ÇAĞDAŞ İSLAM DÜŞÜNCESİ

     

 İslam için "çağdaş" dönemin, Napoleon Bonapart'ın Mısır seferi ile başladığını söyleyebiliriz. (1798-1801). 1993 den 7 yıl daha geçtiğinde 2000'e ulaşacağız. Böylece 200 yıllık bir zaman dilimi "çağdaş islam" ın tarihini oluşturmaktadır.

      Son iki yy.ın iki ucunda iki büyük devrim bulunmaktadır. 1789 Fransız devrimi ve 1979 İran İslam Devrimi. Bu iki büyük devrimi, doğu ile batı arasındaki medeniyet savaşının sembolleri olarak görebiliriz. Tarihsel dönüşümün "zirve" noktaları olarak algılayabiliriz.

      16.yy. ilk yarısında doğu (islam) kesin siyasal üstünlüğe sahipti. Bu yüzyıl aynı zamanda Batı’da "Rönasans"ın başlama yıllarıdır. Osmanlılar İslam dünyasının koruyucu kudreti olarak görülüyordu. Fas ve İran hariç bütün İslam dünyası Osmanlı’nın "Yedi-Kudret"indeydi. İstanbul'daki "Halifeyi ruyi-zemin" için hutbe okunuyor "Devleti Aliye"nin bekası için dualar ediliyordu.

      Batı’da rönesans ve reform hareketleriyle bir "kendini sorgulama" dönemi başladı. Buna Batılılar daha sonra "aydınlanma çağı" diyeceklerdir. Bu reformcu dalga temelde Batı’ya tahakküm eden "katolik kilisesine" başkaldırı özelliği taşıyordu. O dönemde sadece Batı’da değil, tüm dünyada "dinlerin" hakimiyeti söz konusuydu. Rönesans ve reform hareketleri bu "din" hakimiyetini sorgulamaya yöneldi. Aslında sorgulanan din, ‘muharref Hristiyanlık’tı. Reformcular Katolikliğin Batı’yı geri bıraktığını iddia ediyorlardı. Kiliseye, katolik mezhebine ağır eleştiriler yöneltiyorlardı.

      Batı’da "muharref din"in tahakkümünden kurtulma birbirini tamamlayan üç büyük devrimle kendini gösterdi. İlki 1648 İngiliz "pruten" devrimiydi. Temelde Hristiyanlığın aslına dönmeyi, saflaşmayı amaçlayan "protestan" mezhebinin hız ve ilham alan bir devrimdi bu. Zaten protestan anlamına gelen "pruten" öze dönme, saflaşma, katolikliğin bid'at ve hurafelerinden kurtulma anlamına geliyordu. Fransız Calvin, Alman Luther vs. hareketin ideologlarıydılar. Batı Avrupa'da doğan bu hareket İngilizlerin elinde "Anglikan" yorumuyla ifadesini buldu. Hristiyanlığın kadim mezhebi Katoliklikten önce doğu Hristiyanlığı anlamında "Yunan" yorumu "Ortodoksluk"tan koptu. Daha sonra reformcu "prostestan"lık ortaya çıktı. Protestanlığa İngiliz damgası vurulunca "Anglikan" kilisesi doğmuş oldu.

      Batıda ikinci büyük devrim 1789 Fransız devrimiydi. 1648 İngiliz pruten revriminden bir hamle daha ilerdeydi.Bu İngiliz devrimi protestanlık adına yapılmıştı. Hristiyanlığı ıslah etmeyi amaçlıyordu. Katolik statükoculuğuna karşı İngiliz-protestan değişimini temsil ediyordu. Fransız devrimi ise Katoliklikle beraber Protestanlığı da dışlıyordu. Temelde hristiyanlığa yöneltilmişti. Onun dünyevi hakimiyetini kırmayı amaçlıyordu. Fransız devrimi bir mezhep tercihi yapmadığı gibi din tercihi de yapmamayı hedeflemişti. Dine en pasif bir yer ve mekan gösteriyordu, kişilerin vicdanı... Din, bir takım manevi, moral duygular olarak vicdanlarda kalacak, böylece toplundaki saygın yerini muhafaza edecekti. Fransız devriminin bu "laik" ilkesiyle hristiyanlık toplum hayatından iyice dışlanarak bir vicdan meselesi haline getirildi. Fransız devriminin bu "laik" uygulaması daha sonra aynı şekilde Osmanlı ülkesine de taşınacaktır.

      Batı’da üçüncü büyük devrim 1917 Rus devrimiydi. Temelde Batı düşüncesinin bir ürünü olan Marksizm-Leninizm’in, 1748 deki "Paris Komunü"nün 73 günlük denemesinden sonra dünyadaki ilk devrimiydi bu. Rus devrimi İngiliz ve Fransız devriminin "din"i sorgulama hamlesinin son aşamasıydı. Hristiyanlık (genelde din) İngiliz devrimiyle islak edilmeye çalışılmış, Fransız devrimiyle de kapı dışarı edilmişti. Bu nedenle Rus devrimi her türlü dini inancı vicdanlarda dahil insanların hayatından "kazımaya" yöneldi.

 

      Batı'dan Doğu'ya İhraç Başlıyor:

      Her devrim tabiatı itibariyle zaferinden sonra etrafına ideolojisini yaymak, kendini ihraç etmek ister. Her devrim doğuştan sonra etrafını etkiler, başkaları tarafından taklit edilir veya kendisini etkiler, başkaları tarafından taklit edilir veya kendisine "davetiyeler" çıkarılır.

      Fransız devrimi 1789 da gerçekleşmiş, devrimden fazla değil 10 yıl kadar sonra işe Mısır’la başlamıştır. Özgürlük, kardeşlik, eşitlik sloganlarını kendisine rehber edinen Napolyon "gelişememiş" Mısır'a özgürlüğü, eşitliği ve kardeşliği yerleştirmek için sefer düzenliyecektir. Mısır'ı devrim adına işgal  edecektir.

      Mısır'ın Fransızlarca işgali Batı'nın Doğu'ya başlattığı tarihi saldırının ilk adımıdır. Bu arada 19.yy. (1801) henüz yeni başlamıştır. Bu tarihler Osmanlılar’ın ilk toprak kaybetmeye başladığı yıllardır. (Karlofça ve Pasarofça antlaşmaları). Batı, Fransız devrimi’yle siyasi ve askeri atağa kalkarken, Doğu (Osmanlı) toprak kaybetmeye başlamıştır.

      Artık Batı yükselirken, Doğu çökmeye başlamıştır. 1930'lu yılların başlarına kadar bu çöküş devam edecektir. Bu yüzyıllık çöküşün tarihini ara başlıklarla sıralayalım.

      1801- Mısır'ın işgali

      1829- Yunanistan'ın bağımsızlığı, Sırbıstan'ın otonomisi

      1830- Fransa'nın Cezayir'i işgali, Tunus üzerinde Fransız himayesi

      1878- Bulgaristan devletinin doğuşu, Dobruca'dan vazgeçme, Bosba-Hersek'ten çekilme, Kıbrıs'ın İngiltere'ye terk edilmesi.

      1911- İtalya'nın Libya'yı işgali

      1913- Arnavutluk ve Makedonya'nın bağımsızlığı

      1850-İngilizlerin Hindistan'ı işgali

      1907-İran'ın Rus ve İngilizlerce bölüşülmesi

      1912- Fransa'nın Lübnan ve Suriye, İngiltere'nin Irak, Ürdün ve Filistin'de manda egemenlikleri

      1920-Fas üzerinde Fransız egemenliğinin kurulması

      1920-Anadolu'nın İngiliz, Yunan, Fransız ve İtalyanlarca parça parça bölüşülmesi ve nihayet İngilizler’in boğazları, İstanbul'u, başşehri, hilafet merkezini işgal etmesi.

      Yukarıdaki listede işgalden nasibini almamış bir islam ülkesi görülmemektedir. Bu yaklaşık 120 yıl süren askeri, siyasi, hukuki, kültürel bir hegomonyadır. Fransız devrimi’nden sonra  Mısır'ın işgaliyle başlayan Batı'nın Doğu'ya topyekün saldırısı, Kuzey Afrika'dan sarkarken, Ruslar yukarıdan, Kuzey’den inmişlerdir. Yunanlar Ege ve Balkanlar'dan koridor açarken, İngilizler Hindistan'dan arkayı kuşatmışlar ve tam cepheden İstanbul'a girmişlerdir.

     

Batı geri gigiyor; Doğu’da Yerli Batılılar:

      Batı topyekün Doğu'ya işgalinden sonra geri gidiyor. Ama ne gidiş! Ektiği tohumların anası Doğulu, babası Batılı "melezler" bırakarak. 1979 İran devrimi’ne kadar hiç bir islam ülkesinde Batı’ya rağmen bir rejim kurulamamıştır. Kendine yerli uşaklar bulan Batılılar uşaklarından emin oldukça geri gitmişlerdir. İşte babası Batılı anası Doğulu, kendini babasıyla tanımlayan batılılaşmış "melez" devletçikler, ülkecikler;

      1923- laik T.C.nin kuruluşu

      1925-Suud Krallığı, İngiliz himayesinde

      1922-Lübnan, Suriye mandası. Fransız  himayesinde.

      1936-ya kadar Suriye'de Fransız himayesi

      1952- ye kadar Mısır'da İngiliz himayesi

      1941 de Suriye ve Lübnan'da sözde yabancılardan arındırılmış devletçikler kuruldu.

