İslam Dünyası’nın ‘Rönesansı’nı batılılar mı yapacak?

 

 

İHSAN ELİAÇIK

 

 

“Ey Müslümanlar! Siz insan değil de sinek olsaydınız

vızıltınız İngilizlerin kulaklarını sağır ederdi!

Ey Hindistanlılar! Sizler su kaplumbağası olsaydınız

İngiltere adasını yerinden söker denize atardınız!”   

Cemaleddin Efgani

 

İslam Dünyası dediğimiz coğrafya bir milyarlık nüfusu, başta petrol olmak üzere yeraltı ve yerüstü kaynaklarıyla, jeo-politik ve stratejik konumuyla Batılıların iştahını kabartmaktadır. Bir zamanlar bu dünyaya vaziyet etmiş Osmanlı bakiyesi Türkiye, sırtını dönmüşken Batılıların gözü bütünüyle bu coğrafyadadır.

 

İslam dünyası; dinamik bir coğrafya

İslam dünyası bugün için yaklaşık ikiyüz ellişer milyonluk beş bloktan oluşmaktadır; 1- Adriyatik’den Çin Seddi’ne kadar Türkçe kökenli dilleri konuşan Müslüman topluluklar. 2- Hazar-İndüs havzasında Farsça kökenli dilleri konuşan Müslüman topluluklar 3- Tüm Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ya yayılmış Arapça konuşan Müslüman topluluklar 4- Afrikanca kökenli diller konuşan orta Afrika Müslüman toplulukları. 5- Güney Asya’da Maleyce kökenli diller konuşan Müslüman topluluklar. Bu beş blokta beş ülke öِne çıkmaktadır; Türkiye, İran, Mısır, Nijerya ve Endenozya. Bunlar Batının Amerika, İngiltere, Fransa, Almanya ve İtalya’sına benzemektedir.

İslam Dünyası, Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihten çekilmesiyle birlikte himayesiz kalmış, tarihinde göِrülmedik bir şeklide Batı istilası yaşamıştır. Özellikle Fransız Devrimi (1789)’nden sonra Mısır’dan başlayan istila ve işgal dalgası nihayet merkezin (Osmanlı) çöküşü ile birlikte nihayete ermiştir.

İslam Dünyası, dünyanın yaşayan en otantik geleneği olarak çok canlı ve dinamik bir coğrafya görünümündedir. Bir zamanlar dünyaya vaziyet etmiş olmanın, yenilgiyi kabullenemeyen medeniyet gururunun ve son hak dine mensup olma duygusunun verdiği güvenle dünya sistemine teslim olmamakta, kendi “kızıl elması” ve “büyük ülküsü” yolunda boyuna yeni hareketler ve akımlar şeklinde tarih sahnesine çıkmaktadır. Münbit bir ovaya benzeyen İslam dünyası, sürekli yeni hareketlere ve evrilmelere sahne olmaktadır. Ovanın bir köşesinde bir çınar devrilirken başka bir köşesinde yeni fidanlar boy vermektedir.

Bugün İslam Dünyasının en büyük sorunu kendini yaşayamama sorunudur. İslam Dünyası kendi haline bırakılmamakta, yaşaması gereken ihya ve tecdit sürecini bir türlü yaşayamamaktadır. İşgal, sömürgecilik ve dış saldırılar sürekli olarak iç hesaplaşmayı ertelemekte, kendisiyle yüzleşme ve muhasebeye bir türlü sıra gelmemektedir. İslam Dünyasının yenilikçi güçleri “işbirlikçi” durumuna düşürülürken, gelenekçi güçlerin de içe kapanması sağlanmakta, yenilik namına ne söylenirse tepki gösteren ve kurtuluşu eskiye sarılmakta bulan şizofronik zihinler üretilmektedir. Her iki halde de kaybeden İslam Dünyası olmakta, dünyanın gözünde kendini yenileyemeyen, tarih dışı kalmış, ölü bir medeniyet durumuna düşülmektedir.

 

Güvenlik mi yenilik mi?

İslam Dünyasının geçen bin yılın başından itibaren, doğudan Moğolların batıdan Haçlıların saldırıları sonucu “güvenlik sendromuna” girdiğini söylememiz mümkündür. Bu dönemden itibaren ABD’nin özellikle 11 Eylül saldırısı ile birlikte yaşadığı sendroma benzer bir ruh hali yaşanmaya başlandığını gِrüyoruz.

Bir medeniyet ilk yükseliş çağında alabildiğine yenilik ve öِzgürlük havası yaşamakta, bir dış saldırı sonucu bu hava yerini güvenlik ve savunma psikolojisine terketmektedir. Bir yere kadar tabii sayılması gereken güvenlik ihtiyacı, “sendroma” dönüşünce medeniyetin kendini yenilemesi öِnündeki en büyük engel haline gelmektedir. Yenilikle beslenmeyen güvenlik giderek eriten, yokeden, bitip tüketen bir sosyal anafora döِnüşmektedir.

İslam Dünyasında bu anaforun havasını yansıtan en  öِnemli figür Gazzali’nin geliştirdiği güvenliği  önceleyen, savunma psikolojisinin baskın eğilim olduğu düşünme biçimidir. Zira Gazzali’nin yaşadığı çağ bir çözülüş ve yıkılış çağıydı. Dışarıdan ve içeriden gelen saldırılara karşı Abbasi monarşisine sarılmak güvenliğin mümkün ve pratik tek yolu olarak görülüyordu.

H. Hanefi’nin dediği gibi Gazzali’nin, Bağdat’daki Abbasi/Selçuklu veya Nizamülmülk (ِl. 485/1092) yönetimini desteklemek amacıyla, tekçilik lehine, çoğulcu düşünceyi öِldürdüğünü söylemek mümkündür.  Gazzali, itikatda Eş’arilik, fıkıhta da Şafiiliği hakim kılarak hakikatı tekleştirmiştir. Akide ve nassı kullanarak bir taraftan el-İktisat fi’l-İtikad adlı eserinde halifeye güç ideolojisi sunarken; öِte yandan İhya-u Ulumiddin’de, yönetilen halka bağlılık ve itaat ideolojisi vermiştir. Böylece sultanın sıfatları ile Allah’ın sıfatları arasında fark kalmamış; her ikisi de alim, kadir, hayy, semi, basar, mütekellim ve murid olmuştur. Bu sıfatları Allah zati sıfatları ve melekleri aracılığıyla; sultan ise doğal yetenekleri, devlet organları, istihbarat ve asayiş gِörevlileri aracılığı ile gerçekleştirmektedir. Gazzali, Mutezile gibi şer’i, aleni ve açık olsun, Batınilik gibi gizli olsun, Haricilik gibi kِöktenci ve silahlı olsun her türlü muhalefeti tekfir etmiştir. Güce dayalı yöِnetimi meşrulaştırmış ve böylece hilafet bir sözleşme, biat ve seçim olmaktan çıkmıştır. Öyle görünüyor ki Gazzali’yi buna iten sebep Abbasi Devleti’nin zayıflığı, iç isyanlar, batıdan Haçlılar’ın, doğudan da Moğollar’ın saldırılarına karşı koyacak güçlü bir imparatorluğu ikame arzusu, yani güvenlik endişesidir.

