nin yaktırdığı
gibi iddialar da, ustalıklı bir tertip ile, Benî Kurayza
uydurmasına benzer biçimde, Aliyi de, Resûl-i Ekrem (S.A.)
gibi sevimsiz ve korkunç göstermek için uydurulmuş
iddialardandır. İşkence de İslâm’da kesin olarak yasaktır.
Hazret-i Ali, Resûl-i Ekrem'den (S.A.) naklen, "kuduz köpeğin
ölüsüne dahî müsle yapmayın, bir uzvunu kesmeyin" hadîsini
beyan eder. Yine Emîr-ul-mü minîn Ali; suç işlenmemiş
ise, "teşebbüs dolayısı ile o suçun cezasının verilemeyeceğini",
ancak fesadı önleme tedbiri alınabileceğini müteaddid defalar
tekrarlamıştır.
"Recm"
cezası Kur'an-ı Kerim’de yer almaz. Esasen İslâm’ın bütün ceza
sisteminde aynı temel özellik görülür.
Başkasına
zarar verilmemiş ise, başka bir yere sürülerek orada ıslah
edilir. Hürriyeti bağlayıcı ceza dahi hücre cezası şeklinde
uygulanmaz. Ancak, gerçek anlamda bir "rehabilitasyon" ve "entegrasyon"
merkezine gönderilerek, hürriyeti tamamen engellemeyerek,
ıslah amaçlı bir sürgün cezası uygulanabilir (Maide, 5/38).
Tövbe edenlere, faal nedamet gösterenlere, bu tedbirin
(cezanın) uygulanmasına da gerek kalmaz (Maide, 5/ 34).
Başkalarına zarar
verenlere, "suç" sayılan fiili işleyenlere verilen ceza da
aslında teşhir, ibret, diğer insanları suçluluk eğilimi
gösteren hem-cinslerine karşı uyarma ve işlediği suç dolayısı
ile kamunun güvenini yitirmiş kimseye kamu haklarından -ıslah
olduğu kabul edilinceye kadar- yoksun kılmadır. Yoksa, dayak
cezasından maksat; suçluyu sakat bırakmak veya işkence etmek
olmadığı gibi, el kesme cezasından maksat da elini kesip
koparmak değildi (Bu konuda bkz: H. Hatemi, İnsan Hakları Öğretisi,
Hukuk Devleti Öğretisi, İslâm Hukuku Dersleri). "Kamu
haklarından yoksun kılmak" da, önemli kam görevlerinin
verilmemesi, "âdil" tanık olarak kabul edilmemesi, cemaate
imamet edememesi sonuçlarını doğurur, yoksa "kanı ve malı
helâl" olması değildir. Cezalandırmada da "istihkak adaleti"ne
ve "insanlık haysiyeti" açısından da eşitlik adaletine mutlak
olarak riayet etmek gerekir.
Ölüm
cezası; dar anlamda, ancak "kaatil"e verilebilir. Bir
de, silâhlı ayaklanma sırasında, mücadelede ve çatışmada
öldürme eyleminden "hukuka aykırılık" kalkar. Nitekim "defâ"
(meşru müdafaa) halinde de böyledir. Bunun dışında bir insan
öldüren bütün insanlığı öldürmüş gibidir 5/32). Şu halde, "ölüm
cezası", ya
"nefs"
karşılığında
"kaatil"e
verilebilir veya İslâm Devletine savaş ilân eden savaş
suçlularına -oldukça ağır şartlar gerçekleşmiş, meselâ birden
fazla insanın ölümüne sebep olmuş ise- verilebilir. "Siyaseten
katl" diye birşey Şeriat'de yoktur. Veliyyulemr'in
"ta'zîr"
yetkisine cezası girmez.
"Fesad"
suçunun cezası olarak verilen, savaş suçlusunun ölüm cezası ;
"mağdurlar"ın afu’v yetkisi sorulmaksızın icra edilebilir.
Buna karşılık; katil suçu "âdî" bir suç ise, kaatilin
öldürülebilmesi için, maktûlün veresesinden hiçbirinin afu'v
yetkisini kullanmamış olması gerekir. Varislerden birisi dahî
afu’v, kullandığı takdirde, ölüm cezası verilmez, "diyet"
ödenir. Ölüm cezas takdirde ise "diyet" ödenmez.
Kur'an-ı
Kerim’de "Kısas'da sizin için hayat vardır" buyurulur.