      1946 da "Transt Jordanie" adıyla İngiliz mandası olarak anılan yerin bu tarihte "Mavaro, Ürdün" adını alması, Arap-Filistin topraklarını almasıyla "Ürdün" olarak krallığa dönüşmesi

      1947 de Pakistan, Endonezya devletciklerin kurulması.

      1952 de Libya Birleşik Krallığının kuruluşu

      1958 de Mısır Sudan sözde bağımsızlığı

      1956 da  Tunus ve Fas'ın sözde bağımsızlığı

      1962- Bağımsızlıktan sonra laik Cezayir'in kuruluşu

      1920'de Doğu'yu harita üzerinde paylaşan Batılıların  çizdiği statü bugün halen devam etmektedir.

     

1979 İran İslam Devrimi; Doğu Ayağa kalkıyor:

      Doğu'da gerçekleşen İran devrimi, 200 yıl önce Batı’da gerçekleşen Fransız devrimi’ne, Doğu'nun cevabıdır. Fransız devrimi ile Batı atağa kalkmış, Doğu’da geri çekilme başlamıştı. İran devrimi ile ise Doğu ayağa kalkmış, Batı geri çekilmeye başlamıştır. Doğu'nun geri çekilmeyi durdurup ayağa kalkmaya başlaması için 200 yıl beklemesi gerekmiştir. Zira tarihsel dönüşümler yüzyıllık, asırlık zamanlarda gerçekleşebilmektedir.

      Aslında son 200 yılın başında ve sonunda yer alan Fransız ve İran devrimleri sadece birer işarettirler. Dönüşümün iki ucu biraz daha derinlerde yatmaktadır. Son 200 yıl Batı’nın üstünlüğü ile geçmiştir. Fransız devrimiyle saldırıya geçmiştir. İran devrimiyle de saldırıya geçmiştir. İran devrimiyle de Doğu kendine gelmiş, toparlanmaya başlamış, tarihi süreci başlatmıştır. Nitekim 1979 dan sonraki gelişmelere baktığımızda bu sürecin başladığı görülmektedir. Afganistan, Cezayir, Sudan, Lübnan, Orta Asya Cumhuriyetleri, Tacikistan'daki gelişmeler bunun göstergeleridir. Ayrıca Batı'nın tam ortasındaki, Bosna-Hersek'teki olaylar İslam dünyasında Batı'ya karşı "devrimci kıvılcımlar" oluşturmakta ve tarihi süreci hızlandırmaktadır. Bu noktada görülen o ki tarih kendi örgüsünü  yavaş yavaş tamamlamakta, insanlık İslam medeniyeti’ne hazırlanmaktadır. Şimdi buradaki soru şudur: Biz böyle bir medeniyete hazır mıyız? Biz bu yükselişin neresindeyiz? 200 yıl ayağa kalkmak için bekledik, bu sürede neler yaptık? Hazırlığımız ne kadardır? Çağdaş İslam son 200 yılda nereden nereye geldi? Gelenek, Radikalizm ve Modernite üçgeninde gidip gelen çağdaş İslam düşüncesi yeniden nasıl ihya edilmelidir . Topyekün bir hamle  nasıl, nereden başlamalıdır?

      Çağdaş İslam düşüncesine yönelik bu soruların cevabını 2000 li yılların İslami hareketlerinin yolunu aydınlatacaktır. Çalışmamıza bu soruların cevabını aramaya devam edeceğiz.

     

Koruma-Diriltme-Sorgulama:

      Çağdaş İslam düşüncesi ve hareketlerinin oluşum süreci olarak belirttiğimiz "iki devrim arası" (Fransız ve  İran devrimleri) nde geçen 190 yıl, yani yaklaşık 200 yıl araştırma alanımızı oluşturmaktadır.

      Bu süreyi "çağdaş islam"ın tarihi olarak ele alacağız. İki devrim arasında olup bitenleri tarihi malumat olsun diye değil "geleceği oluşturan geçmiş" olduğu için anlamaya, yorumlamaya çalışacağız. Dönemin tarihinden değil, mantığından, hareket edeceğiz.

      Bu dönemin İslami düşünce ve hareketlerinin önceki dönemlerdeki düşünce ve hareketlerle kıyasla en önemli ayırıcı vasfının "kendini yeniden ispat etme" olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü açık bir yenilgi, geri çekilme ve çöküş vardır. Tekrar canlanma için "neler yapılması gerektiği" şeklindeki soru bu dönemin hakim özelliği olarak karşımıza çıkmaktadır.

      Çaşdaş  İslam düşüncesi olarak ele alabileceğimiz "iki devrim arası" eğilimleri 3 ana grupta toplayabiliriz.

      1-Var-Olanı Koruma; Geleneksel İslam:

      Gelenekciler: Tasavvuf, Ehli Hadis, Fıkıhcılık

      Gelenekselciler: S.H. Nasr, Rene Guenon, Martin Lings

      2-Var-Olanı Diriltme;Radikal İslam:

      Devrimci İslamcılık: C. Afgani, M. Abduh, S. Kutub, A. Şeriati, Mevdudi

      Demokratik İslamcılık: FIS, RP, Son dönem İhvanı

      Sivil İslamcılık: Ali Bulaç vs.

      3-Var-Olanı Sorgulama-Yenileme:Modern İslam:

      Fazlurrahman, S. Ahmed Han, Roger Garaudy

      Bu 3 ana eğilimin ortak paydası Batı işgali ve yenilgisi karşısında İslam'ın "yeniden kendini ispat" etmesi noktasındadır. Bir diğer özelliği "yeniden sonrası" çağdaş islami yorumlamalar olmasıdır. Ayrıca sadece bir gruba aitmiş gibi görünen kişi ve düşünceler aslında 2 ve 3 grubun özelliklerini üzerinde taşıyabilmektedirler. Fakat bizim böyle bir ayrım yapmaksızın sebebi mahkum etmek değil, çözümleme kolaylığı olması içindir. Böylece çağdaş islam düşüncesinin renklerini, tonlarını daha iyi kavramış olabiliriz.

      Görüldüğü gibi çağdaş İslam düşüncesi var olan İslamı "koruma" ,"diriltme" ve " Sorgulama-yenileme" ekseninde oluşmaktadır. Hakim mantık bunlardır. Bir anlayış kendini sadece koruma veya sorgulamaya veya diriltmeye hasretmişken, başka birisi korunarak diriltme, bir başkası "sorgulayarak diriltme"te hasretmiş olabilmektedir. Korumanın, diriltmenin ve sorgulamanın vurguları farklı gruplarda farlı ağırlıklarda olabilmektedir.

      Şimdi bu 3 ana eğilimi bünyelerinde barındırdıkları alt versiyonlarıyla birlikte  göreceğiz.

 

      Var-Olanı Koruma; Geleneksel İslam:

      Geleneğin İngilizce karşılığı olan "tradion" kelimesi, latince "tradere"den geliyor.Tradere şu anlamlara geliyor; ‚kurtuluş, bir bilginin elden ele aktarılması, bir öğretiyi başkalarına iletmek, teslim olmak ya da ihanet etmek.

      Gelenek, şu andan önceki bütün "gelen" tarihi mirası kapsadığı için oldukça geniş ve birazda karmaşık bir kavram olarak karşımıza çıkıyor. Bu çok boyutluluğu biraz  netleştirmek için şöyle bir tasnif yapabiliriz.

      a-Kadim gelenek

      b-Ümmet geleneği

      c-Mezhebi gelenek

      d-Kavmi gelenek

      e-Mahalli gelenek

      Sosyolojik anlamdan ise gelenek "önceki nesillerden tevarüs edilen yahut aktarılan ögelerin tümü yahut bir kısmı" şeklinde tanımlanır.

      Bir topluluk kendinden önceki nesillerin kadim, islami, mezhebi, kavmi ve mahalli gelenekler devralarak kendinden sonraki nesle aktarabilir. Devam edegelen geleneğin içinde sahih ve gayri sahih unsurlar bulunabilir. Bu durumda hangi geleneği devam ettirmek hangisinin "yolunu kesmek" gerekecektir. Bu sorunun cevabından önce "gelenek" kavramı üzerinde biraz daha durmamız gerekiyor.

      Bir olayın, bilginin veya durumun "gelenek" olabilmesi için şu şartları bulundurması gerekir. Süreklilik, geçmişe saygı, kendine güven, hiyerarşi, hiyerarşiye itaat, istikrarlı aktarma.

       Geleneğin karşıtı ise "yenilik"tir. "Modern" kelimesi kök itibariyle latince "modernus"tan, o da "henüz, şimdi" anlamlarına gelen "moda" kelimesinden türüyor. "Modern" ve "çağdaş kelimeleri genellikle eşanlamlı kullanılır. Fakat çağdaş kelimesindeki "nötr"lük daha yaygın olarak kullanılmasına neden olmuştur.

      Eski Yunan'da başlayan eskiler (ancients) ve yeniler (modern) çatışması rönesans döneminde belirginleşti. Eskiler kadim olanı savunmak, geçmişe saplanıp kalmak ve geçmişi olduğu gibi savunmak, geçmişe saplanıp kalmak ve geçmişi olduğu gibi muhafaza etmek, kısacası "saatleri geriye döndürmekle" suçlandılar. Özellikle Fransız devrimi’nin yarattığı siyasal ve sosyal çalkantılara karşı Fransa'nın ve Fransız devrimini gelenekçi bir açıdan yorumlayan Edmund Burke gibi bir muhafazakar'ın yaşadığı İngiltere'den tepkiler geldi.

