İslam Dünyası’nın
‘Rönesansı’nı batılılar mı yapacak?
İHSAN ELİAÇIK
“Ey Müslümanlar! Siz insan değil de sinek olsaydınız
vızıltınız İngilizlerin kulaklarını sağır ederdi!
Ey Hindistanlılar! Sizler su kaplumbağası olsaydınız
İngiltere adasını yerinden söker denize atardınız!”
Cemaleddin Efgani
İslam Dünyası dediğimiz coğrafya bir milyarlık nüfusu,
başta petrol olmak üzere yeraltı ve yerüstü kaynaklarıyla,
jeo-politik ve stratejik konumuyla Batılıların iştahını
kabartmaktadır. Bir zamanlar bu dünyaya vaziyet etmiş
Osmanlı bakiyesi Türkiye, sırtını dönmüşken Batılıların
gözü bütünüyle bu coğrafyadadır.
İslam dünyası; dinamik bir coğrafya
İslam dünyası bugün için yaklaşık ikiyüz ellişer milyonluk
beş bloktan oluşmaktadır; 1- Adriyatik’den Çin Seddi’ne
kadar Türkçe kökenli dilleri konuşan Müslüman topluluklar.
2- Hazar-İndüs havzasında Farsça kökenli dilleri konuşan
Müslüman topluluklar 3- Tüm Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ya
yayılmış Arapça konuşan Müslüman topluluklar 4- Afrikanca
kökenli diller konuşan orta Afrika Müslüman toplulukları.
5- Güney Asya’da Maleyce kökenli diller konuşan Müslüman
topluluklar. Bu beş blokta beş ülke öِne
çıkmaktadır; Türkiye, İran, Mısır, Nijerya ve Endenozya.
Bunlar Batının Amerika, İngiltere, Fransa, Almanya ve
İtalya’sına benzemektedir.
İslam Dünyası, Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihten
çekilmesiyle birlikte himayesiz kalmış, tarihinde göِrülmedik
bir şeklide Batı istilası yaşamıştır. Özellikle Fransız
Devrimi (1789)’nden sonra Mısır’dan başlayan istila ve
işgal dalgası nihayet merkezin (Osmanlı) çöküşü ile
birlikte nihayete ermiştir.
İslam Dünyası, dünyanın yaşayan en otantik geleneği olarak
çok canlı ve dinamik bir coğrafya görünümündedir. Bir
zamanlar dünyaya vaziyet etmiş olmanın, yenilgiyi
kabullenemeyen medeniyet gururunun ve son hak dine mensup
olma duygusunun verdiği güvenle dünya sistemine teslim
olmamakta, kendi “kızıl elması” ve “büyük ülküsü” yolunda
boyuna yeni hareketler ve akımlar şeklinde tarih sahnesine
çıkmaktadır. Münbit bir ovaya benzeyen İslam dünyası,
sürekli yeni hareketlere ve evrilmelere sahne olmaktadır.
Ovanın bir köşesinde bir çınar devrilirken başka bir
köşesinde yeni fidanlar boy vermektedir.
Bugün İslam Dünyasının en büyük sorunu kendini yaşayamama
sorunudur. İslam Dünyası kendi haline bırakılmamakta,
yaşaması gereken ihya ve tecdit sürecini bir türlü
yaşayamamaktadır. İşgal, sömürgecilik ve dış saldırılar
sürekli olarak iç hesaplaşmayı ertelemekte, kendisiyle
yüzleşme ve muhasebeye bir türlü sıra gelmemektedir. İslam
Dünyasının yenilikçi güçleri “işbirlikçi” durumuna
düşürülürken, gelenekçi güçlerin de içe kapanması
sağlanmakta, yenilik namına ne söylenirse tepki gösteren
ve kurtuluşu eskiye sarılmakta bulan şizofronik zihinler
üretilmektedir. Her iki halde de kaybeden İslam Dünyası
olmakta, dünyanın gözünde kendini yenileyemeyen, tarih
dışı kalmış, ölü bir medeniyet durumuna düşülmektedir.
Güvenlik mi yenilik mi?
İslam Dünyasının geçen bin yılın başından itibaren,
doğudan Moğolların batıdan Haçlıların saldırıları sonucu
“güvenlik sendromuna” girdiğini söylememiz mümkündür. Bu
dönemden itibaren ABD’nin özellikle 11 Eylül saldırısı ile
birlikte yaşadığı sendroma benzer bir ruh hali yaşanmaya
başlandığını gِrüyoruz.
Bir medeniyet ilk yükseliş çağında alabildiğine yenilik ve
öِzgürlük
havası yaşamakta, bir dış saldırı sonucu bu hava yerini
güvenlik ve savunma psikolojisine terketmektedir. Bir yere
kadar tabii sayılması gereken güvenlik ihtiyacı,
“sendroma” dönüşünce medeniyetin kendini yenilemesi öِnündeki
en büyük engel haline gelmektedir. Yenilikle beslenmeyen
güvenlik giderek eriten, yokeden, bitip tüketen bir sosyal
anafora döِnüşmektedir.
İslam Dünyasında bu anaforun havasını yansıtan en
öِnemli
figür Gazzali’nin geliştirdiği güvenliği
önceleyen, savunma psikolojisinin baskın eğilim olduğu
düşünme biçimidir. Zira Gazzali’nin yaşadığı çağ bir
çözülüş ve yıkılış çağıydı. Dışarıdan ve içeriden gelen
saldırılara karşı Abbasi monarşisine sarılmak güvenliğin
mümkün ve pratik tek yolu olarak görülüyordu.
H.
Hanefi’nin dediği gibi Gazzali’nin, Bağdat’daki
Abbasi/Selçuklu veya Nizamülmülk (ِl.
485/1092) yönetimini desteklemek amacıyla, tekçilik
lehine, çoğulcu düşünceyi öِldürdüğünü
söylemek mümkündür. Gazzali, itikatda Eş’arilik, fıkıhta
da Şafiiliği hakim kılarak hakikatı tekleştirmiştir. Akide
ve nassı kullanarak bir taraftan el-İktisat fi’l-İtikad
adlı eserinde halifeye güç ideolojisi sunarken; öِte
yandan İhya-u Ulumiddin’de, yönetilen halka bağlılık ve
itaat ideolojisi vermiştir. Böylece sultanın sıfatları ile
Allah’ın sıfatları arasında fark kalmamış; her ikisi de
alim, kadir, hayy, semi, basar, mütekellim ve murid
olmuştur. Bu sıfatları Allah zati sıfatları ve melekleri
aracılığıyla; sultan ise doğal yetenekleri, devlet
organları, istihbarat ve asayiş gِörevlileri
aracılığı ile gerçekleştirmektedir. Gazzali, Mutezile gibi
şer’i, aleni ve açık olsun, Batınilik gibi gizli olsun,
Haricilik gibi kِöktenci
ve silahlı olsun her türlü muhalefeti tekfir etmiştir.
Güce dayalı yöِnetimi
meşrulaştırmış ve böylece
hilafet bir sözleşme,
biat ve seçim olmaktan çıkmıştır.
Öyle
görünüyor ki Gazzali’yi buna iten sebep Abbasi Devleti’nin
zayıflığı, iç isyanlar, batıdan Haçlılar’ın, doğudan da
Moğollar’ın saldırılarına karşı koyacak güçlü bir
imparatorluğu ikame arzusu, yani güvenlik endişesidir.
Hindoloji (Hind Kültür ve Medeniyeti) üzerine dünyada
yazılmış ilk ciddi kitap (Tahkiku ma li’l-Hind) büyük
İslam bilgini Biruni’ye (ِl.
