İSLÂM'DA İNSAN HAKKI VE ADALET KAVRAMLARI

 

Prof. Dr. Hüseyin HATEMİ

 

I- Genel Giriş

"Adalet" (adl) kavramı için olmasa bile, "insan hakkı" ve "hukuk devleti" kavramları için, İslâm'a yöneltilen ve önyargıya dayanan bir itiraz vardır: Bu kavramlar; Batı düşüncesinde ortaya çıkmıştır. Şu halde İslâm dini mensupları­nın İslâm’da aynı kavramların varlığını aramaları ve iddia etmeleri doğru değil­dir. Ya bunları bırakıp yine bunlarsız bir İslâm uygulamasına devam ederler, ya İslâm’ı bırakıp bunları alırlar, ya da en azından bizim sunduğumuz bir formül çerçevesinde, İslâm'ı sadece bazı zararsız dinî töreler şeklinde muhafaza eder, asla "değer kaynağı" saymaz, "sentez"e giderler.

Oysa bu üç ihtimal de, temellerinde "doğru" değil "yanlış" yattığı için doğru çözüm değildir. İşin doğrusu şudur: İnsan hakkı ve hukuk devleti terimleri; On­sekizinci yüzyılın sonlarında ve Ondokuzuncu yüzyılın başlarında Batı düşünce çevresinde ortaya çıkmıştır, bu doğrudur. Ancak, yanıltmacaya kapılmayalım! Ortaya çıkan "kavram" değil "terim"dir. Hatta "insan hakkı" teriminin doğru­dan doğruya "ilâhî vahy"e dayandığını bile söyleyebiliriz, "adalet" terimi gibi! Batı düşüncesinde ortaya çıkan -kavram değil- terim, sadece "hukuk devleti" terimidir. Bu da maksadı iyi ifade edememektedir. Ondokuzuncu yüzyıl başla­rında Alman düşünce çevresinde ortaya çıkmış Kamu Hukuku metinlerine geç­mesi ise, Hitler döneminin acı deneyimlerinden sonra yine Almanya'da olmuş­tur. Kavram ise yine ilâhî vahyden alınmıştır. Bunu aşağıda açıklayacağız.

İlâhî vahyin tahrif edilmemiş nihaî metni de bizim elimizde olduğuna göre, "insan hakkı", "adalet", "hukuk devleti" terimlerini kullanan bizler, olsa olsa sadece "hukuk devleti" söz konusu olduğunda, böyle yerleştiği için ister iste­mez benimsediğimiz ve kullandığımız bir terimi kullanıyoruz, yoksa kavramları başkalarından almıyoruz.

Batı düşüncesinde niçin özel terim icat etme gereği duyuldu? Çünkü Tevrat ve İncil'in aslî metinleri ellerinde yoktu. Sadece akıllarını ve Kitab-ı Mukad­des'deki "On Emir" ve "Dağ Vaazi" gibi ilâhî vahyden parıltılar içeren bölümleri kullanmak, aklî delil ile uyuşmayan, ne var ki gelenek gereğince Kitab-ı Mukaddes'te yer alan parçaları ise görmezlikten gelmek zorunda idiler. Bu sebep le, "İlâhî-Tabiî Hukuk" düşüncesine vardılar ve gücü elinde tutanlara karşı İlâhî-Tabiî Hukuk düşüncesini çıkararak ilâhî vahyin gerçek değerlerini savunmuş oldular. Buna karşılık; İslâm Âlemi`nde, ilâhî vahy tahrif edilmediği için Batılaşma döneminden önce, "hukuk devleti" Bibi terimlerin kullanılmasına gerek yoktu. İlâhî vahye uyulmasını istemek, "İnsan hakkına ve adalete uyulmasını, Temel Hukuk ilkelerine bağlı kalınmasını istemek" demek oluyordu Bu sebeple, Batılaşma döneminin başlangıcında, Tanzimat hareketini başlatan Gülhane Hatt-ı Humâyunu’nda bile, "Hukuk'un üstünlüğü ilkesi ve hukuk devleti" gibi terimlerin ardındaki kavramlar için "şeriat" terimi kullanılmıştır. Ne var ki onyedi yıllık kısa bir dönem sonra sâdır olan Islahat Fermanı'nda ise artık bu hava yoktur. Artık "İslâm imiş âleme pâ-bend-i terakkî/Evvel yoğ idi, işbu rivayet yeni çıktı!" dönemi başlamıştır. Çünkü Tanzimat Fermanı bi başlangıçtır ve ardında henüz yeterli derecede bir bağımlılık birikimi yoktur. Bı başlangıçtan henüz yirmi yıl bile geçmemiş iken; Batılı güçlere karşı gırtlağına kadar borçlanmış yöneticiler, artık Kırım Savaşı müttefiklerine karşı seslerini yükseltebilecek durumda değildirler. Islahat Fermanı; yerine getirilmeyecek olan bir "örf"den "Şer"' dönüş fermanı değildir, müslüman olmayan tebaa için bunların dış koruyucuları karşısında bazı vaadlerden ibarettir. Esasen bir toplumun hayatında ondört-onbeş yıllık bir süre, oldukça önemli bir süredir, bir sonraki neslin eğitildiği süre demektir. Yöneticiler; bir sonraki nesli bu süre boyunca iyi veya kötü bir yönde eğitebilirler. Tabiatiyle, bunun için, karşı-etkilere mâruz kalmaksızın, yeni nesli bu etkilerden "soyutlayabilecek", tecrid edecek güce de sahip olmaları gerekir. Ne de olsa, hiç değilse okullarda bu havayı sağlayabilmiş iseler, meselâ 1839'dan yirmibeş yıl kadar sonra yönetimde söz sahibi olmaya başlayan nesil, elbette bir önceki nesil gibi olmaz. İşte bunun içir dir ki, Batılaşma döneminden önceki nesil, gerileme sebebini "örf"e bağlanış olarak görür ve tekrar insan hakkının güvencesi olan İslâmî ilkelere dönüş özlemini Tanzimat Fermanı'nda dahî ifade ederken -veya yöneticiler muvazaalı olarak bu özlemin ifadesine Tanzimat Fermanı'nda yer verme gereğini duyarken Islahat Fermanı’ndan sonraki dönemde, artık İslâmî değerlerden bahsedenler önce "mutaassıp", İkinci Meşrutiyet'den sonra "mürteci"', Cumhuriyet'den bir sürece sonra "gerici" veya "yobaz", bu anlayışa İslâmî tepkiler başladıktan sonra ise "çağdaşlık veya lâiklik düşmanı fundamentalistler" olarak nitelendirmişlerdir.