      Gelenekçilik (tradionalism), siyasal düzeyde, bir toplum ve devletin tümüyle akli temeller üzerinde yeniden kurulmasına karşı bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. Fransız devriminin tüm siyasal ve sosyal kurumları, kollektif, durmuş, oturmuş gelenekler yerine bireyin aklına tabi kıldığını , bununla da güçlü sağlıklı bir sosyal- siyasal düzeni sağlayamayacağı iddia edilmiştir.

      Gelenek kendi içinde paradox bir durumda barındırıyor. Bir yandan eskiyi devam ettirmede "kurtarma şimdi" olurken diğer yanda yeni için "ayak bağı" olabiliyor.

      Gelenek içinde bir başka ters durumda gelenekçilik-gelenekselcilik paradoksudur. Gelenekçi bizatihi geleneğin içinde olandır. Bir sufi, bir mukallid, bir Ehli hadisci veya bir ahbari gibi. Gelenekselci ise aslında geleneğin dışında olup geleneği savunandır. S.H. Nasr gibi. Nasr bir sufi değildir ama sufiyi ve tasavvuf geleneğini savunur. Hemde sufi'nin anlayamayacağı felsefi, kozmolojik ve hatta modern bir tarzda.  R. Guenon, M. Lings gibi Batılı gelenekselciler ise Modernite'nin dayatmacılığına karşı İslam'ın gelenekçi yorumuna sığınırlar. Acaba aradıkları Modernizm'e karşı güçlü bir "gelenek" alternatif midir yoksa fazlalık ve fantazi geleneklerden arınmış islam mıdır. Doğrusu burası tam açık değildir. Ancak Guenon baştan aşağı sarık, cüppe ve sakala bürünerek bir sufi kılığına girebildiğine göre ki aynı şeyi papaz kılığına girerek de yapabilirdi temelde islami bir tercih yapmıştır. Ancak içinden çıktığı modern Batı'ya karşı İslam'ın tasavvufi yorumunda aradığı modernizm karşılığını bulmuştur. Nitekim bazı Batı kökenli müslümanlar genellikle ya sufi ya da modernist olmaktadırlar. Yani tam anlamıyla geleneğe sığınmakta ya da tanıştığı yeni dini önceki birikimiyle "yenilemek" istemektedir. Guenon ve Garaudy örneklerinde olduğu gibi.

      Guenon, Nasr ve Lings gibi yazarlar, modern dünyanın artık izine rastlanılmayan bu "asli" geleneği, , karşılaştırmalı dinler tarihi ve karşılaştırmalı düşünce tarihi temelinde yorumlayıp yeniden kurma iddiasındadır. Bu yazarlar temelde aydınlanma çağının değerlerine karşı çıkmakta ve hakikatın bilimle ve felsefeyle değil gelenekle, geleneğin tarihiyle bilinebileceğini öne sürmektedirler. Bu yazarlara göre her din ya da bir gelenekten kaynaklanmıştır. Buna göre örneğin Tibet dini sözkonusu kadim geleneğin belli bir bölgeye münhasır kalmış bir parçası olup, bu geleneğin aslında nasıl bir yapıda olduğunu ancak onu diğer dini geleneklerle karşılaştırarak anlayabiliriz.

      Gelenekselci ekolün, diriltmeci-devrimci ekoller hakkındaki suçlaması hemen hemen aynı noktalarda birleşmektedir. Örneğin Nasr, İranlı bir müslüman olmasına rağmen İran İslam devrimi ile anlaşamayarak devrimden sonra İran'dan gitmiştir. Nasr, Devrimi, A.Şeriati'yi, S. Kutup'u kadim geleneğin dışına çıkmakla suçlamaktadır. İslami gelenekte devrimci-fundamentalist eğilimlerin bulunmadığını söyleyerek bunların modernitenin alışkanlıkları olduğunu iddia etmektedir.

      Modernistler (Fazlurrahman, Garudy) hakkında da aynı şeyi söyleyen Nasr kendini tam "modernizm’’in karşısına koymakta ve "geleneğin hamisi" misyonuna sahip çıktığını zannetmektedir. İstanbul'da verdiği konferansta modernist-gelenekçi ayrımı yaparak modernizm’in temsilcisi olarak Fazlurrahman’ı gelenekçiliğin temsilcisi olarak da kendini takdim etmektedir.

      Geleneksel yazarlar kendilerine modernizm karşısında hakim geleneği savunma ve koruma misyonu biçerek geleneğin devrimci veya başka bir tarzda diriltmeye ve hele sorgulamaya hiç mi hiç yanaşmamaktadırlar. Nitekim bu yönde bir çalışmalarına veya eserlerine hiç raslanılmamıştır.

      Bir de bu "eskiyi koruma" mantığının "gelenekçi" versiyonu vardır. Yukarıda değinildiği gibi bu tamamen geleneğin içinden gelenlerdir. Burada hakim mantık şudur: "Yeniliğin, çöküşün, islam’dan uzaklaşmanın ana nedeni "dış güçlerin" komplolarıdır. Atalardan gelen inanç ve gelenekler olduğu gibi korunmalıdır. İslam olarak bize ne intikal etmişse İslam işte odur. Bu, "gelenekle uğraşmak" affedilmez bir suç ve hatta Batı’nın, dış güçlerin ajanlığını yapmaktır..."

      Bu tür gelenekçilik daha çok mutasavvıf, muhaddis ve mukallidlerden gelmektedir. Her 3 gelenekte de nesillerden nesillere aktarılan inançlar, eserler vardır. Üçünün de kendisine göre sonunda Hz. Peygamber'e dayanan "silsilesi" vardır. Bu silsile aşılamaz, geçilemez, dokunulamaz. Bu silsile ile uğraşmak dini yıkmanın ilk adımlarıdır. Arkasından Kur'an ve Peygamber'e itiraz gelecektir!

      Sufi kendisini "silsile-i Saadat" ile Peygamber'e dayar. Hatta bu "başbuğ veliler"in sayısı 33 ile hitama erdirilir. Nakşi geleneği, silsileyi Hz. Ebubekr'e, Kadiri geleneği de Hz. Ali'ye dayandırır. Onlardan da feyiz ve Nur'un kaynağı "Seyyid-i Kainat"a..

      Bu silsilecilik bazen İslami gelenekten çıkıp "muharref "geleneğe dönüşür. Bu sefer silsile ‚kırklar, yediler, onlar’ şeklinde sıralanır. En sonunda "bir"e ulaşır. O "Gavs-ı Azam"dır, etrafında "kutuplar" sıralanır, biri ölünce hemen yeri doldurulur. Tanrı bunların yüzü suyu hürmetine biz insanlara acır veya lutufta bulunur. Muharref geleneğin bu hali Hinduizm'in damgasını taşır. Krişna'nın yerini Allah, Brahman'ın yerini Gavs almıştır. Hinduizm'in ruhçu geleneği sufilerin açtığı gedikten İslam'a yol bulmuştur artık.

      Sufi geleneğin tarihte iki önemli işlevi olmuştur. İlkin genellikle halk kitleleri sufi dervişler eliyle müslümanlığa girmişlerdir. Hindistan'ı, Orta Asya'yı , Anadolu'yu, Balkanlar'ı bunlar İslamlaştırmışlardır. İkincisi de yine genellikle bu halklar İslam'ı kendi ellerinde eğip bükmüşlerdir. İslamlaşma özde değil kabukta olmuş, eski inanç ve edebleriyle beraber gelmişlerdir. Bu nedenle bu bölgedeki geleneklerde Hinduizm'in, Şamanizm'in, Zerdüştizm'in, Hristiyanlık’ın  izleri bariz bir şekilde görülebilir. Bunun en açık örneği Anadolu'daki Bektaşi geleneğidir. Balkanlar'dan Hind altkıtası’na kadar uzanan kuşaktaki tüm geleneklerin izlerini bünyesinde barındırır. Bektaşilikte Hint ruhçuluğu, İran gulat-şiiliği ve Bizans-mesihciliği birleşmiştir.

      Hadiscilik geleneği de kendi hiyerarşi ve silsilesini kurarak nesilden nesile aktarmıştır. Arapça da "gelenek" anlamına gelen "an-ane" aslında hadis geleneğinden alınmadır. Hadis rivayetinde an-an şeklinde rivayet edilen "filan"dan, filan" şeklindeki "sened" silsileyi oluşturur. Sufi'nin literatüründeki "silsile" muhaddis'in literatüründe sened adıbı alır. Ancak "sened" ,silsileye nazaran daha gerçekçi, realist ve ilmidir. Sened'in içine dahil edilen her bir "ravi" inceden inceye elemeden geçer "adalet ve zabt" süzgecinden geçirilerek sened"e alınır. Eğer şartlara tam uyarsa o senede "muttasıl, sahih" gibi isimler verilir. Uymazsa, "zayıf, hasen, munkatı, mürsel" gibi kategorilere ayrılır. Okuyucu bunlara bakarak kararını verir.