453/1061) aittir. Biruni bu kitabında Hind medeniyetinin
yükseliş ve düşüşü üzerine çok
ِnemli
tespitlerde bulunuyor. Biruni, Yunan ve Hind düşüncesi
birbiriyle kıyaslandığında, Yunan düşencesinin serbest
araştırma ruhuna sahip olduğu ve bu yüzden başarılı
oldukları, Hind bilginlerinin ise taklidçi ve içe kapanık
olmaları sebebiyle başarılı olamadıklarını söylemektedir.
Hinduların “manasız gururları”, hem Grek-Yunan ilmiyle
temas kurulmasını, hem de yükselen İslam vahyiyle
tanışmalarını engellemiş ve böylece Hindular arasında
cehalet artmış, ilmi verilerle dini inançlar karşı karşıya
getirilmiştir.
Öyle
gِrünüyor
ki Biruni’nin bahsettiği Hind medeniyetinin yaşadığı
güvenlik sendromunu, İslam medeniyeti, Gazzali’nin
yaşadığı yıllarda Moğol ve Haçlı saldırıları sonucunda
yaşamaya başlamıştır. O günlerden bu yana İslam medeniyeti
bu sendromdan kurtulabilmiş değildir. İbni Haldun’a göre
ise bu tabii olup, bir medeniyetin sonsuza kadar yükseliş
halinde olması mümkün değildir. Medeniyetler, düşüşten
sonra kendini yenileyerek, yeni sentezler yaratarak yoluna
devam ederler. Burada sorun İslam medeniyetinin düşüşten
sonraki yenilenmeleri yapıp yapamadığıdır. Kanaatimce
İslam medeniyeti düşüşten sonraki yenilenmeleri henüz
başaramamıştır.
Moğol ve Haçlı saldırılarının ardından yükselen Osmanlı
İmparotorluğu, esas itibariyle fikri ve ideolojik
temellerini Nizamülmülk, Maverdi, Gazzali, İbni Cemaa
vb.’lerinin attığı güvenlik, istikrar ve savunma
psikolojinin hakim olduğu Sunni Saltanat İdeolojisi’nin
tekrarından ibarettir.
Osmanlıların, bir Balkan devleti olarak, Bizans’a karşı
gelişen muhayyilesi, onu İslam dünyasını Bizans’a karşı
koruyup kollayan doğal hami durumuna getirmiştir. Zamanla
Osmanlı saltanatını eleştirmek onu “arkadan hançerlemek”
gibi algılanmıştır. Osmanlı çağında da esas itibariyle
güvenlik daima yeniliğe tercih edilmiştir. Böylece
dünyanın çoğu devlet ve imparatorluğunda olduğu gibi,
Abbasiler ve Osmanlılar da “güvenlik” diye diye tarihten
çekilmiştir. Öyle
görünüyor ki şimdi aynı siyasal kaderi ABD yaşamaktadır.
Halbuki güvenlik sendromuna girilmesinin nedeni
medeniyetin kendisini yenileyememesidir. Zira yeniliğe
kapandıkları için güvenlik sorunu yaşamaktadırlar. Bir
medeniyetin veya devletin güvenlik sorununu aşmasının
yolu, kendini içerden yenilemesidir. Yenilik güvenliği
tehlikeye atmayacak, tam tersi daha güvenlikli hale
gelinecektir. Bunun yolu yeniliği güvenlik için, güvenliği
de yenilik için isteyen, Elmalılı’nın dediği gibi “bir
kökün inkışaf seyrini” izleyen, sağlam bir yerli ve
yenilikçi duruşa sahip olmaktır.
İslam Dünyası şu an güvenlik ile yenilik arasında sıkışıp
kalmıştır. Yenilenmeye kalkışsa güvenlik elden gitmekte,
“protestanlaşmaya” alet olmakta, güvenliğe yoğunlaşsa,
“katolikleşmeye” ve “ortodokslaşmaya” alet olmakta, dini
monarşiler bundan yararlanmaktadır. Yani yenilenmeye
yönelsek Bush’un safına, güvenliğe yönelsek Saddam’ın
safına düşmüş oluyoruz.!
Bu
durumda bir “üçüncü yol” stratejisine ihtiyaç vardır.
İslam dünyası ne güvenliğini ne de yenilenme
faaliyetlerini “dışarıya” havele etmemelidir. Her ikisini
de kendisi yapmalıdır. İslam dünyası kendini
yenileyemediği için güvenlik sorunu yaşamaktadır.
Güvenliğini sağlayamadığı için yenilik ihtiyacı ortaya
çıkmaktadır.
Düşmanın sembolleri
Fransız devrimi (1789) ve hemen ardından gerçekleşen
Amerikan devrimi, insan hakları, demokrasi,
özgürlük, eşitlik, doğal hukuk vb. sloganlarıyla
gerçekleşmişti. Bu devrimlerin estirdiği rüzgar bütün Batı
alemini derinden etkilemişti. Devrimlerin yeni düzen
iddiasıyla geleneksel kurumlara ve görüşlere karşı açtığı
savaş, Edmund Burke (ِl.
1797) öِrneğinde
muhafazakar aristokrat tepkiyle karşılaşmıştı. Hegel (ِl.
1831) ile birlikte, “milli ruh” gerekçeli tarihçi okulun
Alman romantizmine ve milliyetçiliğine dayalı tepkisi,
“devrim ihracı” veya “dışarıdan nizamat verme”ye
kalkışmanın ne denli ters teptiğinin tipik bir öِrneğidir.
İngiltere ve Fransa’da demokrasi ve liberalizm yerli
zalimlere ve sömürücülere karşı yerli hareketler olarak
doğdu. Bununla beraber her iki ülkede demokrasi Amerika’da
olduğu gibi kendini kanıtlayarak gözle görülür başarılar
elde etti. Fakat Almanya demokrasiyle işgalci Fransız
orduları vasıtasıyla karşılaştı. Devrim ihracına yönelen
Fransa, Almanya’yı işgal ederek denetimi altına almaya
kalkıştı. İnsan hakları, demokrasi ve
özgürlük sloganları ile Almanya’ya giren Napolyon
orduları kısa sürede Alman milli ruhunun uyanmasına sebep
oldu. Fransız devriminin insan hakları ve demokrasi
sloganları Almanların gözünde “düşmanın sembollerine”
dönüştü. Almanya’nın felsefi ve siyasi muhayyilesi yabancı
işgaline duyulan bu tepki biçimlenmesine dayanmaktadır.
Alman ruhunu büyük bir felsefi sistem halinde inşa eden
ise Hegel olmuştur.
Hegel’de devlet tasavvurunun, ontolojisine paralel olarak
şekillendiğini görüyoruz. Hegel’in dünyasında “birey”
hiçbir şeyse “devlet” her şeydir. Ona göre devlet
özgürlüğün gerçekleşmesi olup Tanrı’nın dünyadaki
yürüyüşüdür. Hegel’e göre devletin kanunu, gerçekleşmiş
akıl ve ruh olması sebebiyle nesnel ruhun dışa vuruşudur.
Ona göre
zorlamanın olmaması şeklindeki liberal
öِzgürlük,
biçimsel,
öznel,
asli hedefinden ve amacından soyutlanmış bir anlayıştır.
Oysa bireyi zorlayıcı güçler insanın davranışlarını
devletin yüce aklına uydurmasıdır. Birey ancak bu şekilde
özgürlüğü yaşayabilir. Hegel’e göre toplum, zorunluluk
yasalarıyla tıpkı tabiat gibidir. Bu zorunluluk yasaları
içinde özgürlük iradi bir boyun eğmeyle bulunabilir.