Oysa "insan hakkı", "adalet", "hukuk (=adalet) devleti" kavramlarını insanlı­ğa veren; ilâhî vahydir. İlâhî vahy; Adem’in (A.S.) "hubût"u ve Arafat'da ve "in­sanlık için kurulan ilk İlâhî değerler dizisini, İlâhî sevgi ve adâlet ahlâkını insan­lığa tebliğ etmesi dolayısı ile bu doğru öğretıyi insanlığa tanıtmasa idi; bencil içgüdülerine, nefs-i emmarelerine tabi olarak yaşayan "insan sürüleri", "enbi­yadan yaşarım müstağnî/Bir örümcek götürür Hakk'a beni!" deme imkânını biraz zor bulurlardı. Materyalist düşünürlerin düzüp koştuğu "toplumsal sözleş­me", insana insan hakkını sağlayamazdı. Nitekim Hobbes'un öğretisi'nde "top­lumsal sözleşme"den insan hakkı değil bir "canavar", "Leviathan", sınırsız güce sahip olan "Devlet" çıkmaktadır. Hiç kimse; kendisinde olmayan bir şeyi başkasına sağlayamaz (Memo plus Iuris transferre potest quarr ipse habet). "Toplumsal sözleşme"nin tarafı olanların hiçbirinde "insan hakkı" yoksa, "iki yoktan ne çıkar, fikredelim bir kerre!". "Hiç"ten hâsıl olan ancak "hiç"tir. Hobbes'un vardığı sonuçlar; aslında ilâhî vahy temeline dayanmayan bir Öğre­ti'nin vahîm sonuçlarını bize öğretmesi gerekirdi. Roussesau gibi düşünürler ise, "ilâhî vahy"den aldıkları değerleri "lâik" ortama aktarmaya çalışmışlar, fakat bu aşı da tutmamıştır. Bu gibi kurgular, Hazret-i İsa'nın (A.S.) tebliğinde, evini sağlam kaya üzerine değil kumsal üzerinde kurmaya benzetilir. Kur'an-ı Kerim de, Ankebut Suresınde ise, "örümcek evi" benzetmesi vardır. Nitekim Marksizm-Leninizm'in kurgusu da "örümcek evi"nden sağlam olmamıştır. Bu öğretide "insan hakkı" kavramı temelini yitirir. "Sınıf diktatörlüğü" Öğretisi veya telâkkisinden Stalin gibi bir Leviathan çıkar. Ardından; yine örümcek ev­leri kurulur. Yani canavarlar, daha incelmiş yöntemlerle bireyin insan hakkını yine hiçe sayarlar.

Bu niçin böyledir? Çünkü; materyalist bir düşünce, herşeyden önce "aklî apaçıklıklar"a aykırıdır, gerçeğe aykırıdır. Bir kimsenin kendi varlığını inkâr et­meyip de Tanrı'yı inkâr etmesi apaçık bir saçmalıktır. Bu saçmalığı ciddî ve bi­limsel bir tavır ile ileri süren kimse, ileride çok tehlikeli bir akıl hastası olabilir. Akıl ilkelerinden ayrılıp da Tanrı'yı inkâr etmeyi bugüne kadar hiç kimse başa­ramamıştır. İnkâr ettiklerini sananlar; ya îmanlarını materyalizm sananlar veya aklî düşünceyi terkedenlerdir.

 

II- İslâm'da İnsan Hakkı Kavramı ve Felsefî Temeli

İslâm'da "insan hakkı" kavramı; "toplumsal sözleşme" gibi bir "varsayım"a veya "postulat"a değil, yine Yaratıcı ve Rabb olan Tanrı’nın iradesine dayanır. Yaratıcı Allah; Yeryüzünde "insan"a, "Benî Adem" nesline "hilâfet" ödevi vermiştir (Bakara, 2/30). Hilâfet ödevi; Yeryüzü'nde "adalet"i hâkim ve kaaim kılabilme demektir. Allah âdildir, adaletli buyurur, zulmü ve zalimleri sevmez. Kur'an-ı Kerîm de sıdk ve adl ile tamamlanmıştır ve artık Kur'an-ı Kerîm için bir "değiştirici" yoktur (El-Eriam, 6/115). Hilafet, birisinin yerine, halef ola­rak, asîlin iradesi ve isteği çerçevesinde bir iş gerçekleştirmekle olur. Hilâfet ödevinin gerçekleşebilmesi için "adalet" şarttır. Adaletin gerçekleşebilmesi için de, eğer Allah tarafından insanlara eşit olarak "insan hakkı" tanınmış ise, bu insan hakkını fiilen her bireye sağlayan bir düzen kurulması ilk şarttır.

Şu halde insanlara, her bireye "insan hakkı" gerçekten tanınmış mıdır?

Tanındığının açık delilleri Kur'an-ı Kerîm de yer alır. Herşeyden önce, Yara­tıcı; insanın yeryüzünde halife olma hedefini sadece meleklere bildirmekle ye­tinmemiş, Yeryüzüne gelecek her insanın "nefs" "monade"ından, "Rabb" olu­şunun tasdiykini almıştır. Yaratıcı oluşunun tasdiykini insandan almaya gerek yoktur. Çünkü bu apaçık bir gerçek yargısıdır. Hiç kimse Allah'tan başka "Ya­ratıcı" edinemez. Ne var ki Allah'dan başka Rabb (Eğitici) edinebilir. Rabb; de­ğerler dizisini tebliğ eden, "norm"ları insana öğretendir. Buyruk ve yasakları koyandır. İnsan; Allah'dan başka Yaratıcı edinemez, ne var ki Allah'tan başka Rabb edinebilir. Allah'dan başka Rabb edinmiş ise, "hilâfet" ödevinden yüz çe­virmiş demektir.

Allah; Rabb oluşunun tasdiykini, her bir nefs monade'ından almıştır (A'râf Suresi, 172-173). Hilâfet ödevi ile yeryüzüne gelen her insan; herşeyden önce bu ödevi yerine getirebilmek için "insan hakkı"na, muhtaçtır.