      Hadis geleneğinin bu çalışması sahih geleneğin bir parçasını oluşturmuştur. Çağdaş İslam düşüncesinin sufilerin "silsile"lerinden alacağı pek bir şey yokken muhaddislerin "senet" geleneğinden alacağı epeyce malzeme vardır. Sened de nihayet götürülüp Peygamber'e dayandırılır. Hadis geleneğini "gelenekçiliğe" döndürmenin adı ise "Ehli-hadis"ciliktir. Bu eğilimin de diğer gelenekçilerden farklılığı yoktur. Öncekilerin kurduğu hiyerarşiye kesin itaat ister. Onları sorgulamaya kalkışmak dini yıkmaya başlamıştır. Zaten sapık fırkalar önce hadis'i eleştirmiş sonrada Kur'an'a el uzatmışlardır. Hadis'i mutevatir, ahad diye atırmak yanlıştır. Hadis hadistir, duyar duymaz teslim olunmalıdır. Hatta önce hadis okunmalıdır. Bu hadislerden Hz. Peygamber'in anlayışı kavrandıktan sonra Kur'an'a belki geçilebilir.

      Görüldüğü gibi bu gelenek Hadis'i Kur'an yerine koymaktadır. Önce Kur'an okuyup, Kur'ani bir bakış kazandıktan sonra zengin bir malzeme olarak hadis okunmasını önereceği yerde işi tersine çevirmektedir. Kur'an ayetini uyduramayanların hadis uydurup müslümanların inançlarını bozmaya çalıştığını söyleyeceği yerde, hiç ayrım yapmadan hadis'e teslim olmayı öğütlemektedir. İyi ki hadislerin cerh ve tadil çalışmaları yapıldı diyeceği yerde mevcut hadis kitaplarını Kur'an gibi "kutsama" yoluna gitmektedir.

      Şurası muhakkak ki Hz. Peygamber'in sünnetine ittiba Kur'an'ın emridir. Ancak Hz. Peygamber'in sünneti nerededir? Bugün müslümanların elinde tarih, siyer ve hadis kitapları vardır. Bunlar bize en genel hatlarıyla sünneti, gelenek olarak tevarüs ettirmişlerdir. Dolayısıyla sünneti bunların dışında aramak yanlıştır. Bugün çağdaş islam düşüncesi’nin önünde sünneti bünyesinde topladığı kesin olan  (%70 gibi) 9 sünnilerin 4 de şiilerin hadis geleneğinde olmak üzere 13 kitap bulunmaktadır. Bu kitaplarda yaklaşık 30 bin civarında hadis vardır. Bu hadislerin büyük çoğunluğu haberi vahid durumdadır. Bizim hadis geleneğinden alacağımız (süzgeçten geçirerek) epeyce malzeme bulunmaktadır.

      Nasıl ki hadis geleneği bize büyük bir "külliyat" bırakmışsa aynı şekilde "fıkıh" geleneği de dev bir fıkıh külliyatını miras olarak bırakmış bulunuyor.

      Fıkıh, Hadis'e nazaran geleneğini daha önce kurmuştu. Daha İslam'ın ilk asrında fıkıh okulları ortaya çıktı. Bunlar temel kaynaklara isnatla meselelerin çözümlenmesi için "usuller" ortaya koydular. İslam yayıldıkça yeni toplumlarla, kültürlerle tanışıyordu. Onların proplemleri çözmek için İslam'ın dinamizmini devam ettirmesi gerekiyordu. Bu da "içtihat" kurumunun işletilmesi ile sağlanabilirdi. Bu  nedenle farklı içtihat okulları ortaya çıktı.

      Bu okullardan ilk belirginleşen Kufe ve Hicaz okullarıydı. Kufe merkeze uzak olduğu için daha çok yeni proplemlerle karşı karşıyaydı. İslam Medine'de doğmuştu. Ancak Kufe'de, Irak'ta, Mısır'sa vs. yayılmış, yeni toplumlarla karşılaşmıştı. Bu nedenle Hicaz Okulu'nda daha çok "Merkezi Muhafazakarlık" eğilimi, Kufe Okulu'nda ise "değişimin gerisinde kalmama" çabası ağırlıktadır.

      Aslında İslam'ın daha ilk yıllarında var olan geleneği koruma ile yeni durumlara uyarlama çabası ortaya çıkmıştı. Bir taraftan geleneğin korunması gerekiyorken öte yandan zaman akıyor, insanlar, toplumlar, kültürler değişiyor yeni durumlar ortaya çıkıyordu. Bu durum daha çok İslam'ın doğduğu mahallin dışında görülüyordu. İşte Kufe geleneği bu ihtiyacın cevabıydı. Yani İslam doğduğu coğrafyanın, toplumun dışında bir coğrafya'da nasıl ifadelendirilecekti. Yeni durumlara nasıl cevap verecek, tarihin gerisinde kalmamak için ne yapacaktı. Ebu Hanife bunun sistemini geliştirdi. Yeni bir meseleyle karşılaşınca onu önceki bir benzeriyle karşılaştırıyor, öncekilerin çözümünü yeni duruma aktarıyordu (kıyas). Eğer var olan gelenekle yeni duruma çatışıyor gibi bir çıkmaza girerse makul bir sebeble geleneği yeni duruma uyarlıyordu (istihsan). Var olan gelenekle açık bir hüküm bulamazsa veya geleneğin tamamen cevapsız kaldığı bir yeni durum varsa genel amaçlar doğrultusunda cevaplar buluyor (malahatı mürsele) böylece değişimi yakalayarak dinamizm devam ediyordu.

      Aslında bu tür içtihad geleneğinin mimarı Hz. Ömer'di. Yani İslam'ı dondurma değil, değişimler ve tarihi ilerleme karşısında meydan okuyucu bir dinamizm ve esneklikle devam ettirme. Bu inançla Hz. Ömer değişimi farkederek Kur'an'ın Kitap haline getirilmesini sağlamış, yeni fethedilen arazileri savaşa katılanlara değil kamuya bırakmış, müellefei kulub'a verilecek ödeneği kesmiştir. Halbuki bunlarla ilgili açık ayetler ve Peygamber'in uygulaması vardır. Fakat o böyle yapmakla geleneği dondurmaktan kurtarmıştır. Müslümanlara, İslam'ın Peygambersiz, doğduğu coğrafyanın dışında, yeni durumlar karşısında nasıl kendini ifade edeceğini, tarihin gerisinde kalmamak için neler yapabileceğini göstermiştir.

      Ancak sonraki nesiller bu son derece canlı, dinamik, esnek ictihat okulunu dondurmuşlardır. Değişimin, ilerlemenin okulu, donmanın, statükonun, geride kalmanın müsebbibi olmaya başlamıştır. Bunun sebebi okulun usulunun bırakılıp furuuna yönelmedir ve hatta furu meseleri dondurmadır. Şerhçilik ve haşiyeciliktir. İşte gelenekçilik burada ayak bağı olmaya başlıyor. Kendisine silsile koyuyor. Müçtehidlik mertebeleri sıralanıyor. En üstte mutlak müçtehidler, en altta mukallitler bulunuyor ve bu dayatılıyor. Bu silsile kutsanıyor, abartılıyor. Halbuki hayat varoldukça ve İslam da yaşadıkça müslümanların hayatın meselelerini çözümleyecek müslümanca yaşamaları kaçınılmazdır. Bu da yapılıyor aslında. Çünkü hayatı durduramazsınız. Fakat yeni kılıflarla cevaplar veriliyor. Biz müçtehiz değiliz ama.. diyerek başlayan sözlerle bal gibi içtihat yapılıyor ama "mukallid" olarak. Sözde müçtehidlik ifadesi kullanılmıyor ama yapılan iş başka bir şey değil. Hz. Ali'nin söylediği gibi "bir kişinin söylediği ya nastır ya da nassa dayalı içtihat ya da heva ve hevestir."

      Çağdaş islam düşüncesi fıkıh geleneğinin, gelenekçiliğini değil, özünü almalıdır. Tıpkı Hadis geleneğinde olduğu gibi fıkıh geleneğinde sahip çıkmalı, kendinden bilmeli ancak tarihi tortularından arındırmalıdır.

      Çağdaş islam düşüncesi kendi asıl geleneğini bulmalı ve ona yaslanmalıdır. Zira bir düşünce geleneksiz hamle yapamaz. Geleneğe yaslanarak ileri atılabilir. Gelenek hamle için ona güç verir. Ancak bu gelenek hangisidir?

      Mezhebi, kavmi, mahalli gelenekler çağdaş İslam düşüncesini, asli renkleri olmamalıdır. O kadim "ümmet geleneğine" yaslanmalıdır. Asıl rengini ondan almalıdır. Bu geleneğin çerçevesi oldukça geniştir. Bunu kendine "bol" görmemelidir. Kadim islami gelenek bir ümmet geleneğidir. Bütün bir ümmetin yaşayan geleneğidir. Ümmeti ümmet yapan "ortak değerler"dir. Bu değerleri bize icmai ümmet verir. İcmai Ümmet en geniş consessus'tur. Onun üstünde daha geniş ve kapsayıcı bir çerçeve yoktur. İcmai Ümmet, şii ve sünnilerin "mütevatir"lerini de içine alan daha üst bir buluşma noktasıdır. Örneğin "Kur'an'ı bize icma getirmiştir. Bunun dışında, namazın, zekatın uygulanışını, haccın bazı menasikini nesilden nesile taşıyan icmadır. Şiisiyle sünnisiyle bütün nir ümmetin yaşayan icmaya dayalı geleneği... İşte çağdaş İslam düşüncesi bu geleneğe yaslanmalı ve onu korumalıdır. Bu, onun asli görevlerinin başında gelir. Ümmetin geleneği, mezheplerin, ekollerin, kavimlerin, mahalli geleneklerin ortak geleneğidir. Çağdaş İslam düşüncesinin geçmişten geleceğe akacağı asıl mecra bu olmalıdır. Çağdaş islami bir hareket gücünü ve rengini bu mecradan almalı, tarihin bize devrettiği gelenekleri bünyesinde barındıracak genişliğe ve hoşgörüye sahip olabilmelidir. Tarihi geleneklerin yönünü asıl mecraya çevirmenin yollarını aramalıdır.