Hindoloji (Hind Kültür ve Medeniyeti) üzerine dünyada yazılmış ilk ciddi kitap (Tahkiku ma li’l-Hind) büyük İslam bilgini Biruni’ye (ِl. 453/1061) aittir. Biruni bu kitabında Hind medeniyetinin yükseliş ve düşüşü üzerine çok ِnemli tespitlerde bulunuyor. Biruni, Yunan ve Hind düşüncesi birbiriyle kıyaslandığında, Yunan düşencesinin serbest araştırma ruhuna sahip olduğu ve bu yüzden başarılı oldukları, Hind bilginlerinin ise taklidçi ve içe kapanık olmaları sebebiyle başarılı olamadıklarını söylemektedir. Hinduların “manasız gururları”, hem Grek-Yunan ilmiyle temas kurulmasını, hem de yükselen İslam vahyiyle tanışmalarını engellemiş ve böylece Hindular arasında cehalet artmış, ilmi verilerle dini inançlar karşı karşıya getirilmiştir.

Öyle gِrünüyor ki Biruni’nin bahsettiği Hind medeniyetinin yaşadığı güvenlik sendromunu, İslam medeniyeti, Gazzali’nin yaşadığı yıllarda Moğol ve Haçlı saldırıları sonucunda yaşamaya başlamıştır. O günlerden bu yana İslam medeniyeti bu sendromdan kurtulabilmiş değildir. İbni Haldun’a göre ise bu tabii olup, bir medeniyetin sonsuza kadar yükseliş halinde olması mümkün değildir. Medeniyetler, düşüşten sonra kendini yenileyerek, yeni sentezler yaratarak yoluna devam ederler. Burada sorun İslam medeniyetinin düşüşten sonraki yenilenmeleri yapıp yapamadığıdır. Kanaatimce İslam medeniyeti düşüşten sonraki yenilenmeleri henüz başaramamıştır.

Moğol ve Haçlı saldırılarının ardından yükselen Osmanlı İmparotorluğu, esas itibariyle fikri ve ideolojik temellerini Nizamülmülk, Maverdi, Gazzali, İbni Cemaa vb.’lerinin attığı güvenlik, istikrar ve savunma psikolojinin hakim olduğu Sunni Saltanat İdeolojisi’nin tekrarından ibarettir.

Osmanlıların, bir Balkan devleti olarak, Bizans’a karşı gelişen muhayyilesi, onu İslam dünyasını Bizans’a karşı koruyup kollayan doğal hami durumuna getirmiştir. Zamanla Osmanlı saltanatını eleştirmek onu “arkadan hançerlemek” gibi algılanmıştır. Osmanlı çağında da esas itibariyle güvenlik daima yeniliğe tercih edilmiştir. Böylece dünyanın çoğu devlet ve imparatorluğunda olduğu gibi, Abbasiler ve Osmanlılar da “güvenlik” diye diye tarihten çekilmiştir. Öyle görünüyor ki şimdi aynı siyasal kaderi ABD yaşamaktadır.

Halbuki güvenlik sendromuna girilmesinin nedeni medeniyetin kendisini yenileyememesidir. Zira yeniliğe kapandıkları için güvenlik sorunu yaşamaktadırlar. Bir medeniyetin veya devletin güvenlik sorununu aşmasının yolu, kendini içerden yenilemesidir. Yenilik güvenliği tehlikeye atmayacak, tam tersi daha güvenlikli hale gelinecektir. Bunun yolu yeniliği güvenlik için, güvenliği de yenilik için isteyen, Elmalılı’nın dediği gibi “bir kökün inkışaf seyrini” izleyen,  sağlam bir yerli ve yenilikçi duruşa sahip olmaktır.

İslam Dünyası şu an güvenlik ile yenilik arasında sıkışıp kalmıştır. Yenilenmeye kalkışsa güvenlik elden gitmekte,  “protestanlaşmaya” alet olmakta, güvenliğe yoğunlaşsa, “katolikleşmeye” ve “ortodokslaşmaya” alet olmakta, dini monarşiler bundan yararlanmaktadır. Yani yenilenmeye yönelsek Bush’un safına, güvenliğe yönelsek Saddam’ın safına düşmüş oluyoruz.!

Bu durumda bir “üçüncü yol” stratejisine ihtiyaç vardır. İslam dünyası ne güvenliğini ne de yenilenme faaliyetlerini “dışarıya” havele etmemelidir. Her ikisini de kendisi yapmalıdır. İslam dünyası kendini yenileyemediği için güvenlik sorunu yaşamaktadır. Güvenliğini sağlayamadığı için yenilik ihtiyacı ortaya çıkmaktadır.

 

Düşmanın sembolleri

Fransız devrimi (1789) ve hemen ardından gerçekleşen Amerikan devrimi, insan hakları, demokrasi,  özgürlük, eşitlik, doğal hukuk vb. sloganlarıyla gerçekleşmişti. Bu devrimlerin estirdiği rüzgar bütün Batı alemini derinden etkilemişti. Devrimlerin yeni düzen iddiasıyla geleneksel kurumlara ve görüşlere karşı açtığı savaş, Edmund Burke (ِl. 1797) öِrneğinde muhafazakar aristokrat tepkiyle karşılaşmıştı. Hegel (ِl. 1831) ile birlikte, “milli ruh” gerekçeli tarihçi okulun Alman romantizmine ve milliyetçiliğine dayalı tepkisi, “devrim ihracı” veya “dışarıdan nizamat verme”ye kalkışmanın ne denli ters teptiğinin tipik bir öِrneğidir.

İngiltere ve Fransa’da demokrasi ve liberalizm yerli zalimlere ve sömürücülere karşı yerli hareketler olarak doğdu. Bununla beraber her iki ülkede demokrasi Amerika’da olduğu gibi kendini kanıtlayarak gözle görülür başarılar elde etti. Fakat Almanya demokrasiyle işgalci Fransız orduları vasıtasıyla  karşılaştı. Devrim ihracına yönelen Fransa, Almanya’yı işgal ederek denetimi altına almaya kalkıştı. İnsan hakları, demokrasi ve  özgürlük sloganları ile Almanya’ya giren Napolyon orduları kısa sürede Alman milli ruhunun uyanmasına sebep oldu. Fransız devriminin insan hakları ve demokrasi sloganları Almanların gözünde “düşmanın sembollerine” dönüştü. Almanya’nın felsefi ve siyasi muhayyilesi yabancı işgaline duyulan bu tepki biçimlenmesine dayanmaktadır. Alman ruhunu büyük bir felsefi sistem halinde inşa eden ise Hegel olmuştur.

Hegel’de devlet tasavvurunun, ontolojisine paralel olarak şekillendiğini görüyoruz. Hegel’in dünyasında “birey” hiçbir şeyse “devlet” her şeydir. Ona göre devlet özgürlüğün gerçekleşmesi olup Tanrı’nın dünyadaki yürüyüşüdür. Hegel’e göre devletin kanunu, gerçekleşmiş akıl ve ruh olması sebebiyle nesnel ruhun dışa vuruşudur. Ona göre zorlamanın olmaması şeklindeki liberal öِzgürlük, biçimsel,  öznel, asli hedefinden ve amacından soyutlanmış bir anlayıştır. Oysa bireyi zorlayıcı güçler insanın davranışlarını devletin yüce aklına uydurmasıdır. Birey ancak bu şekilde özgürlüğü yaşayabilir. Hegel’e göre toplum, zorunluluk yasalarıyla tıpkı tabiat gibidir. Bu zorunluluk yasaları içinde özgürlük iradi bir boyun eğmeyle bulunabilir. Hegel, anayasa düşüncesine de karşı çıkmaktadır. Ona gِre Tanrı’nın yeryüzündeki yürüyüşü olması yüzünden, devletin anayasası sıradan insanların,  ölümlülerin burnunu soktukları bir şey olamaz. Hegel açıkca mutlak monarşiyi savunmaktadır.