"Hak nedir? Hak; Hukuk'un koruduğu "menfaat"tir. İnsan hakkını, Allah'ın bağışladığı gibi koruyabilecek olan Hukuk hangi Hukuk'tur? Elbette İlâhî-Tabiî Hukuk! Yoksa yeryüzünde "toplumsal sözleşme"nin pragmatist ifadesi olan "uzlaşımlar", insan hakkına sağlam bir temel oluşturmazlar. İnsan hakkının, Yaratıcı’nın iradesinin doğması ve insanların, güçlülerin keyfî buyrukları ile sı­nırlanmaması gerekir. İnsan hakkı; Uzlaşma Hukuku'ndan değil; İlâhî-Tabiî Hukuk'un değişmez düzenlemesinden, insana hilâfet ödevi verilmesinden ve in­sanın (birey) nefs monade'ı ile Allah arasındaki, bu ödevi yüklenme "ahd"inden, "-Elestu birabbikum? - belâ!" sözleşmesinden doğmuştur. İşte Şeriat'in ilk anlamı budur: İnsan hakkını, insanın bu temel menfaatini koruyan hukuktur. Şeriat bu anlamda "değişmez"dir (Lâ mubeddile li-kelimatihi ­En'âm, 6/115). Esasen insan hakkının güvenceye bağlanması için; "insan hakkı"nın özü olan temel menfaati koruyan Hukuk  ilkelerinin değişmemesi gererekir. Hak; Hukukça korunan menfaat demek olduğuna göre; insan gerçek bir güvenceye bağlanmış olması için, bu hakkı koruyan Temel Hukuk İI­kelerinin değişmez olması gerekir. Aksi takdirde, insan hakkını talep eden bir­şey, "artık temel ilkelerin, temel değerlerin, güçlünün koyduğu Pozitif Hukuk il­keleri ile değiştiği; insan hakkının, talepte bulunan için korunmadığı veya hükümden düştüğü cevabı ile karşılaşabilir. Şu halde "Şeriat"in değişmezliği, birey için bir sakınca mıdır, yoksa güvence midir? Bu konu üzerinden önyargı sahipleri: "Şeriat"i değişmezlik niteliği dolayısı ile yererlerken, İngiliz Anayasa Hukuku'nda veya Alman Anayasası'nda değişmez, katı anayasal ilkeler ile kar­şılaştıklarında bunları överler. Bu da insanların önyargılar elinde zebun oldukla­rında, aklî düşünceden ne ölçüde yoksun kalabildiklerini gösterir. Kur'an-ı Kerîm "Şerîat" terimini İlâhî-Tabiî Hukuk'un temel ilkeleri anlamında kullanmış ve "velâyet-i emr'de, Devlet yönetiminde, bu ilkelere uyulmasını buyurmuştur. Batı'nın yüzyıllar sonra yeniden keşfettiği, Hukuk Devleti'nin temel güvencele­rinden olan "hukuk'un üstünlüğü ilkesi"ni, Kur'an-ı Kerîm yedinci yüzyılda "Şe­riat"e velâyet-i emr'in bağımlılığı" tarzında ifade eder (Câsiye 45/48). Bu se­beple de "Hukuka bağlılık" ilkesine uyulmasını isteyenler; bu dileklerini "Şeriat isteriz!" diye ifade ederlerdi. Hukuk Devleti'nin bu özelliği yerine keyfîlik ve oportünizm'in geçirilmesini isteyenler; bu sebeple, "Şeriat" terimine kötü çağrı­şımlar bağlamışlar ve insanlığı bu yönde şartlandırmışlardır.

"İnsan" hakkı"; sadece kapsamı belirsiz bir genel ilke olarak değil, maddî ve manevî boyutları ile tam olarak "birey"e tanınmıştır. "İnsan hakkı"nın tam ola­rak tanınmış sayılması için, herşeyden önce, yaşama hakkı tam bir güvenceye bağlanmalı, hukukî ve iktisadî bakımdan, birey "can derdi"ne düşürülmemeli­dir. İslâm; bir yandan "Maûn" düzeni ile (Mâûn Suresi) iktisadî bakımdan top­lumsâl dayanışmayı sağlama hedefini tesbit etmiş, yine insanların geliri ve ser­veti üzerinde çalışıp kazanamayanlar için bir talep hakkı getirmiş, diğer yandan da yaşama hakkını hukuken de güvenceye bağlamıştır.

Servet sahibi; tıpkı bir aile içinde "nafaka" yükümü gibi, yoksul için, çalışıp kazanamayan için, ânî bir musibet dolayısı ile muztarr durumda kalan için, malvarlığı üzerinde "sail ye mahrumun belirli oranda hakkı" bulunduğunu bil­melidir (Zâriyat, 51/19; Meâric 70/25). Kur'an-ı Kerîm; bunu "ihtiyarî ve cüz'î bir bağış" olarak değil bir "vergi" olarak belirlemiştir. İhtiyacından fazla kaza­nandan; % 2,5 (Kırkta bir) oranında servet vergisi; beşte bir oranında (% 20) da gelir vergisi alınır. Bu vergiler bütün servet sahiplerinden aynı oranda alına­bilse ve yöneticilerin gayri-meşru sarfiyatı; saçıp savurma, israf ve sefahati önle­nebilse idi, İslâm'ın yoksulluğu toplumdan kaldırma ve "Maûn" düzenini kurma hedefine varılmış olurdu. Oysa böyle olamadı. Böyle olması için Ebu Zerr gibi­lerin çabası; imtihan âlemi olan Dünya’da, böyle olmaması için düzen kuranlar karşısında mağlûp oldu. Şer'î vergi (tekâlîf) gerçek anlamını yitirdi ve bunun ye­rine yoksula yüklenen örfî vergiler aldı. Oysa vergi de insan hakkının güvence­si olmalı idi, yöneticilerin kendilerinden menkul "israf ve sefahat haklarının" değil!

Bir tebliğin uygulanmamasının vebâli, tebliğde bulunana değil uygulamayan­lara yüklenir. İslâm tebliğinde "Mâûn düzeni" açısından da eşsiz bir ihtişam vardır. İnsanlık bunun bilincine varıp da hilâfet ödevini gerçekleştirecek yerde "mustaz'af " olarak kalıyorsa ve "müstekbir"ler de onların bu durumda kalması için çeşitli düzenler kuruyorsa, durum kendiliğinden düzelecek değildir.