      Var olanı "koruma" misyonuyla ifadesini bulan"geleneksel islam" ile ilgili değerlendirmelerden şu sonuçları çıkarabiliriz.

      1-Geleneksilcilik (Geleneği dışardan savunma) geleneğe yönelik sağlıklı bir yaklaşım olamaz.

      2-Gelenekcilik (kavmi, mahalli dar bir geleneğin içinden çıkamama, ona kendini mahkum etme) çağdaş islam düşüncesi’nin asıl mecraını oluşturmaz. Ancak onun için de yer alabilir.

      3-Çağdaş İslam düşüncesi’nin yaslandığı asıl mecra ümmet geleneği olmalıdır. Kendini onunla ifade etmeli, ümmet içi diğer geleneklere hoşgörü ile yaklaşmalı, onları ümmetin zenginliği olarak kabul etmelidir.

      4-Ümmetin zenginliğini dinamik bir fıkıh-içtihat okulunda malzeme olarak kullanabilmelidir. İslami gelenek içindeki dinamik unsurları canlandırmalı, yeniden ifadelendirmeli ve ilerletmelidir.

              

Var-Olanı Diriltme; Radikal İslam:

      Varolan İslam’ı sorgulayarak veya sorgulamaksızın "diriltmeyi" esas alan islamı anlayışları bu gurupta ele alacağız. Tabiatıyla bu anlayışların "siyasi yönleri daha baskındır". Zira diriltme önce buradan başlayacaktır. Çünkü çöküş buradan olmuştur. Ayrıca siyasi gücün bir toplumun ana toparlayıcı-dengeleyici gücü olması bu tür bir yönelişi gerektirmiştir.

      Batılılar’ın kullandığı "radikal", "fundamentalist" terimleri yerine "diriltme" terimini kullandık. Zira Batı egemenliği karşısında topyekun bir diriltme hamlesi sözkonusudur. Bu diriltme "devrimci, demokratik" veya -siyasal vurguya tepki olarak- "sivil" bir tarzda olabilecektir. Her üçüde aynı misyonu ifade etmektedir.

      İslam dünyasında Batı egemenliğine karşı yeniden dirilme çabaları metod olarak 3 ana eğilim halinde kendini göstermektedir. İlkin "devrimci" bir tarzda dirilmeyi hedefleyen ve Batılılar’ın asıl "radikal" tabiriyle kasteddikleri anlayıştır. İkinci olarak İslam'ın (geleneğin) güçlü toplumsal dinamiklerine sahip olmadığı ülkelerdeki dirilme hamleleridir ki bunlar varolan imkanları kullanarak "demoktarik" bir dirilmeyi hedeflerler. Bu ikisinde "siyasal iktidar " vurgusu kuvvetli hatta "başhedef" olarak ele alındığı için bunlara tepki olarak dirilmenin siyasi iktidar çerçevesinde değil, toplumun daha "sivil" kesimlerine ulaşarak gerçekleşebileceği savunan görüşler, devrimci marksist örgütlerin yenilgiyle biten deneyimlerinin de etkisiyle savulunmaya başlamıştır.

      Bu tür bir ayrım son 200 yıl gözönünde bulundurularak yapılmaktadır. Zira ortada İslam var, Batı egemenliği var, yenilgi var. O halde yapılması gereken nedir sorusu bu anlayışları ortaya çıkarmıştır. Yapılması gerekenin geleneği koruyarak veya sorgulayarak her ne şekilde olursa olsun "siyasal bir dirilme" olması gerektiği şeklindeki misyon bu bölümün konusunu oluşturmaktadır.

      İslam dünyasında devrimci siyasal dirilmeci hareketlerin son 200 yılda 4 ana merkez etrafında geliştiğini söyleyebiliriz. Bunlar Suudi Arabistan, Mısır, Pakistan ve İran'dır. Bu çerçevede Vehhabi hareketi, İhvanı müslimin, Cemaatı islamiye, İran Devrimi karşımıza çıkıyor. Bu hareketin şahıslarla ifadesi ise Muhammed ibnu Abdulvehhab, Efgani, Abduh, el-Benna, S.Kutub, Mevdudi, Şeriati, Humeyni şeklinde sayılabilir.

      Genel olarak "iki devrim arası (Fransız-İran) devrimci-diriltmeci İslami eylemleri bunlar temsil etmektedirler. Gelenekselci ve modernist gruptakiler bunlardan "Fundamentalist", "Entegrist", "Yeni İhyacı", "Klasik Islahatcı" vs. şeklinde bahsederler.

      Çağdaş İslami hareketlerin ana gövdesini korumacı misyonun gelenekçi kanadı ile diriltmeci misyonun devrimci ve demokratik kolları ve sorgulayıcı misyonun klasik-ıslahatcı kanatları oluşturmaktadır. Gelenekselci, sivil toplumcu ve modernist eğilimler daha çok ana gövdenin dışında akademik çevrelerin ilgisini çekmektedir.

      Fransız Devrimi gerçekleştiği (1789) sıralarda İslam dünyasında özellikle Hicaz bölgesinde kendinden epeyce bahsedilecek bir şahıs hayata veda ediyordu. Bu Muhammed ibnu Abdulvehhab'dı (1792). Dönem son 200 yılımızın hemen başlarıydı.

      Osmanlı İmp.nun uzak eyaletlerinde ve Hindistan'da görülen dini bozulma ve ahlaki gevşeklik karşısında sürekli gelişen bir hareket vardı. Bu 89 yaşında vefat eden M. ibnu Abdulvehhab'ın şahsında belirginleşen, Sünni-Hanbeli-İbnu Teymiyyeci geleneğin bir yorumu olan "Vehhabilik" diye anılacak diriltmeci sorgulayıcı akımdı. Aslında bu harekette hem korumacı, hem diriltmeci, hemde sorgulama yenileme misyonu birleşmişti. Ancak varlığını siyasi-askeri alanda devam ettirdiği için onu "diriltme misyonunun" bir kolu olan "devrimci grupta ele aldık."

      Bu hareket ilhamını 7.yy.ın diriltmeci-sorgulayıcı misyonunun ifadesi İbnu Teymiyye'den alıyordu. 18. yy. ortalarında merkezi Arabistan'da aşırı derecede muhafazakar bir Hanbeli kılıkla ortaya çıktı. Bu selefici hareketin lideri Abdulvehhab, İbnu Teymiyye'nin eserlerinden derin bir şekilde etkilenmişti. Önceleri tasavvuf geleneğinin içinde olmasına rağmen İbnu Teymiyye'den sonra özellikle İbnu Arabi'nin "Vahdedi Vucud" cu nazariyesine şiddetle karşı çıktı.

      Abdulvehhab bir yandan geleneğe (hadisci-hanbeli) yaslanıyor, diğer taraftan "hurafe ve bid'adlar"a savaş açarak varolanı sorguluyordu. Düşüncelerini vurgulamak içinde siyasal otorite olmaya yöneliyordu. Böylece topyekun bir "dirilme" gerçekleşmiş olacaktı.

      Çok geçmeden Muhammed ibnu Suud'la tanıştı. Suud mahalli bir aşiret lideriydi. Elinde gücü ve yetkilleri vardı. Suud, İbnu Vahhab'ın görüşlerini benimsemişti. Burada başlayan Vahhabi hareketi askeri yönden Necid'den Hicaz'a yayıldı. Daha sonra Mekke ve Medine Vehhab'ın nufuzuna girdi.

      Ancak o zaman Osmanlı eyaleti olan Hicaz'ı ele geçirmek Osmanlı'ya başkaldırma anlamına geliyordu. Sünni- Sufi-Hanefi sentezinin geleneğine yaslanmış olan Osmanlı "Payitaht"ı bunu affedemezdi. Mısır valisi M. Ali Paşa'yı bu "kazan kaldırmayı" bastırması için üzerlerine saldı. Hicaz geri alındı. Vehhabiler Kuveyt'e sığındılar. 11 yıl aradan sonra Abdulaziz ibnu Suud başkenti Riyad olan "Suudi Arabistan"ı kurmak için geri dönecektir. Suudi Arabistan, İngilizlere "uslu" durulacağına dair söz verilerek kurulmuştur. İbnu Abdulvehhab'ın gerçekte "devrimci" selefi hareketi Suud'ların elinde mandacılığa, jandarmacılığa dönüşmüş adeta tanınmaz hale gelmiştir.