Hegel, dünya tarihini birbirinden kopuk ve anlamsız olaylar olarak değil, tezahür etmiş aklın ilerlemesi olarak göِrür. Ona göِre tarihin her çağında bir millet “dünya ruhunu” temsil etmekle gِörevlenir. Diğer milletler haklarından mahrumdur ve hesaba katılmazlar. Peki dünya ruhunun farklı zamanlarda dünyanın hakimi olma görevini  kime verdiğini nasıl bileceğiz?  Hegel’in bu soruya cevabı dünya tarihinin aynı zamanda “dünya mahkemesi” olduğu şeklindedir. Ona gِöre savaşta zafer kazanan millet dünya ruhunu temsil etmeye hak kazanır. Savaşı kaybeden ise dünya ruhuyla uyum içinde olmadığını göِstermiş olur.  Hegel, bu çerçevede dünya ruhunun kendini bir sıraya göre dört ana çağda tezahür ettirdiği kanaatindedir; öِnce Doğu çağı gelir, sonra Yunan, Roma, ta ki nesnel hakikatle  özgürlüğün uzlaşmasını temsil eden Almanlarla dünya ruhunun en yüce ilkeye erişmesine kadar.

Göِrüldüğü gibi Hegel’in devlet anlayışı bir nevi “felsefi faşizm” görünümündedir. Irkçılık, milliyetçilik, devlet ve lider kültü, itaat ve güç vurgusu yüksek düzeyde dillendirilmektedir. Tanrı’yı evren şeklinde tezahür eden ilke olarak gören panteistik tasavvur topluma giydirilerek, devlet şeklinde tezahür eden halk ruhu (volkgeist) şeklinde algılanmaktadır. Keza dünyanın ruhu da tarihin güçlü ve muzaffer devletleri şeklinde tezahür etmektedir.

Hegel, bir anlamda Almanya’yı işgal eden “düşman” Fransız devriminin tüm argümanlarını tersine çevirmekte, devrimin liberal ideolojisi ne söylüyorsa tersini söylemektedir. Birey yerine devlet, rıza yerine itaat, demokrasi yerine monarşi, deizm yerine panteizm, eşitlik yerine üstün ırk savunusu vs. tam anlamıyla Alman ruhunun isyanı şeklinde ortaya çıkmaktadır.

Hegel’den söِz açmamız şunun için öِnemlidir; Bir ülkeyi insan hakları, demokrasi,  özgürlük vb. sloganlar ileri sürerek işgal ederseniz, bu kavramlar o ülkenin muhayyilesinde “düşmanın sembollerine” dönüşmektedir. Fransız işgali yıllarındaki Almanya ve Hegel’in siyasi görüşleri bunun en çarpıcı öِrneğidir.

İnsan hakları, cumhuriyet ve demokrasi kavramlarının, nicedir, İslam Dünyasında da “düşmanın sembolleri” olarak algılandığını görüyoruz.. Hegel’in siyasi görüşlerine dikkat edilirse Fransız devrimi ne diyorsa onun tam aksidir. Tarihte bunun tersi de söz konusu olmuştur. Örneğin Muaviye tam savaşı kaybedecek iken, askerlerine mızraklarının ucuna Kur’an ayetleri takmalarını istemiş, dahice planladığı bu ataktan beklediği sonucu hemen almış, Hz. Ali’nin ordusundaki çoğu hafız olan askerleri kuşkuya düşürmüş ve rakibini bölmeyi başarmıştır. Burada da Hz. Ali’nin ordusu sanki “sembolün düşmanlarına” düşürülmüştür. Kur’an ayeti gibi bir sembol ortaya çıkınca Hz. Ali cenahında dalgalanma başlamış, savaşı bu dahice taktik yüzünden kaybetmişlerdir.

Demek ki bazen semboller düşmanın elinde mızrak haline gelebiliyor. Bu durumda yapılması gereken düşmanı, mızraklarının ucuna taktığı sembollerle sorgulamaktadır. Hegel,  kardeşlik, eşitlik, insan hakları ve demokrasi kavramlarına karşı çıkacağına, Fransız devrimini mızrağının ucuna taktığı bu değerleri öِnce kendisi çiğnemekle suçlamalı ve “Önce sen kendi söylediklerine uy” demeliydi. Keza Hz. Ali taraftarları da, Muaviye’yi, mızraklarının ucuna taktıkları ayetleri ilk çiğneyen olmakla suçlamalıydı. Fakat onlar bunu bırakıp, Hz. Ali’yi sembole kılıç çekmekle suçladılar.

Bugüne gelirsek, aynı şekilde bugün Batılılar mızraklarının ucuna insan hakları, özgürlük, cumhuriyet, demokrasi gibi kavramları takarak İslam Dünyasının üzerine gelmektedirler. İslam Dünyasına bunları yerleştireceklerini ileri sürmektedirler. Dindarın gözünde ise bunlar “düşmanın sembolleri” olarak algılanmaktadır. Türkiye’de bir kesimin “Kahrolsun insan hakları” şeklinde slogan atması veya Ortaasya’da sokaktaki dindarın dilinde dolaşan “tecditçi gavurluk” ifadeleri üzerinde iyi düşünülmelidir. Halbuki ne saldıran insan haklarına kendisi uymakta, ne de “Kahrolsun insan hakları” diyen insanlar bütün haklarının yok olmasını kastetmektedir. Keza tecditçi gavurluk ifadesi, yeniliğin “dışarıdan” gelmesi ve  özü itibariyle dini yenilenmeye değil, dini tasfiyeye yönelinmesine karşı çıkmaktadır. Burada Müslüman dindar kendi haline bırakılmamasına tepki göstermektedir. Bu tepki hem kendisini gericileştirmekte, hem de yenilikler bir başka bahara ertelenmektedir. Her iki halde dinin ve İslam’ın zararına olmaktadır.  Sadece kör bir savaş semboller üzerinden sürdürülmektedir. Bu durumda Batı dünyasına karşı takınılacak tavır bu kavram ve sloganları reddetmek olmamalıdır. Bilakis “Mızrağının ucuna taktığına  önce sen uy” denilmeli, sınırlarına çekilmesi, bizi kendi halimize bırakması istenmelidir. Yani düşman, sembolüyle yargılanmalı, bizi bize bırakmalıdır. Kavramlar düşmanın sembolleri haline getirilmemelidir.

Tarih mahkemesi göstermiştir ki devrimler ihraç edilemezler; bir toplumun iç dinamiklerinin çelişkisinden fışkırarak doğarlar. Devrim ihracı, üzerine gidilen toplumu savunmaya geçirir, güvenlik sendromuna sokar. Toplum, iç dinamiklerini dondurur, güvenlik sendromu kalkıncaya kadar ihtiyacı olan bütün yenilikleri erteler. Bu da, o toplumun insanlığın genel yürüyüşüne geç katılmasına neden olur, hatta gericileştirir, tarihin dışına iter. Bu sebeple dışarıdan müdahele, devrim ihracı vs. nereden bakılsa hem o toplumun, hem de genel olarak insanlık yürüyüşünün zararına olmaktadır.