Hegel, anayasa düşüncesine de karşı çıkmaktadır. Ona gِre
Tanrı’nın yeryüzündeki yürüyüşü olması yüzünden, devletin
anayasası sıradan insanların,
ölümlülerin
burnunu soktukları bir şey olamaz. Hegel açıkca mutlak
monarşiyi savunmaktadır.
Hegel, dünya tarihini birbirinden kopuk ve anlamsız
olaylar olarak değil, tezahür etmiş aklın ilerlemesi
olarak göِrür.
Ona göِre
tarihin her çağında bir millet “dünya ruhunu” temsil
etmekle gِörevlenir.
Diğer milletler haklarından mahrumdur ve hesaba
katılmazlar. Peki dünya ruhunun farklı zamanlarda dünyanın
hakimi olma görevini kime verdiğini nasıl bileceğiz?
Hegel’in bu soruya cevabı dünya tarihinin aynı zamanda
“dünya mahkemesi” olduğu şeklindedir. Ona gِöre
savaşta zafer kazanan millet dünya ruhunu temsil etmeye
hak kazanır. Savaşı kaybeden ise dünya ruhuyla uyum içinde
olmadığını göِstermiş
olur. Hegel, bu çerçevede dünya ruhunun kendini bir
sıraya göre dört ana çağda tezahür ettirdiği
kanaatindedir; öِnce
Doğu çağı gelir, sonra Yunan, Roma, ta ki nesnel hakikatle
özgürlüğün uzlaşmasını temsil eden Almanlarla dünya
ruhunun en yüce ilkeye erişmesine kadar.
Göِrüldüğü
gibi Hegel’in devlet anlayışı bir nevi “felsefi faşizm”
görünümündedir. Irkçılık, milliyetçilik, devlet ve lider
kültü, itaat ve güç vurgusu yüksek düzeyde
dillendirilmektedir. Tanrı’yı evren şeklinde tezahür eden
ilke olarak gören panteistik tasavvur topluma
giydirilerek, devlet şeklinde tezahür eden halk ruhu
(volkgeist) şeklinde algılanmaktadır. Keza dünyanın ruhu
da tarihin güçlü ve muzaffer devletleri şeklinde tezahür
etmektedir.
Hegel, bir anlamda Almanya’yı işgal eden “düşman” Fransız
devriminin tüm argümanlarını tersine çevirmekte, devrimin
liberal ideolojisi ne söylüyorsa tersini söylemektedir.
Birey yerine devlet, rıza yerine itaat, demokrasi yerine
monarşi, deizm yerine panteizm, eşitlik yerine üstün ırk
savunusu vs. tam anlamıyla Alman ruhunun isyanı şeklinde
ortaya çıkmaktadır.
Hegel’den söِz
açmamız şunun için öِnemlidir;
Bir ülkeyi insan hakları, demokrasi,
özgürlük vb. sloganlar ileri sürerek işgal ederseniz, bu
kavramlar o ülkenin muhayyilesinde “düşmanın sembollerine”
dönüşmektedir. Fransız işgali yıllarındaki Almanya ve
Hegel’in siyasi görüşleri bunun en çarpıcı öِrneğidir.
İnsan hakları, cumhuriyet ve demokrasi kavramlarının,
nicedir, İslam Dünyasında da “düşmanın sembolleri” olarak
algılandığını görüyoruz.. Hegel’in siyasi görüşlerine
dikkat edilirse Fransız devrimi ne diyorsa onun tam
aksidir. Tarihte bunun tersi de söz konusu olmuştur.
Örneğin
Muaviye tam savaşı kaybedecek iken, askerlerine
mızraklarının ucuna Kur’an ayetleri takmalarını istemiş,
dahice planladığı bu ataktan beklediği sonucu hemen almış,
Hz. Ali’nin ordusundaki çoğu hafız olan askerleri kuşkuya
düşürmüş ve rakibini bölmeyi başarmıştır. Burada da Hz.
Ali’nin ordusu sanki “sembolün düşmanlarına”
düşürülmüştür. Kur’an ayeti gibi bir sembol ortaya çıkınca
Hz. Ali cenahında dalgalanma başlamış, savaşı bu dahice
taktik yüzünden kaybetmişlerdir.
Demek ki bazen semboller düşmanın elinde mızrak haline
gelebiliyor. Bu durumda yapılması gereken düşmanı,
mızraklarının ucuna taktığı sembollerle sorgulamaktadır.
Hegel, kardeşlik, eşitlik, insan hakları ve demokrasi
kavramlarına karşı çıkacağına, Fransız devrimini
mızrağının ucuna taktığı bu değerleri öِnce
kendisi çiğnemekle suçlamalı ve “Önce
sen kendi söylediklerine uy” demeliydi. Keza Hz. Ali
taraftarları da, Muaviye’yi, mızraklarının ucuna
taktıkları ayetleri ilk çiğneyen olmakla suçlamalıydı.
Fakat onlar bunu bırakıp, Hz. Ali’yi sembole kılıç
çekmekle suçladılar.
Bugüne gelirsek, aynı şekilde bugün Batılılar
mızraklarının ucuna insan hakları, özgürlük, cumhuriyet,
demokrasi gibi kavramları takarak İslam Dünyasının üzerine
gelmektedirler. İslam Dünyasına bunları
yerleştireceklerini ileri sürmektedirler. Dindarın gözünde
ise bunlar “düşmanın sembolleri” olarak algılanmaktadır.
Türkiye’de bir kesimin “Kahrolsun insan hakları” şeklinde
slogan atması veya Ortaasya’da sokaktaki dindarın dilinde
dolaşan “tecditçi gavurluk” ifadeleri üzerinde iyi
düşünülmelidir. Halbuki ne saldıran insan haklarına
kendisi uymakta, ne de “Kahrolsun insan hakları” diyen
insanlar bütün haklarının yok olmasını kastetmektedir.
Keza tecditçi gavurluk ifadesi, yeniliğin “dışarıdan”
gelmesi ve
özü itibariyle dini yenilenmeye değil, dini tasfiyeye
yönelinmesine karşı çıkmaktadır. Burada Müslüman dindar
kendi haline bırakılmamasına tepki göstermektedir. Bu
tepki hem kendisini gericileştirmekte, hem de yenilikler
bir başka bahara ertelenmektedir. Her iki halde dinin ve
İslam’ın zararına olmaktadır. Sadece kör bir savaş
semboller üzerinden sürdürülmektedir. Bu durumda Batı
dünyasına karşı takınılacak tavır bu kavram ve sloganları
reddetmek olmamalıdır. Bilakis “Mızrağının ucuna taktığına
önce sen uy” denilmeli, sınırlarına çekilmesi, bizi kendi
halimize bırakması istenmelidir. Yani düşman, sembolüyle
yargılanmalı, bizi bize bırakmalıdır. Kavramlar düşmanın
sembolleri haline getirilmemelidir.
Tarih mahkemesi göstermiştir ki devrimler ihraç
edilemezler; bir toplumun iç dinamiklerinin çelişkisinden
fışkırarak doğarlar. Devrim ihracı, üzerine gidilen
toplumu savunmaya geçirir, güvenlik sendromuna sokar.
Toplum, iç dinamiklerini dondurur, güvenlik sendromu
kalkıncaya kadar ihtiyacı olan bütün yenilikleri erteler.
Bu da, o toplumun insanlığın genel yürüyüşüne geç
katılmasına neden olur, hatta gericileştirir, tarihin
dışına iter. Bu sebeple dışarıdan müdahele, devrim ihracı
vs. nereden bakılsa hem o toplumun, hem de genel olarak
insanlık yürüyüşünün zararına olmaktadır.