      Hind-Pakistan alt kıtası İslam dünyasının bir başka tecdid-ihya ve canlanma merkezi olmuştur. Bu bölgedeki düşünce ve hareketler 17. yy'dan beri devam edegelen bir diriltme ihya geleneğine sahipti. Bunlardan Şeyh Ahmed Sirhindi Arabistan'daki Vehhabilerden farklı olarak sunni-sufi geleneğe dayanacak bir ıslahat yapmaya çalıştı. O  tasavvuf felsefesinin teorik temellerini atan İbnu Arabi' nin Vahdedi Vucudunu reddetmekle kalmadı, aynı zamanda ıslah edilmiş bir sufilik için çok sauıda murid yetiştirdi. İbnu Vehhab'daki "Reddi tasavvuf" İmamı Rabbani'deki "Islahı Tasavvuf" şeklinde ortaya çıktı. Rabbani varolan geleneği (tasavvufu) aldı, sorguladı, ve yeni yorumuyla diriltmeye çalıştı.

      18. yy. Hindistan'daki müslümanların, İslamın, yeniden düşünülmesi ve yorumlanması için gösterdikleri gayretler etkili bir mütefekkir olan Şah Veliyyullah' ın eserlerinde ifadesini buldu. Şah Veliyyullah varolan bütün gelenekleri birleştirmeye ve bir potada eritmeye çalıştı. Tasavvuf, Fıkıh, Hadis, Kelam gibi gelenekleri yeni ve sentezci bir yorumla ifadelendirmeye çalıştı. Yani mezhebi geleneklere değil "Ümmet'in geleneğine" yaslanmaya çalıştı. Hicri 5.yy. da Gazali'nin yapmaya çalıştığını deniyordu. Üstelik hem topyekun geleneğe yaslanıyor, hem mevcutları sorguluyor, etkili bir diriltme aracı olarak da siyasi-askeri liderlere mektuplar yazıyordu.

      O'nun öğterisi Seyyid Ahmed'in elinde bir cihad hareketine dönüştü. Seyyid Ahmet, Şah Veliyyullah'ın "birleştirici" okulunu biraz Vahhabiliğe kaydırdı. Veliyyullah'da dengelenmiş olan gelenekler Seyyid Ahmed'de dönemin şartları gereği hadis geleneğinin lehine değişti. Ancak Seyyid Ahmed mücadeleci faaliyetci kişiliği ile "diriltme" misyonunu ifade etmeye çalıştı. Ordu (örgüt) kurarak asker topladı. Önce "sih"lerle daha sonra İngilizlerle savaştı. İngiliz yanlısı ulema fetva yayınlayarak hareketle ilgilerinin bulunmadığını ilan ettiler. Bu "devrimci-diriltmeci" faaliyet uzun süre devam etti. Birkaç nesil sonra (1890 lara doğru) etkisini kaybetti ve görünür bir siyasal iktidara dönüşmeden sadece devrimci bir hamle olarak kaldı. Uzun soluklu olamadı.

      Hind alt kıtası 200 yılımızın başlarında Bangal'da bir başka "diriltneci- devrimci" ıslahat hareketi ortaya çıktı. Bu Hacı Şeriatullah adlı bir Alim-Mütefekkir'di. Şeriatullah Sünni-Şafi geleneğini esas aldı. "Feraidi" adıyla anılan bir hareket başlattı. Hareketin sorgulayıcı-diriltici misyonu ağır basıyordu. Hareket muhtemelen 3 unsurdan oluşuyordu.

      1-Hindistan'ın artık Daru'l-İslam değil, Daru'l-Harb olduğunun ilanı ve İngiliz aleyhtarlığının açıkça ortaya konması.

      2-Köylüler ve işçiler yararına geniş çaplı bir sosyo-ekonomik reform

      3-İslam'ın Hindu fikirlerinden ve tasavvufi fazlalıklardan arındırılması.

      Şeriatullah "Pir" ve "Murid" kelimelerinin kaldırılarak yerlerine "öğretmen" "öğrenci" kelimelerinin kullanılması üzerinde bile ısrar etmişti. Hareket Şeriatullah' tan sonra 1864'te ölen oğlu Duzu-Muyan tarafından devam ettirildi. Bu hareketin mensuplarına hala Bangal'de rastlanılmaktadır.

      Hindistan’daki diriltmeci hareketlerin hemen hemen ortak özelliği "İngiliz aleyhtarlığı" idi. Zira Hindistan'da İngiliz egemenliği vardı. İngilizler’e karşı olmak bölge hareketlerinin ana siyasi özelliği olmuştu. 1875 teki ayaklanma başarısızlıkla sonuçlanınca, Ulema 1876 da şimdiki Deobant İlahiyat Okulu'nu kurdu. Okul daha çok Şah Veliyyullah Dehlevi'nin öğretisine dayanıyordu. Mutedil Sünni Islahat geleneğini devam ettiriyordu. Okulun iki amacı vardı:

      1-İslami İlimleri ve değerleri koruyacak din adamları yetiştirmek

      2-Hindistan'ı İngilizler’den kurtarmak

      Deobant Okulu'nun Şah Veliyyullah'a dayanan birleştirici geleneğe dayalı, diriltmeci- sorgulamacı okulu, Seyyid Ahmet kanalıyla sonraları "Ehli Hadis" diye anılacak hareketi doğurdu. Bunlar tüm gelenekleri dışlayarak hadis geleneğinin egemenliğini ilan ediyorlardı. Hadis diğer tüm ilimleri hatta Kur'an'ı bile kuşatmalıydı. Her şey onun içinde olmalıydı. Tabi bu akım anti tezini doğurmakta gecikmedi.. Sonraları modernist eğilimleri incelerken göreceğimiz gibi Seyyid Ahmet Han'ın "Ehli Kur'an" ekolü bunlara tepki olarak doğdu. Bunlarda sanki onlara inat Hadis'i "mezara" gömüyor kökten reddediyorlardı.

      Son 200 yılın bir başka yeniden canlanma ve dirilme hamleleri Kuzey Afrika bölgesinde kendini gösterdi. Bunlardan en önemlileri 1837 de ölen Fas'lı Ahmed ibnu İdris'in geliştirdiği "İdrisi" hareketidir. O bu yy.daki dirilme hareketlerinin hemen tamamı gibi Sufi geleneğe yaslanıyordu. Ancak tasavvufu ıslah etmeye çalışıyordu. İdrisi tarikatı’nın bir kolu olarak Arabistan'da doğan bu hareket kendine "Tarikatı Muhammediye" ismini veriyordu. Ahmed, icmayı ve kıyası reddediyor, ictihadı savunuyordu. İdrisiye hareketi temelde "sünni çizgiler takip edilerek islah edilen ve faaliyetçi anlamda yorumlanan sufilik" anlayışının bir yansımasıydı.

      İdrisi hareketi Cezayir, Sudan gibi ülkelerde yayıldı. Farklı eğilimlere ayrıldı. Rapicilik, Emirgenlilik, Şemsilik başlıcalararıydı. Bu üç kardeş tarikatın en önemlisi 1859 da ölen Cezayirli Muhammed ibnu Ali es-Senusi'nin kurduğu "Senniye" hareketidir.

      Senusi tarikatı gerek teşkilatı gerekse gayesi bakımından bir "sufi ihya" hareketi örneğini temsil etmektedir. es-Senusi de diğerleri gibi "tasavvuf" geleneğini esas alıyordu. Ancak onu İbnu Arabi yorumundan ayıklamayı, daha siyasi-faaliyetci bir zemine oturtmayı amaçlıyordu. es-Senusi müçtehid olduğunu da söylüyordu. Hatta o vakitler "fıkıhçı" geleneğin temsilcisi durumunda olan Ezher'in bir şeyhi tarafından tekfir bile edilmiştir. Kendi bağımsız kişiliği ile dikkatleri çeken bu Sufi ıslahatcısı diğer gelenekçilerle pek anlaşamadı. 184e de Mekke'yi terke mecbur edildi. Öte yandan Osmanlı hakimiyetini de tanımadı. Senusiler Libya'da İtalyanlara, Mısır'da İngilizler’e karşı savaştılar. Ancak İtalyanlar tarafından feci şekilde mağlup edildiler. İtalyanlar Libya'dan çekilince yeniden canlandılar.

      Senusiler Sufi ahlakçılığı'nı esas almakla beraber militan bir teşkilat yapısıyla da dikkat çekmektedir. Şimdi bu hareketlerin birbirleriyle kıyaslamasını yaparak temel karekteristiklerini bulmaya çalışalım.

      1-Bu hareketlerin hemen hepsi "yenilgi sonrası" hareketlerdir. Yani Batı'nın egemenliğine, İslam dünyasının üzerine yürümesine tepki özelliği taşırlar.

      2-Tabii olarak yenilgiye tepki gösterme ve çöküşü durdurma anlayışı, "sorgulamayı" ve yeniden "dirilme" için siyasi karekter kazanmayı öne çıkarmıştır.

      3-Bu dönemde (1800-1900) İslam dünyasında "tasavvuf" geleneği üstünlüğünü sürdürüyordu. (Osmanlı himayesiyle de) Dolayısıyla ortaya çıkan hareketler Vehhabilik gibi "reddi tasavvuf" veya çoğunluklada "ıslahı tasavvuf" misyonuyla faaliyet göstermişlerdir. Bir yerde hadisci geleneğin yeni yorumu olan Vahhabi hareketi dışında hiçbiri tasavvuf geleneğini aşamamıştır.