Gerçekten de ve
elbette böyledir (Bakara, 2/179). Ancak, "Kısas", mutlaka "zarar"
olan suç eylemine "mukabele biz-zarar"da bulunmak anlamına da
gelmez. Kısas gerek"nefs" bakımından, gerek uzuvlar bakımından,
nefsin nefse, uzvun uzva eşdeğer olması demektir (bkz: Bakara,
2/194'deki Kısas terimi). Gerçekten de "insan haklarında
eşitlik ilkesi"ne tam anlamı ile uyulmasında, zengin ile
yoksulun gözü arasında fark gözetilmemesinde insanlık için
mutla hayat vardır. Ancak; bu ilke, "göz çıkaranın gözü
çıkarılır" tarzında aslâ uygulanamaz ve anlaşılamaz.
Musa (A.S.)
Şeriatinde de "kısas"dan "eşdeğerlik ilkesi"
anlaşılıyordu. Daha sonra, "recm"in yanlış yorumlanması gibi,
"kısas" da, "göz çıkaranın gözü çıkarılır" anlayışına dönüştü.
"Medînetun-nebî" örneğinden sonra "karşıdevrim" gerçekleşince,
bu kez de aynı yanlış anlayışlar, doğrusunun yerini
yanlışı ve "örfî"si almış olan cezalar uygulamasının
karşısında, sanki Şeriat’ın ifadesi imiş gibi, "İsrailiyyat"
kanalından İslâm Fıkhı’na girdi.
İnsan
hakları alanında İslâm son ve eşsiz sözü söylemiş, Resû (S.A.)
de sâdık ve emîn bir Resul olarak en güzel şekilde tebliğ
etmiştir. İşte bu kadardır ol hikâyet/Bâkisi dürûğ-i
bî-nihâyet!
Resûl-i
Ekrem (S.A.), yalnız erkekler âlemine, yalnız insanlar âlemine,
yalnız ins ve cinn âlemine değil hayvanlar âlemine de mutlak
rahmettir, Rahmetenlil-âlemîndir. Onun hayvan hakları tebliği,
onun düşmanlarının insan hakla tebliğinden, tartışma kabul
etmez derecede üstündür.
III- Adalet
Kavramı
Yukarıda
da belirttiğimiz gibi; İslâm da adaletin iki boyutu vardır.
Esase Yunan hakîmleri de bu iki boyutlu adalet anlayışını,
Mısır ve Filistin yöresinde ve "her kavme kendi diliyle
peygamber gönderildiğine göre", kendi kültür çevrelerinde
tebliğ edilen ilâhî vahy'den, ilâhî hikmet'den iktibas ederek
tebliğ etmişlerdir. Kur'an-ı Kerîm’de, eşitlik adaleti "adl"
terimi ile, "istihkak, liyakat ve oran adaleti" ise "kıst"
terimi ile ifade edilir. İnsan hakları alanı; eşitlik adalet
alanıdır. Dil, din, cins, ırk ayırımı yapılmaksızın bütün
insanlar arasında, insan hakları açısından, tam bir eşitlik
sağlanmalıdır (Hucûrât, 13). İslâm Şeriati'nde insanı "zekâ
sahibi ve konuşan davar" hükmünde tutmak, Roma Hukuku ve diğer
Hukuk çevrelerinde olduğu gibi "kölelik" kurumu yoktur. Bunun
yerinı savaş esirlerinin toplum içinde bakım ve gözetimlerini
ve toplum ile bütünleşmelerini sağlayan bir "koruyucu aile"
kurumu kabul edilmiştir. Âdil olan kamu haklarından yoksul
olmayan aile reisleri; Devlet gözetimi altında, kölele aile
içine kabul eder, yediğinden yedirir, giydiğinden giydirir. "Köle"
kadınlardan, kendi rızası ve evlenme idaresi olmaksızın cinsî
istifade imkânı yoktur, çünkü herşeyden önce "köle kadın" diye
birşey yoktur, "köle erkek" de olmadığı gibi! "Milket-i
yemân" terimi, "sağ elinin mülkü" ve daha sonra da "mülkiyet
hakkı konusu: mal" anlamında değildir. "mülk"; Kur'an-ı Kerim’de
"egemenlik, iktidar, yetki" anlamına gelir. "Milket-i yemân";
Özel Hukuk anlamında mülkiyet hakkını değil, "koruyucu aile
reisi"nin gözetim yetkisini ifade eder. "Savaş esîresi" ile;
onun rızası olmaksızın evlenilemez, sadece, "mehr" (sadak)
taahhüdüne gerek olmaz. Bunun sebebi de şudur: Savaş esirinin
bakımı esasen koruyucu aile reisine düşmektedir. Böyle olunca
da, evlendikten sonra boşasa bile, esasen mehr taahhüdüne
gerek yoktur, bakım yükümü devam etmektedir. İşte "esîre" ile
"hürr" kadın nikâhı arasındaki fark bundan ibarettir (Nisa,
4/25). Başkalarının gözetiminde bulunan kadın savaş tutsakları
nasıl nikâh edilirse, kendi gözetimindeki kadın da ancak nikâh
edilir
Eşitlik
adaleti alanının istisnası yoktur. İstihkak ve liyakat adaleti
alanı ise "kıst" alanıdır. Kıstsız adl, doğru yoldan "udûl"
(sapma) anlamını verir.