Batılılar kendi tarihlerine bakarlarsa insan hakları ve
demokrasi söyleminin Katolik Kilise zulmüne karşı
geliştirilmiş dönemin kimi saygın sembolleri olduğunu
görürler. Aforoz, diri diri yakma, engizisyon gibi “Tanrı
Devleti” adına işlenen zulümlere karşı İnsan hakları ve
demokrasi kavramları yükselmiştir. Şimdi aynı kavramları
kullanarak kendileri aynı şeyleri nasıl yaparlar? İnsan
hakları, demokrasi,
öِzgürlük
gibi sözcükler,
daha çok insanlığın batılı vicdanından çıkmış bir takım
“iyi şeylerin” kastedildiği kavramlardır. Bir takım iyi
şeyler olması Batıdan çıkmış olmasından değil, bir
zamanlar (Katolik) dini zulüm ve despotluğuna karşı “ortak
iyinin” vicdanı ve sesi olmasından dolayıdır. İnsanlığın
adalet ve iyilik arayan damarı bazen farklı tarzlarda ve
ifade biçimlerinde tezahür eder. Sonra kendi kendisini
inkar ederek yerine başka tarz ve tezahürlere bırakır.
Geriye o bir takım iyi şeylerin tortusu kalır. Batılıların
dilinde dolanan insan hakları, demokrasi,
özgürlük, hukuk vb. kavramlar işte bu tortulardır. Batılı
vicdan ürettiği ortak iyiye dair kimi kavramları
tortulaştırmış, dondurmuş ve hatta onlara ihanet etmiştir.
Şimdi insanlığın iyilik ve adalet arayan damarı, yeniden
harekete geçecek yollar ve kanallar aramaktadır.
Meşveret ve demokrasi karşılaştırması
Demokrasi ile İslam’ı yanyana getirerek birbirinin zıddı
veya aynısı gibi göstermek yanlıştır. Birisi din diğeri
yönetim biçimidir. İslam, örneğin Hrıstıyanlık, Yahudulik,
Budizm, Hinduizm vb. dinlerle karşılaştırılabilir.
Demokrasi de yönetim biçimi olduğu için monarşi, oligarşi
vs. ile karşılaştırılır. Kategorik olarak ayrı oldukları
için kendi denkleriyle karşılaştırılmalıdırlar.
Doğru olan İslam’ın yönetim işleri için
önerdiği meşveret değerini ve bundan çıkarılabilecek
değer ilkelerini (açıklık, şeffaflık, katılımcılık),
monarşi, oligarşi veya demokrasi modelleri ile
karşılaştırmaktır. Eğer bu yönetim biçimleri meşveretin
öngördüğü değer ilkelerini sağlıyorlarsa iyidirler, yoksa
kötüdürler.
Monarşi, oligarşi ve demokrasi esas itibariyle Batı
toplumlarının siyasi tecrübesinden çıkmıştır. Böyledir
diye bu kavramlara olan ilgimizde herhangi bir azalma
olmayacaktır. Çünkü aynı tecrübeleri Doğu toplumları da
yaşamış, fakat onların ürettiği kavramlar siyaset bilim
literatürüne girememiştir. Şu anda genel olarak siyaset
literatürü bu dille oluştuğu için, biz de bu dili
kullanmayı tercih ediyoruz. Nitekim yeri geldikçe “doğuyu
Batının, Batıyı Doğunun diliyle açıklamak” dediğimiz tarzı
sürdüreceğiz.
Aslolan bir topluluğun bütün kamu işlerinin açıklık,
şeffaflık ve katılımcılıkla yürütülmesidir. Biz bunlara
meşveretin değer ilkeleri diyoruz. Meşveretten maksat
danışma, danışmadan maksat katılımı artırmak, ortak
(kollektif) aklı bulabilmektir. Halk egemenliği anlamı
verilen demokrasinin tam olarak “danışmanın egemenliğini”
sağlayacağı ve ortak aklı bulabileceği en azıdan
şüphelidir. Demokrasi de nihayetinde bir modeldir.
Meşveretin değer ilkelerini ne derecede sağlayıp
sağlayamayacağına şüphe ile bakmak durumundayız. Çünkü
değer soyut olduğu için şüphe götürmez, zihnimizdeki
“ortak iyiyi” yaşatır. Ama bir model somuta indirgenip,
insan eli değdiği için tecrübenin alanına girer.
Yanlışlarıyla gelişir, ilacını acılardan alarak iyileşir.
Demokrasiye de böyle bakılmalıdır.
Önemli
olan yönetimde bir kişinin, bir gurubun veya halkın egemen
olması değil, meşveretin değer ilkelerinin; açıklığın,
şeffaflığın ve katılımcılığın yani tümüyle “meşveretin”
egemen olmasıdır.
Bir kişinin yönetimi olan monarşide danışma bir kişiyle
sınırlı kalmaktadır, istese danışmayabilir. Üstelik
böylesi bir yönetimde işi üzerine alan monark veya sultan,
kendisinden sonra soyundan birisini getireceği için
danışma yolu tümden kapanmaktadır. Çünkü danışılacak bir
şey yoktur; monark veya sultandan sonra kimin yönetime
geleceği
önceden bellidir. Burada meşveret kapısı tümüyle
kapanmıştır. Dolayısıyla monarşi veya saltanat
özü itibariyle meşveret dışıdır.
Aynı şey bir gurubun yِnetimi
tekelinde tuttuğu oligarşi veya hanedanlık için de
geçerlidir. Burada da meşverete yer yoktur, çünkü
yönetimin kime geçeceği
önceden bellidir. Ancak monarşiye nazaran iktidar tekeli
kişiden guruba veya azınlığa doğru biraz genişlemiştir.
Danışma bu durumda bu azınlık arasında dönüp dolaşan bir
oyun olmaktadır.
Demokrasi de ise iktidar tekeli halka doğru daha da
açılmaktadır. Bu durumda meşveretin kapsam alanı daha da
genişlemekte, meşveret halkın en alt tabakalarına kadar
yayılabilmektedir. Görülüyor ki monarşi ve oligarşiye
nazaran demokrasi, meşvereti daha fazla alan açmakta,
meşverete resmen muhatap kişilerin sayısını alabildiğine
artırmaktadır. Demek ki danışmanın egemenliği en çok
sayıda insanın meşveret alanı içine girdiği bir modelde
daha çok mümkün olmaktadır. Bunun Batılı toplumların
tecrübesindeki adına demokrasi denmektedir.
Fakat demokraside de iş hemen bitmemekte, diğerlerinde
varolan ihtimaller burada da sürmektedir. Doğunun diliyle
meşveret adı altında halka danışılıyormuş gibi yapılıp,
Batının diliyle de demokrasi adı altında bütün halkın
katılımı sağlanıyormuş gibi yapılıp, altan alta monarşi ve
oligarşi eğilimlerini devam ettirmek söz konusu
olabilmektedir. Ki genellikle demokrasinin uygulandığı
iddia edilen ülkelerde olan da bundan başkası değildir.