      4-Bütün gelenekleri birleştirme amacında olan "Şah Veliyyullah Dehlevi" nin çizgisi ve tasavvuf geleneğini açıkça dışlayan "Vehhabi" çizgisi dönemin etkili hareketleri olmuşlardır.

      5-Vehhabi hareketi dışında diğer hareketler hep "dış düşman"a karşı savaşmışlardır. Hindistan’dakiler İngilizler’le, Orta Asya'da Şeyh Şamil Ruslar’la, Kuzey Afrika’dakiler İtalyan, İngiliz, Fransızlar’la fiili silahli savaş yapmışlardır.

      6-Şah Veliyyullah'ın bütün gelenekleri bir potada eriterek genel "ümmet geleneği"ne yaslanırken, Vehhabi hareketi "hadis", diğerleri "tasavvuf" geleneğinin ıslah ve ihya edilmesine dayanmışlardır.

      7-Bu sorgulamacı, diriltmeci hareketlerdan sadece Vehhabi çizgisi 2.yy.başlarında asıl amacından saptırılmış bir şekilde devlet olmuş, "Suudi Arabistan" kurulmuştur. (1925)

      8-1800 lü yıllardan 1900 lu yıllara daha geç dirilmeci (siyasi) ve sorgulamacı misyonlar aktarmış olan bu hareketlerin bizi ilgilendiren tarafı "gelenek-dirilme-sorgulama" misyonlarını üzerinde taşıyor olmalarıdır. Bu açıdan Senusiler tasavvuf geleneğinden ayrılmamışlar, onu sorgulayıp yeniden diriltme misyonunu ifa etmişlerdir. Tabii olarak bu, esas  gelenek olan "İslam"ın içinde gelenekçi bir okulun faaliyeti olarak ele alınabilecek bir durumdur.

      Metod ve amaçlar bakımından "diriltmeci" aynı zamanda "sorgulayıcı" olan başka iki harekette 19. yy. birinci yarısında Nijerya'da ortaya çıkan Osman don Fido'nun "Fulani" hareketiyle Sudan'da ortaya çıkan Mehdici "Cihad"  hareketidir. Her iki harekette İslam'ı yabancı unsurlardan ayıklama ve diriltme programıyla faaliyete koyulmalarına rağmen resmen "şeriat devleti" kurmuşlardır. Bu açıdan biraz "vahhabi" hareketine benzemektedir. Ancak İbnu Abdulvehhab bizzat siyasi bir lider olmadan mevcut bir emirlik kanalıyla faaliyet gösterirken hem mehdi hem de Fulani Osman, Hinadi Seyyid Ahmed'in yaptığı gibi kendi kurdukları şeriat devletinin başkanları olmuşlardır.

      Sudan'da kurduğu devleti "Mehdi" devleti olarak ilan eden Muhammed Ahmed, Sünni geleneğe yaslanıyordu. Bu mehdilik iddiası sünni gelenekteki "ahir zaman" mehdisi olup şii gelenekteki "Mehdi-i Muntazar"dan biraz farklıdır. Mehdici devlet 14 yıllık bir yönetimden sonra 1898 de İngiliz-Mısır kuvvetleri tarafından mağlup edildi ve ezildi. Yeniden sorgulama ve diriltme misyonunu hareketlerin "Mehdi" esprisi içindeki değişik bir örneği olan Sudan Mehdi devleti Çağdaş İslami Hareketlerin bazıları emperyalist oyunlara alet olmuştur. Nijerya'da Osman don Fido'nun "fulani" ıslahat hareketi ise İngilizlerin ayak oyunlarıyla 19.yy. sonlarına doğru çökertilmişlerdir.

      Buraya kadar ele alınan düşünce ve hareketler Çağdaş İslam düşüncesinin tarihi olarak baktığımız son 200 yılın ilk yy.lardaki hareket ve düşünceleridir. Şimdi bu gelenekçi çizgiler zayıflamıştır.

      Bir çok gözlemciye göre "çağdaş" devirlerin İslam Tarihi, Batı'nın özellikle 18. ve 19. yy.dan beri İslam dünyası üzerinde yaptığı tahribin tarihidir.

      Hicri 2. ve 4. yy. a kadar İslam da bir dizi fikri ve kültürel buhranlar oldu. Bunlardan ilki ve en önemlisi Helenistik düşünce akımının buhranıydı. Geniş çapta tercüme edilen Yunan-Helenistik felsefesi islan dünyasında derin etkiler uyandırdı. Fakat İslam yeni ceryanları bazen özümseyerek, bazen redderek bazende kendisi ni onlara uydurarak bütün bu meydan okumaların üstesinden gelmeyi başardı. Söz konusu bu dönemde müslümanlar psikolojik bakımdan yenilmez, siyasi bakımdan duruma hakimdiler.

      20. yy.başları ise Müslümanlar için yenilme ve çökme asrı oldu. Bu yy.ın özelliği çökme ve dirilmenin birleştiği asır olmasıdır. Yy. ın başları çökmenin hat safhaya ulaştığı, sonları ise "dirilme kıvılcımları"nın başladığı dönemler olmuştur. Yüzyılın başlarında 1.Dünya savaşı ve İslam dünyasının harita üzerinde karış karış paylaşılması vardır. Sonlarında (1979) sarsıntılı bir dirilme , bütün bir halkın ayağa kalkması ile, kesin bir zaferle sonuçlanan "devrimle" gerçekleşmiştir. Yine bu olayın ardından Sovyetlerin dağılışı ile birlikte Batı'nın, İslam'ı Doğu’nun dirilmesine yegane güç olarak görüp "tek düşman" ilan etmesi vardır. Bu durum nihai bir İslam-Batı hesaplaşmasına doğru gitmektedir. 2000 li yıllar bu hesabın görüleceği günlere gebe görünüyor.

      Yüzyılın başlarında ele aldığımız dönemin (son 200 yıl) ortalarına dönelim.

      Yukarıda ele aldığımız hareket ve düşüncelerde koruma(gelenek), diriltme (radikalizm) ve sorgulama-yenileme (modernizm) temalarının 3 eğilimin üçünüde görmekle birlikte koruma (gelenek) birinci, sorgulama ikinci, diriltme vurgusu üçüncü sıradadır. Örneğin Sufi hareketler aslında tasavvuf geleneğine sıkı sıkıya bağlı kalmışlardır ancak bunu sorgulamışlar ve diriltmek için siyasi çabalar ortaya kotmuşlardır. Vehhabi hareketi  aynı şekilde tasavvuf ve fıkıh geleneğinin  kurumları olan Tatrkat ve mezhebleri sorgulamış, dışlamış ve fakat hadis geleneğine sıkı sıkıya bağlı kalmış onu yeniden yorumlayarak diriltmek için siyasi çıkışlar yapmışlardır.

      Gelenek- radikalizm- modernizm sıralamasında dönemin sonlarına doğru kantarın ucu modernizme kadar kaymıştır.

      Dönemin sonlarında ise radikalizm( dirilme) temasının ağırlıklı olduğu kareketler sözkonusudur. Aslında bu günümüze kadar uzanan bir süreç olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu durupta Efgani, Abduh, İhvan, Mevdudi, İran Devrimi vs. vardır.

      Bunlar varolan islam’ı esasa almışlar, onu sorgulamayı ikinci derecede önemli görmüşlerdir. Bunları merkeze alarak tahlil edecek olursak sorgulamayı tamamen bırakanlar gelenekçi kanada, büsbütün sorgulamaya yönelenler de modernizm’e kaymışlardır. Sorgulama ve diriltme misyonundan kopan gelenekçilik iyiden iyiye gericiliğe dönüşürken, gelenek ve diriltme misyonundan kopan sorgulama mantığı da giderek formu yenileme anlamında modernizm’e dönüşmüştür.

      Efgani- Abduh- R.Rıza çizgisi aslında Modernist değil Radikalizm ağırlıklı gelenek çizgisidir. Zira bunlar muhafazakar İslam'ı yorumlayarak canlandırma ve ona dayanma yolunu seçmişlerdir. Halbuki bir sonraki bölümde geleceği gibi S.A.Han'ın modernist çizgisi geleneği sorgulayıp canlandırma değil "tabiata uydurma" kıstası ile "yenileme" dir. Dinin varolan "form"unu diriltme ile onu yenileme (re-form) ve bozma (de-form) tabili ayrı şeylerdir.

      1897 de vefat eden C. Efgani'nin asıl vurgusu İslam'ı yenilgiden kurtararak" diriltme" dir. O’nun nihai gayesi İslam dünyası’nı Batı'nın karşısında siyasi bakımdan güçlü kılmaktı. Fakat bu onun sorgulamacı anlayışının olmadığı anlamına gelmiyordu. Bir taraftan varolanı sorguluyor, sorgulamayı daha çok Batı'nın ilerlemesine neden olarak gördüğü "akıl ve ilim" etrafında şekillendiriyordu. O’na göre Müslümanlar bunu yeterince kullanamamışlardı. Esasında akıl ve bilim İslam'a ters şeyler değildi. Bunlar Batı'dan alınmalıydı. Görüldüğü gibi Efgani, yenilgiden kurtuluğu Müslümanların "yitik malı" olarak gördüğü "akıl be ilim"i geri almayla açıklamaktadır.