Adl kıst da
doğrudan doğruya zulümdür. Bu sebeple; istihkak ve liyakat
adaleti riayet edene "muksıt", bu adalete riayet etmeyip zalim
olana "kaasıt" denir (Cinn, 72/14-15 ve Maide 5/42, Hucurât
49/9, Mumtahine 60/8'e bakınız. Yine bkz: Kureşî, Kaamus-i
Kur'an, "Kıst" maddesi). Kıst; eşitlik adaletinden sonra gelen
"oran adaleti"dir. "Mîzan" gerektirir (Rahman, 55/9; Hadîd 57/
25; Hûd 11/85; En’âm 6/152).
İnsanlar arasında sadece "adl" boyutu ile hükmetmek yetmez, "kıst"
ile de hükmetmesini bilmek gerekir (Maide, 5/42; Nisa' 4/58).
Şu
halde; bugün "Hukuk Devleti" adını verdiğimiz "Adalet Devleti"
düzeninin sağlanabilmesi için, "adl" ve "kıst"ı bilen
yöneticilere ihtiyaç vardır. "Adl"i bilmek kolaydır, "kıst"i
bilmek ise, "ulemâ-i kaaimen bil-kıst" bilgisine
ihtiyaç gösterir.
Hukuk
Devleti; "Adalet'i gerçekleştirebilen Devlet" olduğuna göre;
adaletin "adl" ve "kıst" boyutlarını gerçekleştiremeyen bir
Devlet; "Hukuk Devleti" olamaz. Bunun için de herşeyden önce
"adalet" kavramının doğru bilgisine ihtiyaç vardır. Adaletin
ne olduğu bilinmeksizin, adaletin gerçekleştirilebileceği
ümidine de yer olmaz. "Eşitlik adaleti"nin insan hakları
alanında yürürlükte olduğunu mükerreren söyledik.
Oran
adaleti'nin, "kıst"in uygulama alanı neresidir? "Kıst"; kamu
görevlerinin dağıtımında söz konusu olur. Çünkü kamu
görevlerinin dağıtımı alanı; insan hakları alanı değildir.
Velâyet-i emr’in icrâsı; eşitlik ilkesini değil liyakat ve
ehliyet ilkesini ilgilendirir. Kur'an-ı Kerîm; "emanetleri
ehline tevdi' edin!" buyurur (Nisa, 4/58). "Kıst"
ilkesinin ikinci uygulama alanı "cezalandırma" alanıdır.
Cezalar ve cezalandırılma, "insan hakkının tanınması ve
sağlanması" demek değildir. "Müstahıkk" olduğu ölçüde
cezalandırılmak, herşeyden önce, cezalandırılanın değil, diğer
toplum bireylerinin insan hakkının güvencesidir. Bu alanda
cezalandırılanın insan hakkı; sanığı koruyan ilkelerde ve
suçlu olduğu sabit olana bile işkence yapılamayışı ve insanlık
onuruna aykırı ceza verilemeyişinde kendisini gösterir.
"Kıst"ın
bir önemli uygulama alanı da, Mâûn düzeninde herkese insanlık
onuruna yakışan hayat seviyesi sağladıktan sonra; herkese emeğinin
karşılığı da verilebilmesidir.
Bir
toplum düzeninde "adl" sağlanmadıkça, o düzen "Hukuk Devleti"
olarak nitelendirilemez. "Kıst" sağlanmadıkça da yine o düzen
kâmil bir Hukuk Devleti olamaz.
İslâm'a
düşmanlık besleyenler; "Hukuk Devleti"nin de Batı Düşüncesi'nin
bir ürünü olduğunu ileri sürerler. Oysa, "insan hakkı"nda olduğu
gibi, sadece "terim" Batı ürünüdür.
Üstelik bu terim de
pek iyi bir terim değildir. Bir Devlet'in Pozitif Hukuk
Kurallarının var olması ve bu kurallara uyulması; bu toplum
düzenin "Adalet Devleti" demek olduğunu göstermez.