Yaşama hakkının iktisadî güvencelerini görmezlikten gelenler; bu güvence­leri ve dolayısı ile yoksulun ve muhtacın "hakk-ı ma'lûm "unu "sosyal haklar" diye ayırır ve bunları "hakim baskı gruplarının keyfi isterse" anlamına geien bir vaadeye bağlarlar. Böyle olduğu sürece de insan hakkı tam anlamı ile bireye sağlanmış olmaz. İnsan hakkının sağlanmadığı, "Maûn düzeni" niteliğinin gö­rünmediği bir toplum düzeni de Hukuk (Adalet) Devleti olarak nitelenemez. "Klâsik insan hakları ve sosyal haklar" ayırımı bir "aldatmaca"dan ibarettir. Kur'an-ı Kerîm'e göre; insana "hilâfet" ödevi verilmesi demek; "iki sarp yokuş" gösterilmesi demektir. Bunlardan birisi klâsik anlamda insan haklarıdır; insanın kölelikten kurtarılması, hukukî esaret bağlarının çözülmesidir (Fekk-i rakabe). İkinci sarp yokuş ise, Maûn düzeninin gerçekleşmesi, insanlara -bugünkü te­rimle- meşru sosyal haklarının verilmesidir. Hilâfet ödevinin yerine getirilmesi; İslâm’ın Hukuk (Adalet) Devleti düzeninin kurabilmesi demektir. Bunun için de, bu iki önemli ve ağır görev arasında "mülazeme" ilişkisi vardır. İnsan hakları­nın sadece hukukî veya sadece iktisadî güvenceleri sağlanmakla Hukuk Devleti kurulmuş olamaz (Beled, 90/13'e bakınız).

Maûn düzeni; "adl "in "ihsan" ve "birr" ile tamamlandığı düzendir (Nahl, 16/90). Özellikle Hıristiyan misyonerlerinde ve din adamlarında kolayca gider­meleri mümkün olamayan bir saplantı vardır: Sadece Hıristiyanlığın "sevgi dini" olduğunu, Tanrı ile insana sevgi ilişkisi kurabildiğini, dua yolu ile Tanrı’ya ulaşabileceğini, oysa İslâm’ın sevgi dini değil korku dini olduğunu ileri sürerler. Bunun ardından da yine İslâm'a üstünlük iddia ettikleri ikinci bir alan gelir: Hı­ristiyanlara göre; "Altın Kural", başkalarına da kendisi için istediğini, arzuladı­ğını arzulama; sadece Hıristiyan dinine ait bir kuraldır. Başka dinier ve özellikle İslam dininde bu "altın kural"a rastlanmaz! Oysa Yunus Emre "Kendine ne sanırsan ayruğa da onu san!/Dört Kitabın manası budur eğer var ise!" der­ken, "Altın Kural" denen bu ilkeyi tekrarlar. Bunu söylediğimizde de, Yunus Emre'nin ve diğer "mutasavvıflar"in bu ilkeyi Hıristiyanlıktan aldıkları ileri sürü­lecektir. Acaba böyle midir?

Herşeyden önce şunu belirtelim: Hazret-i İsa da İslâm Peygamberidir. "Allah katında din İslâmdır" (Âl-i İmrân, 3/19). Peygamberlerin tebliği arasın­da da fark ve çelişki yoktur (Bakara, 2/136). Şu halde Hazret-i İsâ nın gerçek­ten söylemiş olduğu sözler de, Resûl-i Ekrem'in (S.A.) gerçek (sahîh) hadîsleri gibidir. Hazret-i İsa'nın sözü de İslâm'ın sözüdür. Kaldı ki Hıristiyanların "altın kural" dedikleri bu kural; İslâm Alemi'nde sadece Yunus Emre veya başka mu­tasavvıfların söyledikleri bir söz olarak kalmamış, Resûl-i Ekrerriden (S.A.) de aynı beyan sâdır olmuştur: İncil'deki; "başka insanları kendin gibi seveceksin" buyruğu; bir hadîs-i kudsî'de de aynen vardır. Kaldı ki bu buyruk; insanın meşru müdafaa hakkını Hıristiyanlık uygulamasında dahi engellememiştir. Şu halde "başkasını kendin gibi seveceksin!" diye ifade etsek dahi, bu ilke, zulme­deni kapsamaz. "Zulmedene karşı da adil olacaksın!" demede mantık vardır, ancak; "zulmedeni seveceksin!" şeklinde anlaşılabilen bir buyrukta mantık yok­tur.

Kaldı ki başkasını kendi nefsine tercih etme,. hiç değilse adaleti gözetme, başkasına zulmetmeyip üstelik iyi davranma; Kur'an-ı Kerîm'de İncil'den çok daha fazla öğütlenmiş olan bir davranıştır. Kur'an-ı Kerim’de "birr" ve "ihsan" bums ifade eder. Ayrıca, "Altın Kural", doğru anlamı ile; Kur'an-ı Kerîm'de açıkça yer almaktadır. "Altın Kural"a uygun ahlâkî tutumun adı; Kur’an-ı Kerîm'de "îsar"dir (Haşr Suresi, 59/9). Merhum Dr. Ali Şeriatî; "îsar"ın ahlâkî önem ve değerinden çok söz eder (bkz. İnsanın Dört Zindanı, Çeviren: H. Ha­temi). "Îsar"ı engelleyen benlik niteliğine de "şuhh-i nefs" (aşırı bencillik) denir (Haşr Sûresi 59/9).

Ayrıca; Kur'an-ı Kerîm Mâûn düzenini de "sevgi"ye dayandırmıştır (Beled Suresinin 90/17. âyet-i kerîmesine bakınız). Burada açıkça Mâûn düzeninin temelinin "merhamet" olduğu beyan edilmiştir. Bütün bunlara rağmen, yalnız­ca Hıristiyarı din adamları değil, Musevîler de, İslâm'ın sevgi dini değil korku dini olduğunu tekrarlayıp dururlar. İslâm’da tanrı ile şahsî ilişki kurulamayacağı­nı, İslâm'da Tanrı ve İnsan sevgisine değil sadece korku ve itaate yer olduğunu tekrarlar. Bu iddia; gerçeğe uygun olmadığı bilinerek ileri sürülüyorsa, düpedüz bir yalandır. İncil'de Hazret-i İsa da elbette Arapça'ya İbranca'dan da yakın olan Aramca ile konuşurken, her duyguya "sevgi" demiyor, bazen "hubb" veya "meveddet"; çoğunlukla da "rahmet" ve "merhamet" diyordu. Allah "Erham-ur-râhimîn"dir, ancak Allah'ın rahmeti ile sevgisi aynı şey değildir. Bunun gibi; insanın bir diğer varlığa şefkat ve merhametle davranması ile onu sevmesi aynı şey değildir. Oysa İncil Hazret-i İsa'nın Aramcâsı ile muhafaza edilmemiş, o dönemdeki Doğu eyaletlerinin baskın dili olan Yunancaya çeviril­miştir. Şu halde, bir benzetme yapmak gerekirse, Hazret-i İsâ’nın "İncil vahyi", hadîs-i kudsîleri ve diğer hadîsleri, üstelik bunlar ayrılmadığı gibi, bir de derleyi­cilerin daha iyi bildikleri yazı diline aktarılmış, bu arada araya "mevzu hadîsler" de karışmıştır. Derleyiciler de "rahmet ve meveddet"in tümünü "sevgi" olarak aktarmışlar, daha sonra da millî dillere aktarma yapılırken son ayırım kalıntıları da silinmiştir. "Merhamet de sevgiden kaynaklanır" diyeceklerdir. Doğrudur, fakat şu halde Kur'an-ı Kerîm "Rahman ve Rahîm Allah adı ile" başladığı, her sure başında -Tevbe suresi hariç- bu âyet tekrarlandığı, Allah'ın "Rahîm" adı ayrıca sık sık zikredildiği, Mâun düzeni de, toplumun çekirdeği sayılan aile dü­zeni de "merhamet"e, "sevgi ve rahmet"e (Rûm, 30/21) dayandığı halde, daha hâlâ "Şeriat insana korku ve terörizmi, faşizmi çağrıştırır" demekteki yaman insafsızlık veya ahmaklığa ne denebilir?