Keza Batılı muhayyiledeki demokrasi kavramı kendi içinde
paradoksu da barındırmaktadır. Örneğin demokrasiyi yıkıp,
monarşiyi getireceğini söyleyen bir partinin, demokrasinin
mantığı gereği seçimlere girmesi ve kazandığı takdirde
vaatlerini yerine getirmesine müsaade edilmesi
gerekmektedir. Fakat bu olduğu takdirde de demokrasinin
kendisi yıkılacaktır. Aynı şey doğulu (İslam)
muhayyiledeki meşveret kavramı için de geçerlidir;
istişareden, bir daha kitlesel istişareye başvurulmadan
bütün yönetim işlerinin tek bir kişiye ve onun soyundan
gelenlere devredileceğini savunan bir görüş çıkarsa ne
olacaktır? Meşveretin gereği yapılıp iktidar söz konusu
kişiye ve soyuna devredilebilecek midir?
Demek ki mutlak demokrasi veya mutlak meşveret mümkün
değildir. O halde mutlak ne ile mukayyet hale
getirilecektir? Yani sınırsız bir demokrasi veya sınırsız
bir meşveret ne ile sınırlandırılacaktır? Biz bu sınırın
kavramın bizatihi kendisi olacağını söyleyeceğiz. Yani
demokrasi demokrasi ile, meşveret meşveret ile
sınırlandırılabilir. Keza, adalet adalet ile, ehliyet
ehliyet ile, insan hakları insan hakları ile,
özgürlük özgürlük kavramlarıyla sınırlandırılabilir. Bu
şu anlama gelmektedir; demokrasi yoluyla iktidara gelen
demokrasinin kendisini, meşveretten çıkan görüş meşveretin
kendisini, adalet adına adaletin kendisini, ehliyet adına
ehliyetin kendisini, öِzgürlük
adına
özgürlüğün kendisini ortadan kaldıramaz. Kavramın, bizzat
kendisini savunma ve koruma hakkı vardır. Şu halde devlet
keyfi ve yanlı kavramlar üzerine değil, herkese lazım
olacak, herkese ait kavramlar üzerine bina edilmelidir.
Çünkü onlar kalktığı zaman bütün herkes zarar gِrecektir.
Bu kavramları koruma ve kollama gِrevi
ise devletin güvenlik güçlerine değil, doğrudan halkın
kendisine aittir. Eğer halk bu kavramları koruma ve
kollama bilincinden yoksunsa zaten yapılacak bir şey
kalmamıştır. Artık iş bu kavramları benimseyememiş halkın
bu bilinci kazanması için gerekli çalışmaları yapmaktadır.
Demokrasiyi özümsememiş bir halka demokrasiyi devlet
eliyle benimsetmeye çalışmak sonuç itibariyle diktatörlüğe
dönüşmektedir. Veya aşiret geleneklerinin hüküm sürdüğü
bir toplumda demokrasi uygulamaya çalıştığınızda buradan
bir “ağa demokrasisi” çıkacağı kesindir. Burada nihai
amaç, bütün toplum fertlerinin yüksek derecede bir
demokrasi kültürü ile donanması veya danışmaya layık
kimseler haline gelmesini sağlamaktan başka çare yoktur.
Bu da kültür ve eğitimle mümkündür, bu süreçleri
hızlandırıcı çabalar içine girmek gerekmektedir.
Anlaşılmış oluyor ki Kur’an’ın meşveret değer ilkeleri;
açıklık, şeffaflık ve katılımcılık, monarşi ve oligarşiden
ziyade her şeye rağmen demokrasi modelinde somutlaşabilir.
Meşveret bir “soyut” değer ve İslam kültürünün
öz kavramı iken, demokrasi buna en yakın “somut” batılı
bir tecrübedir. Soyut değer ile somut model birbirinin
açılımı olarak görülebilir. Bu açılım insanlığın ortak
tecrübesini ilerletecektir. Medeniyet gururları
aşılabilir, öِteki
sendromundan kurtulunabilirse kazanan, ortak akıl
olacaktır.
Açık olan şu ki meşveret kavramı İslam Dünyasında ete
kemiğe bürünememiş, somutlaşamamış, kurumsallaşamamıştır.
Hz. Ömer’in
yedi kişilik şurası, zamanla yetmiş milyon kişilik
kitlesel meşveret kurumuna dönüştürülememiştir. Şurası
unutulmamalı ki istişarede rahmet vardır. Kitlesel
meşveret bizi halkın içindeki saklı potansiyellerle
tanıştıracaktır. Kimbilir, aradığımız bir görüş veya
yetenek halkın içinde saklı duruyordur. Belkide böylesi
bir görüş veya yetenek yıllardır meşveretin kapısını
çalmasını bekliyordur. İşte yaygın meşveret bize bunu
sağlayacak, devlet bir gurubun elinde dönüp dolaşan bir
güç aracı olmaktan çıkacaktır. Güç tüm topluma
yayılacaktır. Veya kitlesel meşveret ile toplumun dağılmış
güç ve enerjisi devlet katına taşınacaktır. Toplumsal
devinim ve dinamizm ortaya çıkacaktır. En alt tabakadaki
bir kimse meşveretin kapısını çalması neticesinde devletin
en üst katına kadar yükselebilecektir. Saklı yeteneklere,
gizli kalmış potansiyellere fırsat verilmiş olacaktır.
Allah’ın kimseyi ayırmadan tüm insanlara dağıttığı akıl ve
hikmeti bulup ortaya çıkarmanın tek yolu meşverettir. Bu
anlamda meşveretin değer ilkeleri, dağılmış akıl ve
hikmeti arayıp bulma, ortak aklı yakalama çabası
olmaktadır. Çünkü akıl ve hikmet bir kişiye veya bir
guruba değil tüm insanlara dağıtılmıştır. İnsanlar akıl ve
hikmetten kendi çapları oranında pay almışlardır. Bu
payları birleştirerek bütünü yakalamak gerekmektedir. Akıl
ve hikmet en güçlü haliyle bu bütünde ortaya çıkacaktır.
Bu manayı ifade için olsa gerek “Bir bilene danış, danışan
dağlar aşmış” denilmiştir. Arının çiçeklerden topladığı
malzemeyi kovanda bala dönüştürmesi gibi, devlette mümkün
olan en çok sayıda insandan görüş alarak, bunları devlet
kovanında işe dönüştürmelidir. Devletin ortak akılla
hareket etmesi dediğimiz şey budur. Bunun aracı ise bir
toplama, katma ve süzme fiili olan meşverettir.
Bir yönetim modeli olarak demokrasi anlattığımız bu
gerekçeler sebebiyle İslam’ın karşısına konulacak bir
kavram değildir. Hz. Ömer
meşveret kavramının içeriğini İranlılardan aldığı “divan”
modeli ile doldurmuştur. Halbuki divan Fars muhayyilesinde
“şeytanların toplandığı yer” anlamına gelmekteydi. Fakat
bu Mecusi felsefi içeriğini zamanla kaybetmiş,
tortulaşmış, giderek bir devlet danışma kurulu anlamında
bir tekniğe dönüşmüştü. Hz.
Ömer
bu kurumu almaktan çekinmedi. Divan kavramını “düşmanın
sembolü” olarak görmedi. Bununla bir takım iyi şeylerin
kastedilmekte olduğunu sezdi. Divan modeli o gün için
meşveretin değer ilkeleri için uygun bir açılım
sağlıyordu. Kur’an değerin kendisini vermiş, açılımını
dönemin Müslümanlarına bırakmıştı. Bunu gِren
Hz. Ömer,
divan modelini almakla dinini sulandırıp bozmamış, tam
tersi Fars devlet tecrübesini yeni bir gözle okuyarak,
insanlıkta doğru namına ne kalmışsa kendine katmış,
sürdürmüştür. Dağılmış akıl ve hikmeti, ortak iyiyi
bünyesinde toplayarak insanlığın en büyük kovanını inşa
etmiştir. Balını bu kovandan süzerek çıkarmıştır.