Batılılar kendi tarihlerine bakarlarsa insan hakları ve demokrasi söyleminin Katolik Kilise zulmüne karşı geliştirilmiş dönemin kimi saygın sembolleri olduğunu görürler. Aforoz, diri diri yakma, engizisyon gibi “Tanrı Devleti” adına işlenen zulümlere karşı İnsan hakları ve demokrasi kavramları yükselmiştir. Şimdi aynı kavramları kullanarak kendileri aynı şeyleri nasıl yaparlar? İnsan hakları, demokrasi, öِzgürlük gibi sözcükler, daha çok insanlığın batılı vicdanından çıkmış bir takım “iyi şeylerin” kastedildiği kavramlardır. Bir takım iyi şeyler olması Batıdan çıkmış olmasından değil, bir zamanlar (Katolik) dini zulüm ve despotluğuna karşı “ortak iyinin” vicdanı ve sesi olmasından dolayıdır. İnsanlığın adalet ve iyilik arayan damarı bazen farklı tarzlarda ve ifade biçimlerinde tezahür eder. Sonra kendi kendisini inkar ederek yerine başka tarz ve tezahürlere bırakır. Geriye o bir takım iyi şeylerin tortusu kalır. Batılıların dilinde dolanan insan hakları, demokrasi,  özgürlük, hukuk vb. kavramlar işte bu tortulardır. Batılı vicdan ürettiği ortak iyiye dair kimi kavramları tortulaştırmış, dondurmuş ve hatta onlara ihanet etmiştir. Şimdi insanlığın iyilik ve adalet arayan damarı, yeniden harekete geçecek yollar ve kanallar aramaktadır.

 

Meşveret ve demokrasi karşılaştırması

Demokrasi ile İslam’ı yanyana getirerek birbirinin zıddı veya aynısı gibi göstermek yanlıştır. Birisi din diğeri yönetim biçimidir. İslam, örneğin Hrıstıyanlık, Yahudulik, Budizm, Hinduizm vb. dinlerle karşılaştırılabilir. Demokrasi de yönetim biçimi olduğu için monarşi, oligarşi vs. ile karşılaştırılır. Kategorik olarak ayrı oldukları için kendi denkleriyle karşılaştırılmalıdırlar.

Doğru olan İslam’ın yönetim işleri için  önerdiği meşveret değerini ve bundan çıkarılabilecek değer ilkelerini (açıklık, şeffaflık, katılımcılık), monarşi, oligarşi veya demokrasi modelleri ile karşılaştırmaktır. Eğer bu yönetim biçimleri meşveretin öngördüğü değer ilkelerini sağlıyorlarsa iyidirler, yoksa kötüdürler.

Monarşi, oligarşi ve demokrasi esas itibariyle Batı toplumlarının siyasi tecrübesinden çıkmıştır. Böyledir diye bu kavramlara olan ilgimizde herhangi bir azalma olmayacaktır. Çünkü aynı tecrübeleri Doğu toplumları da yaşamış, fakat onların ürettiği kavramlar siyaset bilim literatürüne girememiştir. Şu anda genel olarak siyaset literatürü bu dille oluştuğu için, biz de bu dili kullanmayı tercih ediyoruz. Nitekim yeri geldikçe “doğuyu Batının, Batıyı Doğunun diliyle açıklamak” dediğimiz tarzı sürdüreceğiz.

Aslolan bir topluluğun bütün kamu işlerinin açıklık, şeffaflık ve katılımcılıkla yürütülmesidir. Biz bunlara meşveretin değer ilkeleri diyoruz. Meşveretten maksat danışma, danışmadan maksat katılımı artırmak, ortak (kollektif) aklı bulabilmektir. Halk egemenliği anlamı verilen demokrasinin tam olarak “danışmanın egemenliğini” sağlayacağı ve ortak aklı bulabileceği en azıdan şüphelidir. Demokrasi de nihayetinde bir modeldir. Meşveretin değer ilkelerini ne derecede sağlayıp sağlayamayacağına şüphe ile bakmak durumundayız. Çünkü değer soyut olduğu için şüphe götürmez, zihnimizdeki “ortak iyiyi” yaşatır. Ama bir model somuta indirgenip, insan eli değdiği için tecrübenin alanına girer. Yanlışlarıyla gelişir, ilacını acılardan alarak iyileşir. Demokrasiye de böyle bakılmalıdır. Önemli olan yönetimde bir kişinin, bir gurubun veya halkın egemen olması değil, meşveretin değer ilkelerinin; açıklığın, şeffaflığın ve katılımcılığın yani tümüyle “meşveretin” egemen olmasıdır.

Bir kişinin yönetimi olan monarşide danışma bir kişiyle sınırlı kalmaktadır, istese danışmayabilir. Üstelik böylesi bir yönetimde işi üzerine alan monark veya sultan, kendisinden sonra soyundan birisini getireceği için danışma yolu tümden kapanmaktadır. Çünkü danışılacak bir şey yoktur; monark veya sultandan sonra kimin yönetime geleceği  önceden bellidir. Burada meşveret kapısı tümüyle kapanmıştır. Dolayısıyla monarşi veya saltanat  özü itibariyle meşveret dışıdır.

Aynı şey bir gurubun yِnetimi tekelinde tuttuğu oligarşi veya hanedanlık için de geçerlidir. Burada da meşverete yer yoktur, çünkü yönetimin kime geçeceği  önceden bellidir. Ancak monarşiye nazaran iktidar tekeli kişiden guruba veya azınlığa doğru biraz genişlemiştir. Danışma bu durumda bu azınlık arasında dönüp dolaşan bir oyun olmaktadır.

Demokrasi de ise iktidar tekeli halka doğru daha da açılmaktadır. Bu durumda meşveretin kapsam alanı daha da genişlemekte, meşveret halkın en alt tabakalarına kadar yayılabilmektedir. Görülüyor ki monarşi ve oligarşiye nazaran demokrasi, meşvereti daha fazla alan açmakta, meşverete resmen muhatap kişilerin sayısını alabildiğine artırmaktadır. Demek ki danışmanın egemenliği en çok sayıda insanın meşveret alanı içine girdiği bir modelde daha çok mümkün olmaktadır. Bunun Batılı toplumların tecrübesindeki adına demokrasi denmektedir.

Fakat demokraside de iş hemen bitmemekte, diğerlerinde varolan ihtimaller burada da sürmektedir. Doğunun diliyle meşveret adı altında halka danışılıyormuş gibi yapılıp, Batının diliyle de demokrasi adı altında bütün halkın katılımı sağlanıyormuş gibi yapılıp, altan alta monarşi ve oligarşi eğilimlerini devam ettirmek söz konusu olabilmektedir. Ki genellikle demokrasinin uygulandığı iddia edilen ülkelerde olan da bundan başkası değildir. Keza Batılı muhayyiledeki demokrasi kavramı kendi içinde paradoksu da barındırmaktadır. Örneğin demokrasiyi yıkıp, monarşiyi getireceğini söyleyen bir partinin, demokrasinin mantığı gereği seçimlere girmesi ve kazandığı takdirde vaatlerini yerine getirmesine müsaade edilmesi gerekmektedir. Fakat bu olduğu takdirde de demokrasinin kendisi yıkılacaktır. Aynı şey doğulu (İslam) muhayyiledeki meşveret kavramı için de geçerlidir; istişareden, bir daha kitlesel istişareye başvurulmadan bütün yönetim işlerinin tek bir kişiye ve onun soyundan gelenlere devredileceğini savunan bir görüş çıkarsa ne olacaktır? Meşveretin gereği yapılıp iktidar söz konusu kişiye ve soyuna devredilebilecek midir?