Gerçekten de merhamet ile sevgi (meveddet) aynı köktendir, aynı kaynak­tandır, ançak, sevginin daha özel anlamı vardır. Allah "Rahîm" ve "Vedûd"dur (Hûd, 11/90). Yine "gâfur" ve "vedûd"dur (Burûc, 85/14) Allah'ın "halîfesi" olma ülküsünü benimseyen müminler de merhamet ve meveddet sahibi olur, insanlara ve canlılara merhamet ve ihsân ile davranırlar. Ayrıca, mü'minler arasında da, sadece "kendi gibi sevmek" değil, üstelik "kendisine tercih etmek" (îsâr) hedefi gösterilir (Haşr Suresi, 59/9). Şu halde İslâm, "Altın kural"ı eksik bırakmış değil, tam aksine, "bugün size dininizi ikmal ettim" ve "Rabbinin keli­mesi sıdk ve adl ile tamamlandı" âyet-i kerîmelerine (Mâide 5/3; En'âm, 6/ 115) uygun olarak, ayrıca "ben Ahlâk mekârîmini tamamlamak için görevlen­dirildim" buyuran Resûl-i Ekrem'in (S.A.) kutlu beyanına uygun olarak, altın ku­ralı tamamlamış, ikmâl etmiş, "îsâr" ülküsünü getirmiştir. "Îsâr", "Altın kural"in da üzerindedir. "Benliğin bencilliğinden kurtulmak" (şuhh-i nefsi yen­mek) Altın kural karşılığıdır. Altın kural; Matthäus İncili'nde şu şekilde yer alır: Nâs'ın size nasıl davranmasını istiyorsanız, siz de onlara karşı öyle davranın! İşte budur Şeriat'in ve nebîlerin tebliğinin özü! (7/12). Daha sonra da "rah­met" ve "merhamet" emredilir (Lukas, 6/31 ve 6/32-38; Matthäus 5/43-48). İslâm'ın, yukarıda zikrettiğimiz buyrukları ile, yine bir İslâm Peygamberi olan İsâ’nın tebliği arasında bu noktada en küçük bir fark var mıdır? Üstelik İslâm; adalet ve merhamet ölçüsünü bir de "îsar" ülküsü ile tamamlamıştır. Îsâr; Mer­hum Dr. Ali Şerîati’nin ve ondan önce bütün İslâm ârif ve hakîmlerinin, Hıristi­yan rahiplerinden değil Resûl-i Ekrem (S.A.) ve Hazret-i Mesih'den (A.S.), Kur'an-ı Kerîm'den öğrendikleri bir ahlâk yüceliğidir. İnsan hakkı anıtının en sağlam ve eşsiz dayanağı İslâm’da bulunur, örümcek evlerinde veya kum üze­rinde kurulan yapılarda değil! Bu çürük yapıları kuranlar, üstelik yapı ustası ol­duklarını iddia etseler bile! Bu insanlarda akıl olsa, düşünürler ki; Âdem (A.S.) ilk insanlık mabedini, "in" olmaktan çıkan ilk "beyt"i, ilk "ev"i Mekke'de kur­muş (ÂI-i İmrân, 3/96), daha sonra da İbrahim ve İsmail (A.S.) aynı yerde bu yapıyı yenilemişlerdir (Bakara, 2/125-128). İnsan haklarının tebliği, Adem (A.S.) ile bu kutlu "Ev"de başlamıştır (ÂI-i İmran, 3/96). Daha sonra, İbrahim ve İsmail (A.S.), Kudüs'deki mabedi değil, Adem'in mabedini yenilemişler, Kudüs'deki mabed Musa'nın (A.S.) Mısır'dan çıkışından sonra yapılmıştır. İbra­him ve İsmail (A.S.); Resûl-i Ekrem (S.A.) için dua etmişler, Resûl-i Ekrem (S.A.) gelince de aynı noktadan tebliğine başlamış, Vedâ Hutbesi gibi insan hakkı öğretisinin temel ve eşsiz metnini de Adem'in (S.A.) yeryüzüne indiği noktada, Arafat'da îrad buyurmuştur.

Böyle bir Resul'e isnad ve iftiraları reva gören kimseler, aslında "biz ıslah edicileriz" diyen "fesatçılar"dir (Bakara, 2/11). Bu isnad ve iftiraları; insanlığı (Nâs), Sırat-ı Mustakıym’den saptırmak için asırlar boyunca İslâm düşmanları tarafından düzülüp koşulmuştur. Benî Kurayza "Katl-iâm"ı, Şeytan Âyetleri, daha bunun gibi nice iftiralar, bu insanlık düşmanlarının eseridir.

"İnsan hakkı"nın hukukî boyutu da yine aynı eşsiz değerler dizisinden kay­naklanır. Kişinin yaşama hakkı hukukî güvenceye kavuşturulduğu gibi, insana irade özgürlüğü verilmiş olduğu için, düşünce özgürlüğü de tanınır. Düşünce özgürlüğü sınırsızdır. Ancak; "düşünce" kavramına girmeyen, öznel ve bir insan veya topluluğun insan haklarının yok sayılması anlamında olan "suç" ve "suça kışkırtmalar", düşünce özgürlüğü kalkanından yararlanamazlar.

Eylem özgürlüğü ise sınırsız değildir. "Felsefî düşünce" ile başkasına zarar verilemez, oysa "eylem" ile başkasına ve çevreye zarar verilebilir. İslâm'da ise "lâ zarar.." ilkesi vardır. Mecelle'de bu ilke "zarar ve mukabele biz-zarar yok­tur" tarzında ifade ediliyordu. "La zarar..." ilkesi Kur'an-ı Kerîm âyetlerine da­yanan bir Resûl-i Ekrem (S.A.) buyruğudur. Eylem özgürlüğünün sınırını "lâ zarar..." ilkesi çizer. Örgütlenme özgürlüğü de bu ilke ile sınırlıdır. Örgütlerin amacı da "birr ve takv'a" olmalıdır, "ism ve udvan" değil! Aksi takdirde, "mes­cid-i zırar" türünden örgütlenmeleri dağıtmaya İslâm Devleti yetkilidir (Maide, 5/2).