Bugün de Müslümanlar meşveretin değer ilkeleri; açıklık,
şeffaflık ve katılımcılığı, şu an dünyanın geldiği en son
ve ileri biçimiyle demokrasi modeli ile doldurabilirler.
Bu, körü körüne bir taklit değil, insanlıkta doğru namına
ne kalmışsa sürdürme, moderni kadimin gözüyle yeniden
okumadır. Demokrasiye Batılı düşünürlerden kimilerinin
felsefi mana katarak “Tanrı’nın elinden egemenliği alıp
halka vermek, hakimiyeti gökten yere indirmek” şeklinde
tanımlamalarının hiçbir anlamı yoktur. Çünkü bir kavram ve
kurum kimin elindeyse ona gِre
şekil alır. Kavram ve kurum alışverişi, kan alıp verme
gibidir. Vucut kendine uygun olmayan kanı alamaz, uygun
olanı alır ve onunla kendini geliştirebilir. Aradığımız
kanı Batıda bulursak ve kan grubu uyuyorsa “Düşmanımdan
kan almam” diyerek red mi edeceğiz? Kaldi ki alacağımız
şey, değişmez bir değer değil değerin açılımı olabilecek
değişebilir bir modeldir. Değer noktasında değil ama,
model üretme noktasında Batılıların bizi geçtiğini, ortak
iyiyiye yeterince katkı sağlayamadığımızı, bu konuda geri
kaldığımızı itiraf etmeliyiz. Bu bizi geriletmeyecek
ilerletecektir. Meşveret gibi çağlar üstü bir değeri
demokrasi gibi çağdaş tecrübe ile açtığımızda Batılılardan
çok daha ileri bir noktaya gelebiliriz.
Öte
yandan İslam Dünyasındaki demokrasi tecrübesinin Batıdaki
gibi tezahür etmeyeceği unutulmamalıdır.
Sorun ne İslam’da ne de Kur’an’dadır. Kur’an bir devletin
neye ihtiyacı olduğunu çok güzel vermektedir. Hatta
denilebilir ki Kur’an model noktasında bilinçli bir susuş
içindedir. Değeri vermekte, modeli bize bırakmaktadır.
Kur’an’a doğru sorular sorup, doğru cevaplar almasını
bilmek lazımdır. Geriye bu çağlarüstü muazzam değerleri
ete kemiğe büründürmek, taşa toprağa sindirmek
kalmaktadır. Meşveretin değer ilkelerinin bir Müslümanı
heyecanlandırmaması mümkün değildir. Çünkü dünyanın
binlerce yıldır arayıp durduğu değer ve ilkeler burada
vardır. Fakat bunu nasıl vucutlaştırmalı, somut bir kurum
haline nasıl getirmeliyiz? İnsanlara “İşte Kur’an’ın
meşveret dediği bu!” diye nasıl göstermeliyiz? Geçmişte
üretilmiş kurumlar çoktan tarihten çekilmiştir.
Üstelik bugünün dünyasında çok gerilerde kalmaktadırlar.
Bu durumda yapılması gereken Hz.Ömer’in
yaptığını yapmaktır. İnsanlığın ortak tecrübesini kendi
tecrübesi olarak gِrmek,
doğru namına ne kalmışsa sürdürmektir. Keza Farabi’nin
yaptığını yapmaktır; eski medeniyeti kendi gözüyle yeniden
okumak ve yitik ortak iyiyi kendine ait kılarak
güçlenmektir. Burada meşvereti demokrasi ile doldurmak,
Batıda ne varsa çöp sepeti gibi alıp doldurmak olarak
anlaşılmamalıdır. Burada kastedilen sistem anlayışı, temel
kurum ve kuralların benimsenmesidir. Bunun
özünde de açıklık, şeffaflık ve katılımcılığı sağlayacak
kurum ve kurallar gelmektedir; seçimler, partiler,
parlemento, referandum vb.
Batıda cumhuriyet adına yapılan kalkışmanın Tanrı’ya karşı
değil, Tanrı’yı yeryüzünde temsil ettiğini iddia eden
“Tanrı Devleti’ne” karşı olduğuna dikkat edilmelidir.
Nitekim Batıdaki üç büyük cumhuriyet yanlısı devrimin,
yani İngiliz, Fransız ve Amerikan devrimlerinin
ideologlarının temel metinlerine baktığımızda bu vurgu
açıkca görülmektedir. John Lucke, Montasgueau, J.J.
Rousseau, Thomas Paine gibi düşünürlerin konuyla ilgili
kitapları bunu göstermektedir. Bunların hepsi yönetme
hakkının Tanrı tarafından kilisenin tekeline
bırakılmadığını, bilakis bu hakkın yaratılıştan
kaynaklanan eşitlik gereği tüm insanlara verildiğini,
bunun yolunun da rızaya dayalı sözleşme olduğunu
söylemektedirler. Bu haliyle bu fikirleri getirip İslam’ın
karşısına koymanın hiçbir anlamı yoktur. Tam tersi, bu
fikirler Hrıstıyanlığı İslam’a yaklaştırmaktadır.
Öte
yandan şunu da itiraf etmeliyiz; modern dönemde demokrasi
modeli Batı toplumlarında kayda değer bir ilerleme
kaydetmiş, bu model İslam dünyasında gelişememiştir. Bugün
bize meşveretin değer ilkelerini öِğreten
Kur’an’ın indiği topraklarda, Hz. Peygamberin yurdunda,
İslam dünyasının kalbinde hala mutlak monarşi vardır.
İslam yurtlarının her bir yanında kabile diktatörleri,
gerici Arap monarşileri veya modern laikçi oligarşiler
hüküm sürmektedir. İslam dünyasında bu yönetimleri
destekleyen kimi ulemanın diktatörlüklere değil
demokrasiye küfür fetvası vermesi oldukça düşündürücüdür.
Bu mantığa göre asıl küfrün diktatörlük olması gerekir.
Çünkü demokraside hakimiyet halka verilirken diktatörlükte
tek bir kişiye verilmektedir. Oysa meşveret kavramı ve
değer ilkeleri monarşi veya oligarşiden ziyade demokrasi
modeline daha yakın durmaktadır. Geçmiş asırlarda üretilen
Ehlu’l-Hal ve’l-Akd uygulaması meşveretin baskın bir
monarşik ortamda ne kadar gelişebileceğinin tipik öِrneğidir.
Kur’an’ın öِlümsüz
değeri meşveret, geçmiş asırlarda oligarşi veya monarşi
tarafından boğulmuştur. Hatta kavram savaşında “monarşi
meşvereti yenmiştir” demek bile mümkündür. Bu tesbiti
yapmadıkça sıçrama yapmak mümkün olmayacaktır. Batıda
gelişen sözleşme kavramı nasıl “Medine Sözleşmesine”
düşülmüş eksik bir dipnot ise, demokrasi kavramı da
meşveret kavramına ve değer ilkelerine düşülmüş eksik bir
dipnottan başka bir şey değildir. Dipnotu doğrultarak
metne dahil etmek, metni metin olmaktan çıkarmaz, dipnotu
dipnot olmaktan çıkarır...