Demek ki mutlak demokrasi veya mutlak meşveret mümkün değildir. O halde mutlak ne ile mukayyet hale getirilecektir? Yani sınırsız bir demokrasi veya sınırsız bir meşveret ne ile sınırlandırılacaktır? Biz bu sınırın kavramın bizatihi kendisi olacağını söyleyeceğiz. Yani demokrasi demokrasi ile, meşveret meşveret ile sınırlandırılabilir. Keza, adalet adalet ile, ehliyet ehliyet ile, insan hakları insan hakları ile,  özgürlük özgürlük kavramlarıyla sınırlandırılabilir. Bu şu anlama gelmektedir; demokrasi yoluyla iktidara gelen demokrasinin kendisini, meşveretten çıkan görüş meşveretin kendisini, adalet adına adaletin kendisini, ehliyet adına ehliyetin kendisini, öِzgürlük adına  özgürlüğün kendisini ortadan kaldıramaz. Kavramın, bizzat kendisini savunma ve koruma hakkı vardır. Şu halde devlet keyfi ve yanlı kavramlar üzerine değil, herkese lazım olacak, herkese ait kavramlar üzerine bina edilmelidir. Çünkü onlar kalktığı zaman bütün herkes zarar gِrecektir. Bu kavramları koruma ve kollama gِrevi ise devletin güvenlik güçlerine değil, doğrudan halkın kendisine aittir. Eğer halk bu kavramları koruma ve kollama bilincinden yoksunsa zaten yapılacak bir şey kalmamıştır. Artık iş bu kavramları benimseyememiş halkın bu bilinci kazanması için gerekli çalışmaları yapmaktadır. Demokrasiyi özümsememiş bir halka demokrasiyi devlet eliyle benimsetmeye çalışmak sonuç itibariyle diktatörlüğe dönüşmektedir. Veya aşiret geleneklerinin hüküm sürdüğü bir toplumda demokrasi uygulamaya çalıştığınızda buradan bir “ağa demokrasisi” çıkacağı kesindir. Burada nihai amaç, bütün toplum fertlerinin yüksek derecede bir demokrasi kültürü ile donanması veya danışmaya layık kimseler haline gelmesini sağlamaktan başka çare yoktur. Bu da kültür ve eğitimle mümkündür, bu süreçleri hızlandırıcı çabalar içine girmek gerekmektedir.

Anlaşılmış oluyor ki Kur’an’ın meşveret değer ilkeleri; açıklık, şeffaflık ve katılımcılık, monarşi ve oligarşiden ziyade her şeye rağmen demokrasi modelinde somutlaşabilir. Meşveret bir  “soyut” değer ve İslam kültürünün  öz kavramı iken, demokrasi buna en yakın “somut” batılı bir tecrübedir. Soyut değer ile somut model birbirinin açılımı olarak görülebilir. Bu açılım insanlığın ortak tecrübesini ilerletecektir. Medeniyet gururları aşılabilir, öِteki sendromundan kurtulunabilirse kazanan, ortak akıl olacaktır.

Açık olan şu ki meşveret kavramı İslam Dünyasında ete kemiğe bürünememiş, somutlaşamamış, kurumsallaşamamıştır. Hz. Ömer’in yedi kişilik şurası, zamanla yetmiş milyon kişilik kitlesel meşveret kurumuna dönüştürülememiştir. Şurası unutulmamalı ki istişarede rahmet vardır. Kitlesel meşveret bizi halkın içindeki saklı potansiyellerle tanıştıracaktır. Kimbilir, aradığımız bir görüş veya yetenek halkın içinde saklı duruyordur. Belkide böylesi bir görüş veya yetenek yıllardır meşveretin kapısını çalmasını bekliyordur. İşte yaygın meşveret bize bunu sağlayacak, devlet bir gurubun elinde dönüp dolaşan bir güç aracı olmaktan çıkacaktır. Güç tüm topluma yayılacaktır. Veya kitlesel meşveret ile toplumun dağılmış güç ve enerjisi devlet katına taşınacaktır. Toplumsal devinim ve dinamizm ortaya çıkacaktır. En alt tabakadaki bir kimse meşveretin kapısını çalması neticesinde devletin en üst katına kadar yükselebilecektir. Saklı yeteneklere, gizli kalmış potansiyellere fırsat verilmiş olacaktır. Allah’ın kimseyi ayırmadan tüm insanlara dağıttığı akıl ve hikmeti bulup ortaya çıkarmanın tek yolu meşverettir. Bu anlamda meşveretin değer ilkeleri, dağılmış akıl ve hikmeti arayıp bulma, ortak aklı yakalama çabası olmaktadır. Çünkü akıl ve hikmet bir kişiye veya bir guruba değil tüm insanlara dağıtılmıştır. İnsanlar akıl ve hikmetten kendi çapları oranında pay almışlardır. Bu payları birleştirerek bütünü yakalamak gerekmektedir. Akıl ve hikmet en güçlü haliyle bu bütünde ortaya çıkacaktır. Bu manayı ifade için olsa gerek “Bir bilene danış, danışan dağlar aşmış” denilmiştir. Arının çiçeklerden topladığı malzemeyi kovanda bala dönüştürmesi gibi, devlette mümkün olan en çok sayıda insandan görüş alarak, bunları devlet kovanında işe dönüştürmelidir. Devletin ortak akılla hareket etmesi dediğimiz şey budur. Bunun aracı ise bir toplama, katma ve süzme fiili olan meşverettir.

Bir yönetim modeli olarak demokrasi anlattığımız bu gerekçeler sebebiyle İslam’ın karşısına konulacak bir kavram değildir. Hz. Ömer meşveret kavramının içeriğini İranlılardan aldığı “divan” modeli ile doldurmuştur. Halbuki divan Fars muhayyilesinde “şeytanların toplandığı yer” anlamına gelmekteydi. Fakat bu Mecusi felsefi içeriğini zamanla kaybetmiş, tortulaşmış, giderek bir devlet danışma kurulu anlamında bir tekniğe dönüşmüştü. Hz. Ömer bu kurumu almaktan çekinmedi. Divan kavramını “düşmanın sembolü” olarak görmedi. Bununla bir takım iyi şeylerin kastedilmekte olduğunu sezdi. Divan modeli o gün için meşveretin değer ilkeleri için uygun bir açılım sağlıyordu. Kur’an değerin kendisini vermiş, açılımını dönemin Müslümanlarına bırakmıştı. Bunu gِren Hz. Ömer, divan modelini almakla dinini sulandırıp bozmamış, tam tersi Fars devlet tecrübesini yeni bir gözle okuyarak, insanlıkta doğru namına ne kalmışsa kendine katmış, sürdürmüştür. Dağılmış akıl ve hikmeti, ortak iyiyi bünyesinde toplayarak insanlığın en büyük kovanını inşa etmiştir. Balını bu kovandan süzerek çıkarmıştır.