Ancak; eylem özgürlüğünün sınırını aşanlar için getirilen cezalar da İslâm'da yine insan hakkı temeline aykırı olamaz. "Medînet-un-Nebi"nin, Örnek Pey­gamber Devletınin kurulmasından bir süre sonra "Karşı-Devrim" başladığı ve güçlendiği için, en önemli sapmalardan birisi Ceza Hukuku alanında meydana gelmiştir. Oysa bu alan bir yandan insan hakları alanındaki "eşitlik adaleti"ni il­gilendirirken, diğer yandan da "herkese istihkak ve liyakatine göre" ilkesini, "kıst"ı, "oran ve liyakat adaleti"ni ilgilendirir. "Eşitlik adaleti" açısından, kimse­ye insanlık haysiyetine aykırı ceza verilemeyecektir. "Sevgi dini" olduğunu iddia eden Hıristiyanlık uygulamasının nüfuz dönemlerinde olduğu gibi "yakma cezası", İslâm’da kesin olarak yasaktır. İslâm Âlemınde münferit bir-iki uygula­ma olmuş ise de bundan "ehl-i şer" değil "ehl-i örf" sorumludur. Homoseksü­elliğin cezasının "yakma" olduğuna ilişkin iddiaların mesnedi yoktur. Herhalde bu gibi iddialar İmamiyye Mezhebine sonradan girmiştir. Abdullah İbn Sebe de sonradan uydurulan, hiç yaşamamış bir "roman kahramanı" olduğu için, Sebe'iyye inancına mensup olanları Hazret-i Ali'nin yaktırdığı gibi iddialar da, ustalıklı bir tertip ile, Benî Kurayza uydurmasına benzer biçimde, Aliyi de, Resûl-i Ekrem (S.A.) gibi sevimsiz ve korkunç göstermek için uydurulmuş iddia­lardandır. İşkence de İslâm’da kesin olarak yasaktır. Hazret-i Ali, Resûl-i Ekrem'den (S.A.) naklen, "kuduz köpeğin ölüsüne dahî müsle yapmayın, bir uzvunu kesmeyin" hadîsini beyan eder. Yine Emîr-ul-mü minîn Ali; suç işlen­memiş ise, "teşebbüs dolayısı ile o suçun cezasının verilemeyeceğini", ancak fesadı önleme tedbiri alınabileceğini müteaddid defalar tekrarlamıştır.

"Recm" cezası Kur'an-ı Kerim’de yer almaz. Esasen İslâm’ın bütün ceza sis­teminde aynı temel özellik görülür. Başkasına zarar verilmemiş ise, başka bir yere sürülerek orada ıslah edilir. Hürriyeti bağlayıcı ceza dahi hücre cezası şek­linde uygulanmaz. Ancak, gerçek anlamda bir "rehabilitasyon" ve "entegras­yon" merkezine gönderilerek, hürriyeti tamamen engellemeyerek, ıslah amaçlı bir sürgün cezası uygulanabilir (Maide, 5/38). Tövbe edenlere, faal nedamet gösterenlere, bu tedbirin (cezanın) uygulanmasına da gerek kalmaz (Maide, 5/ 34).

Başkalarına zarar verenlere, "suç" sayılan fiili işleyenlere verilen ceza da aslında teşhir, ibret, diğer insanları suçluluk eğilimi gösteren hem-cinslerine karşı uyarma ve işlediği suç dolayısı ile kamunun güvenini yitirmiş kimseye kamu haklarından -ıslah olduğu kabul edilinceye kadar- yoksun kılmadır. Yoksa, dayak cezasından maksat; suçluyu sakat bırakmak veya işkence etmek olmadığı gibi, el kesme cezasından maksat da elini kesip koparmak değildi (Bu konuda bkz: H. Hatemi, İnsan Hakları Öğretisi, Hukuk Devleti Öğretisi, İslâm Hukuku Dersleri). "Kamu haklarından yoksun kılmak" da, önemli kam görevlerinin verilmemesi, "âdil" tanık olarak kabul edilmemesi, cemaate imamet edememesi sonuçlarını doğurur, yoksa "kanı ve malı helâl" olması değildir. Cezalandırmada da "istihkak adaleti"ne ve "insanlık haysiyeti" açısından da eşitlik adaletine mutlak olarak riayet etmek gerekir.

Ölüm cezası; dar anlamda, ancak "kaatil"e verilebilir. Bir de, silâhlı ayaklanma sırasında, mücadelede ve çatışmada öldürme eyleminden  "hukuka aykırılık" kalkar. Nitekim "defâ" (meşru müdafaa) halinde de böyledir. Bunun dışında bir insan öldüren bütün insanlığı öldürmüş gibidir 5/32). Şu halde, "ölüm cezası", ya "nefs" karşılığında "kaatil"e verilebilir veya İslâm Devletine savaş ilân eden savaş suçlularına -oldukça ağır şartlar gerçekleşmiş, meselâ birden fazla insanın ölümüne sebep olmuş ise- verilebilir. "Siyaseten katl" diye birşey Şeriat'de yoktur. Veliyyulemr'in "ta'zîr" yetkisine cezası girmez.

"Fesad" suçunun cezası olarak verilen, savaş suçlusunun ölüm cezası ; "mağdurlar"ın afu’v yetkisi sorulmaksızın icra edilebilir. Buna karşılık; katil suçu "âdî" bir suç ise, kaatilin öldürülebilmesi için, maktûlün veresesinden hiçbirinin afu'v yetkisini kullanmamış olması gerekir. Varislerden birisi dahî afu’v, kullandığı takdirde, ölüm cezası verilmez, "diyet" ödenir. Ölüm cezas takdirde ise "diyet" ödenmez.