İhraç değil
inkışaf
Meşveretten
öِzü
itibariyle üç değer ilkesi çıkarıyoruz; açıklık,
şeffaflık ve katılımcılık. Kavramın
(ŞVR) etimolojik analizi dahi bunu
göstermektedir. Bu değer ilkeleri ile birlikte meşveretin
“Devleti kim yönetmeli?” sorusuna verilmiş esaslı bir
cevap olduğunu ileri sürüyoruz. Meşveret değerinin
üretilecek bir kurumsallaşama ile somutlaştırılması
gerektiğini, bunun Müslüman fakihlere ve siyaset
düşünürlerine bırakıldığını söylüyoruz. Bu somutlaştırma
ve kurumsallaşma inkışafının, insanlığın geldiği şu anki
noktadan geride kalmaması gerektiğine dikkat çekiyoruz. Bu
noktada Batılı tecrübede gelişen cumhuriyet ve demokrasi
modeli yeniden okunmalı, kalınan yerden daha ileriye doğru
devam edilmelidir diyoruz. Bunun körü körüne bir
Batıcılıkla değil, İslam kültürünün geçmişte en güzel öِrneklerini
gösterdiği gibi “insanlıkta doğru namına ne kalmışsa
sürdürme” ve “eskiyi yeninin, yeniyi eskinin diliyle”
ifade etme dediğimiz anlayış çerçevesinde yapılması
gerektiğini savunuyoruz.
Bugün sorun, İslam dünyasının, Batıdan gelen insan
hakları, demokrasi,
özgürlük vb. kavramları içselleştirme, bunların aslında
İslam’da varolduğuna dair fetvalar arama sorunu değildir.
Sorun İslam Dünyasının tarihin gerisinde kalarak kendini
dondurması, yaşaması gereken tabii süreci yaşayamaması, iç
dinamiklerini inkışaf ettirememesi, Batının İslam
Dünyasının üzerine gelmesiyle de bu sürecinin uzayıp
durmasıdır.
İslam Dünyasına demokrasi ihraç etmeye kalkan batılılar ve
öِzellikle
ABD’nin yanlış bir yolda olduğu ortaya çıkmış oluyor.
Batılılar eğer İslam Dünyasının kendi
özgün medeniyet karakteriyle insanlığın yürüyüşüne
katılmasını istiyorlarsa yapacakları tek şey “göِlge
etmemeleri”dir. Fransızların, Almanlara yaptığını
yapmamalarıdır. Aksi halde İslam dünyasının Hegellerinin
çıkması içten bile değildir. Bu ise genel olarak
insanlığın zararına olacaktır. İslam Dünyası kendi haline
bırakıldığı takdirde, kendini yenileyecek, kendi
rönesansını kendisi yapabilecek yenilikçi potansiyellere
sahip bulunmaktadır. Hatta bu hususta Batıdan çok daha
ileride olduğunu söylemek bile mümkündür. Ancak ne var ki
batının işgal, sömürü, saldırı, ele geçirme, denetim
altına alma, ihraç ve fethetme hırsları yüzünden İslam
Dünyasının yerli güçleri, yenilenme işini ertelemekte ve
savunmaya geçmektedirler. Batı, İslam dünyasına demokrasi
ihracı sevdasından vazgeçmeli, kendi demokrasisini
geliştirmeye bakmalıdır. İslam Dünyası, dışarıdan
“demokrasi ihracı” yoluyla değil, içeriden “meşveret
inkışafı” yoluyla kendi siyasal yenilenmesini
başarabilecek güçtedir. Kendi diktatِrlerini
kendisi devirecek, kendi bahçesini kendisi
temizleyecektir. Bu konuda bir batılı tecrübe olan
demokrasiyi yeniden okuma, Yunan düşüncesini yeniden
okurken yapıldığı gibi seçeneklerden sadece birisi
olacaktır. “İnsanlıkta doğru namına ne kalmışsa sürdürmek”
peygamberane bir tutum olup İslam Medeniyetinin en esaslı
karakterlerinden birisidir. Yeter ki bu dünya kendi haline
bırakılsın, gölge edilmesin.
Bu
söylediklerimiz batılılara yönelik bir “işbirlikçilik”
çağrısı değildir. Bir anlamda söylediklerimizi “Sizin
insan hakları ve demokrasi ihraç etmenize gerek yok, biz
sizin adınıza bunu yapacağız zaten. Biz içeriden bunu
yaptıktan sonra siz dışarıdan gelip işgalinizi rahatlıkla
tamamlayabilirsiniz” şeklinde okumak yanıltıcıdır. İslam
Dünyasında, bir taraftan içeriye yönelik insan hakları,
demokratikleşme ve yenilik yanlısı bir söylemi, diğer
taraftan dışarıya karşı da İslam toprağında duran,
bağımsızlıkçı bir söylemi dillendirmek mümkündür. İnsan
hakları ve demokrasi söylemi Batı taşeronluğu,
bağımsızlıkçılık da statükoculuk olmak zorunda değildir.
Sonuçta bütün bunlar İslam Dünyasının çıkarını,
güvenliğini, inkışafını, yenilenmesini savunan bir
anlayışın elinde İslam Dünyasının lehine, batının aleyhine
bir duruşa dِöüşecektir.
Bundan sadece iki kesim zarar görecek ve fevaran
edecektir; 1- İslam dünyasının yerli despotları,
diktatörleri, gelenekçileri, gerici Arap rejimleri, laikçi
oligarşileri. 2- Bütünüyle Batı alemi. Bu anlayışı
kafaları taşeronluk ve statükoculuğa şartlanmış iki
kesimin kavraması da mümkün gِrünmemektedir.
Çünkü her ikisi de tıkanmış olup İslam Dünyasını ayağa
kaldıracak üçüncü bir yol, yeni bir sentez, yeni bir dil
lazımdır.
İslam Dünyası’nın “Rönesansını” Batılılar mı yapacak?
Sözün geldiği bu noktada olayın teorik boyutlarından sonra
yaşanan pratiğe dair kanaatlerimizi de beyan etmemiz
zorunlu hale gelmiştir.
“İslam Dünyasının Rönesansı”ndan kastımız, İslami
literatürde “ihya ve tecdit” olarak geçen diriliş ve
yenilenme hamlesidir. Bilindiği gibi ihya diriliş, tecdit
de yenilenme anlamına gelmektedir. Bu durumda “İslam
Dünyasının Rönesansı” demek, “İslam dünyasının dirilişi ve
kendini yenilemesi” demektir. Batılılar, öِzellikle
ABD kendisini bu işle görevli saydığı için, onların
diliyle “rönesans” kelimesini başlıkta
ِzellikle
kullandım.
İslam Dünyasının dirilişinin ve kendini yenilemesinin, bu
dünyanın yerli güçlerine bırakılmayacak kadar
önemli olduğunu, bu işe el atılması gerektiğini, aksi
halde batı medeniyetinin ciddi bir meydan okuma ile
karşılaşabileceğini ileri süren Batılı düşünürler bu işe
oldukça hevesli görünüyorlar. Fakat hesapları yanlış,
planları boştur.
Afganistan’da uçaklardan atılan bildirilerde “Bush’un
İslam’ı kurtaracağı” ifadeleri yer almaktadır. Aynı şeyin
Irak’ta da yapılacağını tahmin etmek zor olmasa gerek.
Demek ki Bush, doğrudan Bağdat’a atayacağı bir “genel
vali” ile, İslam dünyasını gerilikten, ortaçağ
kalıntılarından, terör üreten tarih dışı kalmış (selefi)
yorumlardan kurtaracak, İslam’ın çağdaş yorumunu yapacak,
demokrasiyi getirecek, İslam dünyası ABD sayesinde hızla
kalkınmaya, dirilmeye, yenilenmeye başlayacaktır(!)