Bugün de Müslümanlar meşveretin değer ilkeleri; açıklık, şeffaflık ve katılımcılığı, şu an dünyanın geldiği en son ve ileri biçimiyle demokrasi modeli ile doldurabilirler. Bu, körü körüne bir taklit değil, insanlıkta doğru namına ne kalmışsa sürdürme, moderni kadimin gözüyle yeniden okumadır. Demokrasiye Batılı düşünürlerden kimilerinin felsefi mana katarak “Tanrı’nın elinden egemenliği alıp halka vermek, hakimiyeti gökten yere indirmek” şeklinde tanımlamalarının hiçbir anlamı yoktur. Çünkü bir kavram ve kurum kimin elindeyse ona gِre şekil alır. Kavram ve kurum alışverişi, kan alıp verme gibidir. Vucut kendine uygun olmayan kanı alamaz, uygun olanı alır ve onunla kendini geliştirebilir. Aradığımız kanı Batıda bulursak ve kan grubu uyuyorsa “Düşmanımdan kan almam” diyerek red mi edeceğiz? Kaldi ki alacağımız şey, değişmez bir değer değil değerin açılımı olabilecek değişebilir bir modeldir. Değer noktasında değil ama, model üretme noktasında Batılıların bizi geçtiğini, ortak iyiyiye yeterince katkı sağlayamadığımızı, bu konuda geri kaldığımızı itiraf etmeliyiz. Bu bizi geriletmeyecek ilerletecektir. Meşveret gibi çağlar üstü bir değeri demokrasi gibi çağdaş tecrübe ile açtığımızda Batılılardan çok daha ileri bir noktaya gelebiliriz. Öte yandan İslam Dünyasındaki demokrasi tecrübesinin Batıdaki gibi tezahür etmeyeceği unutulmamalıdır.

Sorun ne İslam’da ne de Kur’an’dadır. Kur’an bir devletin neye ihtiyacı olduğunu çok güzel vermektedir. Hatta denilebilir ki Kur’an model noktasında bilinçli bir susuş içindedir. Değeri vermekte, modeli bize bırakmaktadır. Kur’an’a doğru sorular sorup, doğru cevaplar almasını bilmek lazımdır. Geriye bu çağlarüstü muazzam değerleri ete kemiğe büründürmek, taşa toprağa sindirmek kalmaktadır. Meşveretin değer ilkelerinin bir Müslümanı heyecanlandırmaması mümkün değildir. Çünkü dünyanın binlerce yıldır arayıp durduğu değer ve ilkeler burada vardır. Fakat bunu nasıl vucutlaştırmalı, somut bir kurum haline nasıl getirmeliyiz? İnsanlara “İşte Kur’an’ın meşveret dediği bu!” diye nasıl göstermeliyiz? Geçmişte üretilmiş kurumlar çoktan tarihten çekilmiştir.  Üstelik bugünün dünyasında çok gerilerde kalmaktadırlar. Bu durumda yapılması gereken Hz.Ömer’in yaptığını yapmaktır. İnsanlığın ortak tecrübesini kendi tecrübesi olarak gِrmek, doğru namına ne kalmışsa sürdürmektir. Keza Farabi’nin yaptığını yapmaktır; eski medeniyeti kendi gözüyle yeniden okumak ve yitik ortak iyiyi kendine ait kılarak güçlenmektir. Burada meşvereti demokrasi ile doldurmak, Batıda ne varsa çöp sepeti gibi alıp doldurmak olarak anlaşılmamalıdır. Burada kastedilen sistem anlayışı, temel kurum ve kuralların benimsenmesidir. Bunun  özünde de açıklık, şeffaflık ve katılımcılığı sağlayacak kurum ve kurallar gelmektedir; seçimler, partiler, parlemento, referandum vb.

Batıda cumhuriyet adına yapılan kalkışmanın Tanrı’ya karşı değil, Tanrı’yı yeryüzünde temsil ettiğini iddia eden “Tanrı Devleti’ne” karşı olduğuna dikkat edilmelidir. Nitekim Batıdaki üç büyük cumhuriyet yanlısı devrimin, yani İngiliz, Fransız ve Amerikan devrimlerinin ideologlarının temel metinlerine baktığımızda bu vurgu açıkca görülmektedir. John Lucke, Montasgueau, J.J. Rousseau, Thomas Paine gibi düşünürlerin konuyla ilgili kitapları bunu göstermektedir. Bunların hepsi yönetme hakkının Tanrı tarafından kilisenin tekeline bırakılmadığını, bilakis bu hakkın yaratılıştan kaynaklanan eşitlik gereği tüm insanlara verildiğini, bunun yolunun da rızaya dayalı sözleşme olduğunu söylemektedirler. Bu haliyle bu fikirleri getirip İslam’ın karşısına koymanın hiçbir anlamı yoktur. Tam tersi, bu fikirler Hrıstıyanlığı İslam’a yaklaştırmaktadır.

Öte yandan şunu da itiraf etmeliyiz; modern dönemde demokrasi modeli Batı toplumlarında kayda değer bir ilerleme kaydetmiş, bu model İslam dünyasında gelişememiştir. Bugün bize meşveretin değer ilkelerini öِğreten Kur’an’ın indiği topraklarda, Hz. Peygamberin yurdunda, İslam dünyasının kalbinde hala mutlak monarşi vardır. İslam yurtlarının her bir yanında kabile diktatörleri, gerici Arap monarşileri veya modern laikçi oligarşiler hüküm sürmektedir. İslam dünyasında bu yönetimleri destekleyen kimi ulemanın diktatörlüklere değil demokrasiye küfür fetvası vermesi oldukça düşündürücüdür. Bu mantığa göre asıl küfrün diktatörlük olması gerekir. Çünkü demokraside hakimiyet halka verilirken diktatörlükte tek bir kişiye verilmektedir. Oysa meşveret kavramı ve değer ilkeleri monarşi veya oligarşiden ziyade demokrasi modeline daha yakın durmaktadır. Geçmiş asırlarda üretilen Ehlu’l-Hal ve’l-Akd uygulaması meşveretin baskın bir monarşik ortamda ne kadar gelişebileceğinin tipik öِrneğidir. Kur’an’ın öِlümsüz değeri meşveret, geçmiş asırlarda oligarşi veya monarşi tarafından boğulmuştur. Hatta kavram savaşında “monarşi meşvereti yenmiştir” demek bile mümkündür. Bu tesbiti yapmadıkça sıçrama yapmak mümkün olmayacaktır. Batıda gelişen sözleşme kavramı nasıl “Medine Sözleşmesine” düşülmüş eksik bir dipnot ise, demokrasi kavramı da meşveret kavramına ve değer ilkelerine düşülmüş eksik bir dipnottan başka bir şey değildir. Dipnotu doğrultarak metne dahil etmek, metni metin olmaktan çıkarmaz, dipnotu dipnot olmaktan çıkarır...