Kur'an-ı Kerim’de "Kısas'da sizin için hayat vardır" buyurulur. Gerçekten de ve elbette böyledir (Bakara, 2/179). Ancak, "Kısas", mutlaka "zarar" olan suç eylemine "mukabele biz-zarar"da bulunmak anlamına da gelmez. Kısas gerek"nefs" bakımından, gerek uzuvlar bakımından, nefsin nefse, uzvun uzva eşdeğer olması demektir (bkz: Bakara, 2/194'deki Kısas terimi). Gerçekten de "insan haklarında eşitlik ilkesi"ne tam anlamı ile uyulmasında, zengin ile yoksulun gözü arasında fark gözetilmemesinde insanlık için mutla hayat vardır. Ancak; bu ilke, "göz çıkaranın gözü çıkarılır" tarzında aslâ uygulanamaz ve anlaşılamaz. Musa (A.S.) Şeriatinde de "kısas"dan "eşdeğerlik ilkesi" anlaşılıyordu. Daha sonra, "recm"in yanlış yorumlanması gibi, "kısas" da, "göz çıkaranın gözü çıkarılır" anlayışına dönüştü. "Medînetun-nebî" örneğinden sonra "karşıdevrim" gerçekleşince, bu kez de aynı yanlış anlayışlar, doğrusunun yerini yanlışı ve "örfî"si almış olan cezalar uygulamasının karşısında, sanki Şeriat’ın ifadesi imiş gibi, "İsrailiyyat" kanalından İslâm Fıkhı’na girdi.

İnsan hakları alanında İslâm son ve eşsiz sözü söylemiş, Resû (S.A.) de sâdık ve emîn bir Resul olarak en güzel şekilde tebliğ etmiştir. İşte bu kadardır ol hikâyet/Bâkisi dürûğ-i bî-nihâyet!

Resûl-i Ekrem (S.A.), yalnız erkekler âlemine, yalnız insanlar âlemine, yalnız ins ve cinn âlemine değil hayvanlar âlemine de mutlak rahmettir, Rahmetenlil-âlemîndir. Onun hayvan hakları tebliği, onun düşmanlarının insan hakla tebliğinden, tartışma kabul etmez derecede üstündür.

 

III- Adalet Kavramı

Yukarıda da belirttiğimiz gibi; İslâm da adaletin iki boyutu vardır. Esase Yunan hakîmleri de bu iki boyutlu adalet anlayışını, Mısır ve Filistin yöresinde ve "her kavme kendi diliyle peygamber gönderildiğine göre", kendi kültür çevrelerinde tebliğ edilen ilâhî vahy'den, ilâhî hikmet'den iktibas ederek tebliğ etmişlerdir. Kur'an-ı Kerîm’de, eşitlik adaleti "adl" terimi ile, "istihkak, liyakat ve oran adaleti" ise "kıst" terimi ile ifade edilir. İnsan hakları alanı; eşitlik adalet alanıdır. Dil, din, cins, ırk ayırımı yapılmaksızın bütün insanlar arasında, insan hakları açısından, tam bir eşitlik sağlanmalıdır (Hucûrât, 13). İslâm Şeriati'nde insanı "zekâ sahibi ve konuşan davar" hükmünde tutmak, Roma Hukuku ve diğer Hukuk çevrelerinde olduğu gibi "kölelik" kurumu yoktur. Bunun yerinı savaş esirlerinin toplum içinde bakım ve gözetimlerini ve toplum ile bütünleşmelerini sağlayan bir "koruyucu aile" kurumu kabul edilmiştir. Âdil olan kamu haklarından yoksul olmayan aile reisleri; Devlet gözetimi altında, kölele aile içine kabul eder, yediğinden yedirir, giydiğinden giydirir. "Köle" kadınlardan, kendi rızası ve evlenme idaresi olmaksızın cinsî istifade imkânı yoktur, çünkü herşeyden önce "köle kadın" diye birşey yoktur, "köle erkek" de olmadığı gibi! "Milket-i yemân" terimi, "sağ elinin mülkü" ve daha sonra da "mülkiyet hakkı konusu: mal" anlamında değildir. "mülk"; Kur'an-ı Kerim’de "egemenlik, iktidar, yetki" anlamına gelir. "Milket-i yemân"; Özel Hukuk anlamında mülkiyet hakkını değil, "koruyucu aile reisi"nin gözetim yetkisini ifade eder. "Savaş esîresi" ile; onun rızası olmaksızın evlenilemez, sadece, "mehr" (sadak) taahhüdüne gerek olmaz. Bunun sebebi de şudur: Savaş esirinin bakımı esasen koruyucu aile reisine düşmektedir. Böyle olunca da, evlendikten sonra boşasa bile, esasen mehr taahhüdüne gerek yoktur, bakım yükümü devam etmektedir. İşte "esîre" ile "hürr" kadın nikâhı arasındaki fark bundan ibarettir (Nisa, 4/25). Başkalarının gözetiminde bulunan kadın savaş tutsakları nasıl nikâh edilirse, kendi gözetimindeki kadın da ancak nikâh edilir

Eşitlik adaleti alanının istisnası yoktur. İstihkak ve liyakat adaleti alanı ise "kıst" alanıdır. Kıstsız adl, doğru yoldan "udûl" (sapma) anlamını verir. Adl kıst da doğrudan doğruya zulümdür. Bu sebeple; istihkak ve liyakat adaleti riayet edene "muksıt", bu adalete riayet etmeyip zalim olana "kaasıt" denir (Cinn, 72/14-15 ve Maide 5/42, Hucurât 49/9, Mumtahine 60/8'e bakınız. Yine bkz: Kureşî, Kaamus-i Kur'an, "Kıst" maddesi). Kıst; eşitlik adaletinden sonra gelen "oran adaleti"dir. "Mîzan" gerektirir (Rahman, 55/9; Hadîd 57/ 25; Hûd 11/85; En’âm 6/152). İnsanlar arasında sadece "adl" boyutu ile hük­metmek yetmez, "kıst" ile de hükmetmesini bilmek gerekir (Maide, 5/42; Nisa' 4/58).

Şu halde; bugün "Hukuk Devleti" adını verdiğimiz "Adalet Devleti" düzeni­nin sağlanabilmesi için, "adl" ve "kıst"ı bilen yöneticilere ihtiyaç vardır. "Adl"i bilmek kolaydır, "kıst"i bilmek ise, "ulemâ-i kaaimen bil-kıst" bilgisine ihtiyaç gösterir.