Oysa bu argümanların gerisinde yatan düşünce hiç de ileri
sürüldüğü gibi görünmüyor. Bu iddialara bakılırsa ABD
sanki dünyanın kurtarıcı iyilik meleğidir. Biz kendimizi
kurtaramayınca iyilik meleği harekete geçiyor, Hızır gibi
imdadımıza yetişerek bizi Saddamlardan kurtarıyor. Bu
hususta hiçbir fedakarlıktan çekinmiyor, kendi evlatlarını
bile feda edebiliyor. Bize sadece bol bol dua etmek
kalıyor...
ABD’nin İslam Dünyasına neden ilgi gösterdiğini bilmeyen
yoktur. ABD, İslam Dünyasına sadece kendi “pragması” için
gelmektedir. Çünkü onun tanrısı dolarının üzerinde
inanıldığı yazılan tanrı değil, bizzat doların kendisidir.
ABD felsefesinin “pragma” üzerine kurulu olduğunda şüphe
yoktur. ABD’nin bunun dışında bir şey için kılını bile
kıpırdatmayacağı gün gibi aşikarken, “demokrasi getirmek”,
“insanlığı kimyasal silahlardan kurtarmak” vs. gülünç
iddialardır. İslam dünyasının en koyu dini monarşisi
Suud-i Arabistan’a yönelik hiçbir insan hakları ve
demokrasi talebinde bulunmayan ABD, İslam dünyasının en
“laik” rejimi Irak’ı yıkarak demokrasi getirmekten
bahsetmektedir. Keza BM kararlarını defalarca ihlal eden
İsrail’e sonuna kadar destek veren ABD, Irak’ı BM
kararlarına uymamakla suçlamaktadır. Kaldıki BM’nin
kimyasal silah üretimine yasak getiren kararına
uymayacağını açıklayan bizzat kendisidir. Bugün dünyada BM
denetçilerinin araştırma yapması gereken iki ülke varsa
bunlar ABD ve İsrail’den başkası değildir.
Şu
an ABD’de, yönetimi etkileyen güçlü bir Yahudi lobisi
bulunmaktadır. ABD’nin amacı Asya ve Ortadoğu enerji
kaynaklarını kontrol altına alarak “Büyük İsrail”
projesinin öِn
hazırlıklarını yapmaktır. ABD, Irak’ın bütünlüğünü
koruyarak, doğrudan atacağı bir genel vali ile,
Bağdat’dan, Irak’ı ileriki onyıllarda İsrail ile
bütünleştirecek hazırlıklar yapacaktır. İrak’ın güneyinden
bir bölge Ürdün’e verilerek, Filistinliler buraya göçe
zorlanacaktır. Güneyde bir Şii devleti ile kuzeyde Kürt
devleti projesi, Irak ele geçirilinceye kadar Irak’lı
muhaliflerin desteğini almak için ortaya atılmaktadır.
ABD-İsrail-Irak ekseni bölgede öِzellikle
Türkiye’nin önemini azaltacaktır. Irak savaşından
güçlenerek çıkan İsrail olacaktır. ABD ile birlikte İslam
dünyasına yönelen Türkiye’nin,
öteden beri İslam dünyasına sırtını dönen tavrında,
ABD-İsrail-Irak ekseninden sonra köklü değişiklikler
gündeme gelebilir. Türkiye’nin yüzünü Afganistan ile
Asya’ya, Irak ile Ortadoğu’ya çevirmesiyle birlikte,
geleneksel “Pax-Ottoman” genlerinin harekete geçmesi
mümkündür. Tarihin ve coğrafyanın dayatması ile Türkiye
bölgedeki rolünü gözden geçirmeye yönelecek gibi
görünüyor.
Bin yıllık tarihi kırılma
Bin yıllık tarihi boyunca İslam dünyasının koruyucu
hamiliğini yapmış Selçuklu-Osmanlı varisi Türkiye,
Roma-Bizans varisi ABD’nin bölge üzerindeki planlarına
yardım ve yataklık yaparak bin yıllık çizgisini
değiştirmek ve tarihinde ilk kez karşı tarafa geçmek
üzeredir. Roma-Bizans bakiyesinin, Selçuklu-Osmanlı
bakiyesine “saldırısına” yardım ve yataklık yaparak tarihi
misyonunu inkar etme ile karşı karşıyadır. “Bizansla
vuruşurken arkadan hançerleyen Araplar” imajı, “Bizansla
birlik olup Arapları hançerleyen Türkler”e dönüşmek
üzeredir. Bu durdumda “Neo-Pax Romana”ya karşı “Neo-Pax
Ottoman” gündeme gelebilir. Yani “Yeni-Küresel Roma”ya
karşı “Yeni-Osmanlı Barışı”...
Esasında “yüzünü Batıya sırtını İslam Dünyasına” dönme
politikası Osmanlı sonrası dönemde temel devlet politikası
olup, AKP iktidarının bunu değiştirmesi de mümkün
görünmemektedir. AKP, devlet güçleri tarafından kuşatılmış
olup temel devlet politikası istikametinde
sürüklenmektedir. AKP’nin bu kuşatmadan kurtulması için
devlet içinde bir siyasi “huruç” hareketine girişmesi
gerekmektedir. Ancak bunu AKP’den beklemek şu an için çok
fazla iyimserlik olacaktır. Türkiye tarihinin bin yıllık
çizgisine sahip çıkacak bir siyasi hareket henüz ufukta
görünmemektedir.
AKP verilen krediyi çok erken tüketmek üzeredir. Artık bir
Türk siyaset klasiği haline gelen “muhalefette
itiraz, iktidarda ikna” süreci AKP için de
işlemektedir. Şu an muhalefette olanların eğer AKP’nin
yerinde olsalardı onların da “ikna” çizgisine
geleceklerini söylemek hiç de yanıltıcı olmayacaktır. Bu
anlamda Türk siyasetinin “yaratıcı dehası” sanki tükenmiş
gibidir. Bütün partiler sonuçta derin devlete teslim
olmaktadır. Artık Türk siyasetinde ekonomiyi düzeltmek,
ülkeyi kalkındırmak vs. değil öncelikli amacı “ikna
olmamak” olan siyasi hareketlere ihtiyaç vardır. Şu ana
kadar denenenlerin hepsi bu sınavı kaybetmiştir. Her
iktidara gelindiğinde halk aldatılmış, “pragma” “değere”,
“ikna” “itiraza” galip gelmiştir.
Yenilikçilik sloganı ile siyasi hayata giren AKP’nin, ABD
taşeronluğunu andıran tavrına bakılarak yenilikçiliğin bu
olduğu sanılmamalıdır. Yenilikçiliğin vasıfsız siyaset
esnafının elinde can çekiştiği anlaşılıyor. Yenilikçi
devinimin sahici temsilcilerini bulana kadar arayış
halinde olacağını söylemek hiç de yanıltıcı olmayacaktır.
Ne statükoculuk ne de taşeronluk Türkiye’nin ve İslam
Dünyasının yolu olamaz. Bir yandan Türkiye’nin ve İslam
Dünyasının çıkarlarını ve güvenliğini önceleyen, aynı anda
bu dünyanın “içeriden” yenilenmesini de savunan, “ikna”
olmayacak üçüncü bir yol eninde sonunda muhakkak
çıkacaktır.
ABD’nin İslam Dünyasına “demokrasi ihracı” ve “yeni-İslam”
getirme projesine, “demokrasiye reddedilerek” ve “eski
İslamcılık’a” sarılarak karşı çıkılamaz. Yapılması gereken
demokrasiyi de içine alacak şekilde meşveretin derinlikli
siyasal yorumu ve “Amerikancı yeni-İslam” projesine karşı
“anti-Amerikancı yeni-İslam” anlayışını inkışaf
ettirmektir.
(Bilgi ve Düşünce-Mart 2003-6.sayı)