 

İhraç değil inkışaf

Meşveretten öِzü itibariyle üç değer ilkesi çıkarıyoruz; açıklık, şeffaflık ve katılımcılık. Kavramın (ŞVR) etimolojik analizi dahi bunu göstermektedir. Bu değer ilkeleri ile birlikte meşveretin “Devleti kim yönetmeli?” sorusuna verilmiş esaslı bir cevap olduğunu ileri sürüyoruz. Meşveret değerinin üretilecek bir kurumsallaşama ile somutlaştırılması gerektiğini, bunun Müslüman fakihlere ve siyaset düşünürlerine bırakıldığını söylüyoruz. Bu somutlaştırma ve kurumsallaşma inkışafının, insanlığın geldiği şu anki noktadan geride kalmaması gerektiğine dikkat çekiyoruz. Bu noktada Batılı tecrübede gelişen cumhuriyet ve demokrasi modeli yeniden okunmalı, kalınan yerden daha ileriye doğru devam edilmelidir diyoruz. Bunun körü körüne bir Batıcılıkla değil, İslam kültürünün geçmişte en güzel öِrneklerini gösterdiği gibi “insanlıkta doğru namına ne kalmışsa sürdürme” ve “eskiyi yeninin, yeniyi eskinin diliyle” ifade etme dediğimiz anlayış çerçevesinde yapılması gerektiğini savunuyoruz.

Bugün sorun, İslam dünyasının, Batıdan gelen insan hakları, demokrasi,  özgürlük vb. kavramları içselleştirme, bunların aslında İslam’da varolduğuna dair fetvalar arama sorunu değildir. Sorun İslam Dünyasının tarihin gerisinde kalarak kendini dondurması, yaşaması gereken tabii süreci yaşayamaması, iç dinamiklerini inkışaf ettirememesi, Batının İslam Dünyasının üzerine gelmesiyle de bu sürecinin uzayıp durmasıdır.

İslam Dünyasına demokrasi ihraç etmeye kalkan batılılar ve öِzellikle ABD’nin yanlış bir yolda olduğu ortaya çıkmış oluyor. Batılılar eğer İslam Dünyasının kendi  özgün medeniyet karakteriyle insanlığın yürüyüşüne katılmasını istiyorlarsa yapacakları tek şey “göِlge etmemeleri”dir. Fransızların, Almanlara yaptığını yapmamalarıdır. Aksi halde İslam dünyasının Hegellerinin çıkması içten bile değildir. Bu ise genel olarak insanlığın zararına olacaktır. İslam Dünyası kendi haline bırakıldığı takdirde, kendini yenileyecek, kendi rönesansını kendisi yapabilecek yenilikçi potansiyellere sahip bulunmaktadır. Hatta bu hususta Batıdan çok daha ileride olduğunu söylemek bile mümkündür. Ancak ne var ki batının işgal, sömürü, saldırı, ele geçirme, denetim altına alma, ihraç ve fethetme hırsları yüzünden İslam Dünyasının yerli güçleri, yenilenme işini ertelemekte ve savunmaya geçmektedirler. Batı, İslam dünyasına demokrasi ihracı sevdasından vazgeçmeli, kendi demokrasisini geliştirmeye bakmalıdır. İslam Dünyası, dışarıdan “demokrasi ihracı” yoluyla değil, içeriden “meşveret inkışafı” yoluyla kendi siyasal yenilenmesini başarabilecek güçtedir. Kendi diktatِrlerini kendisi devirecek, kendi bahçesini kendisi temizleyecektir. Bu konuda bir batılı tecrübe olan demokrasiyi yeniden okuma, Yunan düşüncesini yeniden okurken yapıldığı gibi seçeneklerden sadece birisi olacaktır. “İnsanlıkta doğru namına ne kalmışsa sürdürmek” peygamberane bir tutum olup İslam Medeniyetinin en esaslı karakterlerinden birisidir. Yeter ki bu dünya kendi haline bırakılsın, gölge edilmesin.

Bu söylediklerimiz batılılara yönelik bir “işbirlikçilik” çağrısı değildir. Bir anlamda söylediklerimizi “Sizin insan hakları ve demokrasi ihraç etmenize gerek yok, biz sizin adınıza bunu yapacağız zaten. Biz içeriden bunu yaptıktan sonra siz dışarıdan gelip işgalinizi rahatlıkla tamamlayabilirsiniz” şeklinde okumak yanıltıcıdır. İslam Dünyasında, bir taraftan içeriye yönelik insan hakları, demokratikleşme ve yenilik yanlısı bir söylemi, diğer taraftan dışarıya karşı da İslam toprağında duran, bağımsızlıkçı bir söylemi dillendirmek mümkündür. İnsan hakları ve demokrasi söylemi Batı taşeronluğu, bağımsızlıkçılık da statükoculuk olmak zorunda değildir. Sonuçta bütün bunlar İslam Dünyasının çıkarını, güvenliğini, inkışafını, yenilenmesini savunan bir anlayışın elinde İslam Dünyasının lehine, batının aleyhine bir duruşa dِöüşecektir. Bundan sadece iki kesim zarar görecek ve fevaran edecektir; 1- İslam dünyasının yerli despotları, diktatörleri, gelenekçileri, gerici Arap rejimleri, laikçi oligarşileri. 2- Bütünüyle Batı alemi. Bu anlayışı kafaları taşeronluk ve statükoculuğa şartlanmış iki kesimin kavraması da mümkün gِrünmemektedir. Çünkü her ikisi de tıkanmış olup İslam Dünyasını ayağa kaldıracak üçüncü bir yol, yeni bir sentez, yeni bir dil lazımdır.

 

İslam Dünyası’nın “Rönesansını” Batılılar mı yapacak?

Sözün geldiği bu noktada olayın teorik boyutlarından sonra yaşanan pratiğe dair kanaatlerimizi de beyan etmemiz zorunlu hale gelmiştir.

“İslam Dünyasının Rönesansı”ndan kastımız, İslami literatürde “ihya ve tecdit” olarak geçen diriliş ve yenilenme hamlesidir. Bilindiği gibi ihya diriliş, tecdit de yenilenme anlamına gelmektedir. Bu durumda “İslam Dünyasının Rönesansı” demek, “İslam dünyasının dirilişi ve kendini yenilemesi” demektir. Batılılar, öِzellikle ABD kendisini bu işle görevli saydığı için, onların diliyle “rönesans” kelimesini başlıkta ِzellikle kullandım.

İslam Dünyasının dirilişinin ve kendini yenilemesinin, bu dünyanın yerli güçlerine bırakılmayacak kadar  önemli olduğunu, bu işe el atılması gerektiğini, aksi halde batı medeniyetinin ciddi bir meydan okuma ile karşılaşabileceğini ileri süren Batılı düşünürler bu işe oldukça hevesli görünüyorlar. Fakat hesapları yanlış, planları boştur.

Afganistan’da uçaklardan atılan bildirilerde “Bush’un İslam’ı kurtaracağı” ifadeleri yer almaktadır. Aynı şeyin Irak’ta da yapılacağını tahmin etmek zor olmasa gerek. Demek ki Bush, doğrudan Bağdat’a atayacağı bir “genel vali” ile, İslam dünyasını gerilikten, ortaçağ kalıntılarından, terör üreten tarih dışı kalmış (selefi) yorumlardan kurtaracak, İslam’ın çağdaş yorumunu yapacak, demokrasiyi getirecek, İslam dünyası ABD sayesinde hızla kalkınmaya, dirilmeye, yenilenmeye başlayacaktır(!)