Hukuk Devleti; "Adalet'i gerçekleştirebilen Devlet" olduğuna göre; adaletin "adl" ve "kıst" boyutlarını gerçekleştiremeyen bir Devlet; "Hukuk Devleti" ola­maz. Bunun için de herşeyden önce "adalet" kavramının doğru bilgisine ihti­yaç vardır. Adaletin ne olduğu bilinmeksizin, adaletin gerçekleştirilebileceği ümidine de yer olmaz. "Eşitlik adaleti"nin insan hakları alanında yürürlükte ol­duğunu mükerreren söyledik. Oran adaleti'nin, "kıst"in uygulama alanı neresi­dir? "Kıst"; kamu görevlerinin dağıtımında söz konusu olur. Çünkü kamu gö­revlerinin dağıtımı alanı; insan hakları alanı değildir. Velâyet-i emr’in icrâsı; eşitlik ilkesini değil liyakat ve ehliyet ilkesini ilgilendirir. Kur'an-ı Kerîm; "ema­netleri ehline tevdi' edin!" buyurur (Nisa, 4/58). "Kıst" ilkesinin ikinci uygula­ma alanı "cezalandırma" alanıdır. Cezalar ve cezalandırılma, "insan hakkının tanınması ve sağlanması" demek değildir. "Müstahıkk" olduğu ölçüde cezalan­dırılmak, herşeyden önce, cezalandırılanın değil, diğer toplum bireylerinin insan hakkının güvencesidir. Bu alanda cezalandırılanın insan hakkı; sanığı ko­ruyan ilkelerde ve suçlu olduğu sabit olana bile işkence yapılamayışı ve insanlık onuruna aykırı ceza verilemeyişinde kendisini gösterir.

"Kıst"ın bir önemli uygulama alanı da, Mâûn düzeninde herkese insanlık onuruna yakışan hayat seviyesi sağladıktan sonra; herkese emeğinin karşılığı da verilebilmesidir. ­

Bir toplum düzeninde "adl" sağlanmadıkça, o düzen "Hukuk Devleti" ola­rak nitelendirilemez. "Kıst" sağlanmadıkça da yine o düzen kâmil bir Hukuk Devleti olamaz.

İslâm'a düşmanlık besleyenler; "Hukuk Devleti"nin de Batı Düşüncesi'nin bir ürünü olduğunu ileri sürerler. Oysa, "insan hakkı"nda olduğu gibi, sadece "terim" Batı ürünüdür. Üstelik bu terim de pek iyi bir terim değildir. Bir Dev­let'in Pozitif Hukuk Kurallarının var olması ve bu kurallara uyulması; bu toplum düzenin "Adalet Devleti" demek olduğunu göstermez.

 

IV. "Hukuk Devleti"nin Şartları

"Hukuk Devleti" terimi; Ondokuzuncu yüzyıl başlarında Almanya'da doğdu. Yirminci yüzyılda, İkinci Dünya Savaşi ndan sonra da yine Almanya da Pozitif Anayasa metinlerine girdi. Klâsik İslâm Hukukû’nda, bu anlamda "Devlet" teri­mi kullanılmıyordu. Resûl-i Ekrem (S.A.); kendisini çağıran Yesrib "Site"sinde İslâm Devleti'ni kurunca, bu Devlete Peygamber Devleti (Toplum Düzeni) anla­mında Medîne-t-un-Nebî denmiş idi. "Medîne" terimi; "Polis=civitas"ı (cite), karşılamakta idi. Daha sonra, "hilâfet" terimi kullanmaya başlandı. Emevi Devrınin sonlarına doğru da herhalde "devlet" terimi yerleşmeye başlamış ola­caktır. Bu arada; İslâm hâkimleri, "Hukuk Devleti" için "Medîne-i Fâzıla" teri­mini kullanıyorlardı.

Terimi bir yana bırakalım: Hukuk (Adalet) Devleti; "adalet"in kaaim kılına­bildiği oranda gerçekleşir. Bunun gerçekleşebilmesi için de bazı şeklî şartlar ve güvenceler söz konusudur.

Herşeyden önce, yukarıda da değindiğimiz Bibi, insan hakkı ve adalet; de­ğişmez ve yüce normlara bağlanmış ve velâyet-i emr (yönetim) bu ilkelere, Şe­riat'e bağlı kılınmıştır (Câsiye, 45/18). İslâm Devleti'nde keyfîliğe, Polis Devle­tine, oportünizme yer yoktur. Anayasal ilkeler, katı ve değişmez ilkelerdir. Bu da insan hakkı ve adalet düzeninin güvencesidir. ,

İkinci olarak; bütün yöneticilerde ve kamu gücünü kullanma yetkisi verilen­lerde "adl" ve "kıst" bilgisi (Fıkh) ve ayrıca ahlâkî vasıflar (adalet) aranır. Yoksa sadece hâkim (kaazî)lerde değil! Bu da seçilme şartları bakımından Adalet Dev­leti'nin güvencesidir. "Emanetler ehline tevdi edilmelidir".

Üçüncü olarak; "velâyet-i emr", yöneticilik yetkileri; "ümmet"in tevdi'i ile biati ile elde edilir. Mutlak egemenlik (mülk) Allah'tandır. "Mülk", anayasal ilkeleri koyma yetkisini de kapsadığı, "ümmet"e ise bu ilkeleri değiştirme yetkisi verilmediği için, "ümmet"in yetkisi dahî "mülk" değildir. Sadece "yönetim" "tanzimî tasarruf" ve "yargı"yı kapsar. Bütün bu yetkiler de yine anayasal ilkeler çerçevesinde kullanılabilir. Yönetimin bütününden sorumlu olan "ul-ül emr"de de kazâ yetkisinin şartlarının bulunması aranır. Ancak bundan sonra ve bu şart ile yargı gücünün "ul-ül-emr" eli ile örgütlenmesi kabul edilebilir. "Velâyet-i ahd" usûlü ve hîle-i şer'iyye ile bu usûlün bir hanedanı iktidara getirmeye araç oluşu; Adalet Devleti'nin şeklî güvencelerinin ihlâli anlamındadır.

Âdem'in vârisi ve Nebî ve Resuller'in sonuncusu; Kâinat'ın övüncü olan Resûl-i Ekrem (S.A.); bütün bu ilkeleri en güzel biçimde tebliğ etmiştir. Mer­hum Ferid Kam’ın söylediği gibi: Bir mislini getirmiş olsaydı kilk-i kudret/ Beyt-ul-kasîd olurdun manzume-i cihanda/Mısra'ısın ki sun'un berceste tâ ezelden/Ferdiyyetinle kaldın Dîuân-ı kün-fekânda.

Resûl-i Ekrem'de (S.A.) bizim için en güzel örnek vardır. Ona uyan kurtulur, Ona uymayanın Hesab Günü’ndeki nedamet çığlığı: "Ne olurdu ben de Resul ile yoldaş olsaydım, onu izleseydim!" olur (Furkan, 25/27).

İnsan hakkı, adalet ve Adalet Devleti'nin eksiksiz öğretisi de onun mübarek dudakları arasından tebliğ edilmiştir. Bunu bilelim ve bu bilinci yitirmeyelim.