IV. "Hukuk Devleti"nin Şartları
"Hukuk Devleti"
terimi; Ondokuzuncu yüzyıl başlarında Almanya'da doğdu.
Yirminci yüzyılda, İkinci Dünya Savaşi ndan sonra da yine
Almanya da Pozitif Anayasa metinlerine girdi. Klâsik İslâm
Hukukû’nda, bu anlamda "Devlet" terimi kullanılmıyordu.
Resûl-i Ekrem (S.A.); kendisini çağıran Yesrib "Site"sinde
İslâm Devleti'ni kurunca, bu Devlete Peygamber Devleti (Toplum
Düzeni) anlamında Medîne-t-un-Nebî denmiş idi.
"Medîne"
terimi; "Polis=civitas"ı (cite), karşılamakta idi.
Daha sonra, "hilâfet"
terimi kullanmaya başlandı. Emevi Devrınin sonlarına doğru da
herhalde "devlet" terimi yerleşmeye başlamış olacaktır. Bu
arada; İslâm hâkimleri, "Hukuk Devleti" için "Medîne-i Fâzıla"
terimini kullanıyorlardı.
Terimi bir yana
bırakalım: Hukuk (Adalet) Devleti; "adalet"in kaaim
kılınabildiği oranda gerçekleşir. Bunun gerçekleşebilmesi
için de bazı şeklî şartlar ve güvenceler söz konusudur.
Herşeyden önce,
yukarıda da değindiğimiz Bibi, insan hakkı ve adalet;
değişmez ve yüce normlara bağlanmış ve velâyet-i emr (yönetim)
bu ilkelere, Şeriat'e bağlı kılınmıştır (Câsiye, 45/18).
İslâm Devleti'nde keyfîliğe, Polis Devletine, oportünizme yer
yoktur. Anayasal ilkeler, katı ve değişmez ilkelerdir. Bu da
insan hakkı ve adalet düzeninin güvencesidir. ,
İkinci olarak;
bütün yöneticilerde ve kamu gücünü kullanma yetkisi
verilenlerde "adl" ve "kıst" bilgisi (Fıkh) ve ayrıca ahlâkî
vasıflar (adalet) aranır. Yoksa sadece hâkim (kaazî)lerde
değil! Bu da seçilme şartları bakımından Adalet Devleti'nin
güvencesidir.
"Emanetler
ehline tevdi edilmelidir".
Üçüncü
olarak; "velâyet-i emr", yöneticilik yetkileri; "ümmet"in
tevdi'i ile biati ile elde edilir. Mutlak egemenlik (mülk)
Allah'tandır. "Mülk", anayasal ilkeleri koyma yetkisini de
kapsadığı, "ümmet"e ise bu ilkeleri değiştirme yetkisi
verilmediği için, "ümmet"in yetkisi dahî "mülk" değildir.
Sadece "yönetim" "tanzimî tasarruf" ve "yargı"yı kapsar.
Bütün bu yetkiler de yine anayasal ilkeler çerçevesinde
kullanılabilir. Yönetimin bütününden sorumlu olan "ul-ül emr"de
de kazâ yetkisinin şartlarının bulunması aranır. Ancak bundan
sonra ve bu şart ile yargı gücünün "ul-ül-emr" eli ile
örgütlenmesi kabul edilebilir. "Velâyet-i ahd" usûlü ve hîle-i
şer'iyye ile bu usûlün bir hanedanı iktidara getirmeye araç
oluşu; Adalet Devleti'nin şeklî güvencelerinin ihlâli
anlamındadır.
Âdem'in
vârisi ve Nebî ve Resuller'in sonuncusu; Kâinat'ın övüncü olan
Resûl-i Ekrem (S.A.); bütün bu ilkeleri en güzel biçimde tebliğ
etmiştir. Merhum Ferid Kam’ın söylediği gibi: Bir mislini
getirmiş olsaydı kilk-i kudret/ Beyt-ul-kasîd olurdun
manzume-i cihanda/Mısra'ısın ki sun'un berceste tâ ezelden/Ferdiyyetinle
kaldın Dîuân-ı kün-fekânda.
Resûl-i Ekrem'de
(S.A.) bizim için en güzel örnek vardır. Ona uyan kurtulur,
Ona uymayanın Hesab Günü’ndeki nedamet çığlığı: "Ne olurdu ben
de Resul ile yoldaş olsaydım, onu izleseydim!" olur (Furkan,
25/27).
İnsan
hakkı, adalet ve Adalet Devleti'nin eksiksiz öğretisi de onun
mübarek dudakları arasından tebliğ edilmiştir. Bunu bilelim ve
bu bilinci yitirmeyelim.