Oysa bu argümanların gerisinde yatan düşünce hiç de ileri sürüldüğü gibi görünmüyor. Bu iddialara bakılırsa ABD sanki dünyanın kurtarıcı iyilik meleğidir. Biz kendimizi kurtaramayınca iyilik meleği harekete geçiyor, Hızır gibi imdadımıza yetişerek bizi Saddamlardan kurtarıyor. Bu hususta hiçbir fedakarlıktan çekinmiyor, kendi evlatlarını bile feda edebiliyor. Bize sadece bol bol dua etmek kalıyor...

ABD’nin İslam Dünyasına neden ilgi gösterdiğini bilmeyen yoktur. ABD, İslam Dünyasına sadece kendi “pragması” için gelmektedir. Çünkü onun tanrısı dolarının üzerinde inanıldığı yazılan tanrı değil, bizzat doların kendisidir. ABD felsefesinin “pragma” üzerine kurulu olduğunda şüphe yoktur. ABD’nin bunun dışında bir şey için kılını bile kıpırdatmayacağı gün gibi aşikarken, “demokrasi getirmek”, “insanlığı kimyasal silahlardan kurtarmak” vs. gülünç iddialardır. İslam dünyasının en koyu dini monarşisi Suud-i Arabistan’a yönelik hiçbir insan hakları ve demokrasi talebinde bulunmayan ABD, İslam dünyasının en “laik” rejimi Irak’ı yıkarak demokrasi getirmekten bahsetmektedir. Keza BM kararlarını defalarca ihlal eden İsrail’e sonuna kadar destek veren ABD, Irak’ı BM kararlarına uymamakla suçlamaktadır. Kaldıki BM’nin kimyasal silah üretimine yasak getiren kararına uymayacağını açıklayan bizzat kendisidir. Bugün dünyada BM denetçilerinin araştırma yapması gereken iki ülke varsa bunlar ABD ve İsrail’den başkası değildir.

Şu an ABD’de, yönetimi etkileyen güçlü bir Yahudi lobisi bulunmaktadır. ABD’nin amacı Asya ve Ortadoğu enerji kaynaklarını kontrol altına alarak “Büyük İsrail” projesinin öِn hazırlıklarını yapmaktır. ABD, Irak’ın bütünlüğünü koruyarak, doğrudan atacağı bir genel vali ile, Bağdat’dan, Irak’ı ileriki onyıllarda İsrail ile bütünleştirecek hazırlıklar yapacaktır. İrak’ın güneyinden bir bölge Ürdün’e verilerek, Filistinliler buraya göçe zorlanacaktır. Güneyde bir Şii devleti ile kuzeyde Kürt devleti projesi, Irak ele geçirilinceye kadar Irak’lı muhaliflerin desteğini almak için ortaya atılmaktadır. ABD-İsrail-Irak ekseni bölgede öِzellikle Türkiye’nin önemini azaltacaktır. Irak savaşından güçlenerek çıkan İsrail olacaktır. ABD ile birlikte İslam dünyasına yönelen Türkiye’nin,  öteden beri İslam dünyasına sırtını dönen tavrında, ABD-İsrail-Irak ekseninden sonra köklü değişiklikler gündeme gelebilir. Türkiye’nin yüzünü Afganistan ile Asya’ya, Irak ile Ortadoğu’ya çevirmesiyle birlikte, geleneksel “Pax-Ottoman” genlerinin harekete geçmesi mümkündür. Tarihin ve coğrafyanın dayatması ile Türkiye bölgedeki rolünü gözden geçirmeye yönelecek gibi görünüyor.

 

Bin yıllık tarihi kırılma

Bin yıllık tarihi boyunca İslam dünyasının koruyucu hamiliğini yapmış Selçuklu-Osmanlı varisi Türkiye, Roma-Bizans varisi ABD’nin bölge üzerindeki planlarına yardım ve yataklık yaparak bin yıllık çizgisini değiştirmek ve tarihinde ilk kez karşı tarafa geçmek üzeredir. Roma-Bizans bakiyesinin, Selçuklu-Osmanlı bakiyesine “saldırısına” yardım ve yataklık yaparak tarihi misyonunu inkar etme ile karşı karşıyadır. “Bizansla vuruşurken arkadan hançerleyen Araplar” imajı,  “Bizansla birlik olup Arapları hançerleyen Türkler”e dönüşmek üzeredir.  Bu durdumda “Neo-Pax Romana”ya karşı “Neo-Pax Ottoman” gündeme gelebilir. Yani “Yeni-Küresel Roma”ya karşı “Yeni-Osmanlı Barışı”...

Esasında “yüzünü Batıya sırtını İslam Dünyasına” dönme politikası Osmanlı sonrası dönemde temel devlet politikası olup, AKP iktidarının bunu değiştirmesi de mümkün görünmemektedir. AKP, devlet güçleri tarafından kuşatılmış olup temel devlet politikası istikametinde sürüklenmektedir. AKP’nin bu kuşatmadan kurtulması için devlet içinde bir siyasi “huruç” hareketine girişmesi gerekmektedir. Ancak bunu AKP’den beklemek şu an için çok fazla iyimserlik olacaktır. Türkiye tarihinin bin yıllık çizgisine sahip çıkacak bir siyasi hareket henüz ufukta görünmemektedir.

AKP verilen krediyi çok erken tüketmek üzeredir. Artık bir Türk siyaset klasiği haline gelen “muhalefette itiraz, iktidarda ikna” süreci AKP için de işlemektedir. Şu an muhalefette olanların eğer AKP’nin yerinde olsalardı onların da “ikna” çizgisine geleceklerini söylemek hiç de yanıltıcı olmayacaktır. Bu anlamda Türk siyasetinin “yaratıcı dehası” sanki tükenmiş gibidir. Bütün partiler sonuçta derin devlete teslim olmaktadır. Artık Türk siyasetinde ekonomiyi düzeltmek, ülkeyi kalkındırmak vs. değil öncelikli amacı “ikna olmamak” olan siyasi hareketlere ihtiyaç vardır. Şu ana kadar denenenlerin hepsi bu sınavı kaybetmiştir. Her iktidara gelindiğinde halk aldatılmış, “pragma” “değere”, “ikna” “itiraza” galip gelmiştir.

Yenilikçilik sloganı ile siyasi hayata giren AKP’nin, ABD taşeronluğunu andıran tavrına bakılarak yenilikçiliğin bu olduğu sanılmamalıdır. Yenilikçiliğin vasıfsız siyaset esnafının elinde can çekiştiği anlaşılıyor. Yenilikçi devinimin sahici temsilcilerini bulana kadar arayış halinde olacağını söylemek hiç de yanıltıcı olmayacaktır. Ne statükoculuk ne de taşeronluk Türkiye’nin ve İslam Dünyasının yolu olamaz.  Bir yandan Türkiye’nin ve İslam Dünyasının çıkarlarını ve güvenliğini önceleyen, aynı anda bu dünyanın “içeriden” yenilenmesini de savunan, “ikna” olmayacak üçüncü bir yol eninde sonunda muhakkak çıkacaktır.

ABD’nin İslam Dünyasına “demokrasi ihracı” ve “yeni-İslam” getirme projesine, “demokrasiye reddedilerek” ve “eski İslamcılık’a” sarılarak karşı çıkılamaz. Yapılması gereken demokrasiyi de içine alacak şekilde meşveretin derinlikli siyasal yorumu ve “Amerikancı yeni-İslam” projesine karşı  “anti-Amerikancı yeni-İslam” anlayışını inkışaf ettirmektir.

 

 

(Bilgi ve Düşünce-Mart 2003-6.sayı)