      1905'te vefat eden Mısırlı Ezher Şeyhi Muhammed Abduh ise Efgani'nin söylemini ıspat etmeye çalıştı. "Akıl ve ilim"i şeri ilimlere taşıdı. İslam'ı daha çok bu açıdan yorumladı. Bu "akılcı" ekol İslami geleneğin yabancı olduğu bir durum değildi. Tarih boyunca daima "akılcı", "nakilci", "kalbci" ekoller cedelleşegelmişlerdir. Abduh "akılcı" ekolün çağdaş bir yorumcusu olmuştur. Sorgulamasını yenileme (modernite) düzeyine çıkarmamıştır. Genel olarak varolan İslami geleneği yeniden "ifadelendirme" yolunu tutmuştur. Abduh, S. Ahmed Han ile kıyaslandığında geleneğe daha bağlı görünmektedir. Bu nedenle S.Ahmed Han'ı Modernist ekolde, Abduh'u Radikal ekolde ele aldık. Tabii Radikalizm ile Modernizm arasında keskin bir sınırda bulunmaktadır. Bazen birbirine geçmeler, etkilenmeler oluyor. Fakat bu "asıl mantık" devamlılık arzediyor.

      Arabistan'daki Vahhabilik ekolü nasılki hadis geleneğine yaslanmışsa, Mısır'daki Abduh-R.Rıda ekolü de tefsir geleneğine yaslanmıştır. Nitekim bu ekolün bir ürünü olarak başkaynak Abduh'un başlatıp R.Rıza'nın devam ettirdiği "Tefsiri Menar" adlı tefsir kitabıdır.

      1926 yılında Hasan el-Benna tarafından kurulan İhvan el-Müslimin Teşkilatı, İslami Radikalizm'in en tipik örneklerinden birini telkil eder. İhvan, aslında siyasi bir teşkilattır. Bırakalım mezhebi gelenekleri, tümden İslami geleneklerin yok edildiği bir dönemde ana islami geleneği diriltme misyonu ile ortaya çıkmıştır. İhvan'ın gelenekler arasında kabaca "sünni" geleneğe yaslandığı söylenebilir. Ancak sufi mi, hadisci mi, fıkıhçı mı olduğu tam net değildir. Zira "din" in ortada olmadığı bir dönemin ihyacısı olma özelliği ve el-Benna'nın uzun süre yaşayamayışı ve belki de Dehlevi gibi "topyekün " bir dirilme misyonu O’nu bu konuda genel seviyede bırakmıştır.

      Dönemin tüm hareket ve düşünceleri gibi İhvan'da "siyasi" diriltmeci karekteriyle öne çıkmaktadır. Bunun en doruk noktası S. Kutub çizgisidir. Fizilal bir ilmi tefsir olmaktan ziyade "siyasi" yönü ağırlıklı diriltme misyonunu "devrimci" bir tarzda ele alan Kur'an yorumudur. Bu noktada S. Kutub'un Kur'an'a vurgu yapmakla topyekun ümmetin geleneğine yaslanmıştır diyebiliriz. Ayrıca O'nun mezhebi geleneklerden birinin katı bir savunucusu olduğu veya varolan gelenekleri veya dini Modernist bir tarzda yenileyip-sorguladığı görülmemiştir. O, varolan geleneği "siyasi" bir ruhla diriltmeye çalışan bir İslami hareket" ideologudur.

      Mısır'da ortaya çıkan çağdaş İslami hareketler mezhebi geleneklerle olan ilişkşlerini zamanla ortaya çıkarmışlardır. Nasıl ki Hindistan'da Dehlevi'nin yorumunu esas alan Deoband Okulu zamanla "Ehli Hadis" ve "Ehli Kur'an" ekollerinin kaynağı olmuşsa , aynı şeyi Mısır'da da Efgani-Abduh Okulu yapmıştır. Genel bir değerlendirme ile Mısır'daki diriltmeci (radikal) eğilimlerin daha baskın olduğunu söyleyebiliriz. Örneğin Hindistan'daki "Ehli Hadis" ve ona tepki olarak doğan "Ehli Kur'an" ekolleri gelenekçi ve sorgulamacı eğilimlerin tipik örnekleridir. Öte yandan Mısır'daki "Cihad" Hareketi de diriltmeci eğilimin tipik örneğidir.

      20. yy.ın Hind Pakistan'daki Çağdaş islam düşüncesi’nin önemli hareketlerinden birisi de Mevdudi'nin Cemaat-ı İslami'sidir. Cemaat 1941'de Mevdudi tarafından kurulmuş, 1947 de Pakistan'ın kurulmasından sonra çalışmalarını burada yürütmüştür. Bu haliyle hareket 50 küsür yıllık bir geçmişe sahiptir. Mevdudi 1979 yılında vefat etti.

      Mevdudi, Hint- Pakistan bölgesinin temel Çağdaş İslami düşünce geleneğinin kaynağı olan Şah Veliyullah Dehlevi ve Deoband Okulu'nun devamcısı gibidir. Ancak Dehlevi'nin Tasavvuf-Fıkıh-Hadis gelenekleri eksenindeki birleştirici misyonu Mevdudi'de bu kadar geniş değildir. Örneğin Mevdudi Tasavvuf'a pek rağbet etmemiştir. Ayrıca dönem olarak Mevdudi ümmetin tamamen "siyasal yokoluş" sürecine girdiği zamanlarda yaşamıştır. Bu açıdan O’nda, İslam'ı temelden ele alarak "sıfırdan" başlama eğilimi göze çarpar. o "Dört Terim" diye ifade ettiği "ilah-rabb- ibadet- din" gibi İslam'ın "temel" ilkelerini yeniden ifadelendirme ve yorumlamaya çalışmıştır. Bir yerde dini Modernizme etme değil, çağın insanının anlayacağı tarzda "yeniden ifadelendirme" sözkonusudur. Dolayısıyla Mevdudi"nin varolanı koruma eğilimiyle birlikte sorgulamacı yönü de vardır. Ancak korumacı eğilimi bir mezhebi geleneğin katı devamcısı şeklinde ortaya çıkmamıştır. Yine O’nun diriltmeci yönü "devrimci" değil "demokratik" metodla kendini göstermiştir. Aynı şekilde sorgulamacı yönü de "Modernist" değil "klasik ıslahatçılık" boyutundadır.

      Nitekim Mevdudi'nin bu yönlerini hem gelenekçi Ehli Hadisçiler’e, hem de Modernist S.Ahmed Han'ın Ehli Kur'ancılığına karşı çıkışı göstermektedir. Ayrıca Modernist Ekol’un S.A.Han'dan daha farklı yorumcusu Fazlurrahman ile de anlaşamamıştır. Mevdudi'nin Fazlurrahman'a yaptığı Cemaata katılma teklifi geri çevrilmiştir.

      Çağdaş İslami Hareket olarak Mevdudi ve Cemaatı İslami, temel aldığımız koruma-diriltme-sorgulama misyonlarını değişik ağırlıktaki renklerle bünyesinde toplamış görünmektedir. O’nda bir yandan Hadis'i, peçeyi, vahyi gayri metluv'u savunduğu diğer yandan farklı bir Mehdi yorumu, "inşikakı sadr"a getirdiği farklı yaklaşım, temel kavramların alışılmışın dışında yorumlayışını  görürsünüz. Keza o düşüncesini iktidar yapmak için cemaat kurmuş, diriltme misyonuna soyunmuş ancak bunun için seçim yolunu seçmiştir. Bundada 40 yıldır görünür bir başarı elde edememiştir.

      Gelelim İmam Humeyni'nin- Ali Şeriati'nin İran'ına. İran devrimi de İhvan ve Cemaat-i İslami gibi her üç misyonu da üzerinde taşır. Devrim bir yandan "şia" geleneğine sırtını vermiştir. Ancak bu geleneği sorgulamış ve yeni bir yorumla (velayeti fakih) diriltmiştir. Diriltme "devrimci" bir metodla gerçekleşmiştir.

      Devrimde baskın olan ögeler önce diriltme (radikalizm) sonra koruma (gelenekçilik) ve son olarak ta sorgulama( klasik ıslahatçılık) dır.

      Devrim neyi korumuştur? Önce genel olarak "İslami Geleneği" tabiki. Bunun yanısıra devrim "şia geleneğine " de yaslanmıştır. Bu, "dini bir devrimin" "mezhebi" rengini de gösterir.

      Devrim öncelikle din temelinde bütün bir ümmetin çöküşünü sorgulamış, sonra da mezheb temelinde şia'yı sorgulamıştır. Bunlar siyasal bir devrimi ve "Velayeti Fakih" teorisini getirmiştir.

      Buna göre ümmet "Muhammedi İslam"a gereğince sahip çıkmadığı için gerilemiş ve çökmüştür. Çare bunu yeniden canlandırıp diriltmektir. Bu da Hz. Hüseyin gibi "kıyam" ederk, zalimlari alaşağı ederek gerçekleşecektir. Öte yandan Şia'nın "Mehdi"yi beklemesi de gerekmemekte, varolan fakihlerin birisinin toplumun velayetini eline alarak "İslami Hükümeti" kurması gerekmektedir. Bu Mehdi’ye ortam hazırlamak anlamına gelecektir.

      Devrim "mehdiyet" düşüncesiyle geleneğini, "velayeti fakih" düşüncesi ile sorgulayıcılığını, "Inkılabı İslami" hedefi ile de diriltmeci-radikal yönünü ortaya koymaktadır.

      Devrimin liderleri arasında da bu eğilimler farklı tonlardadır. Öncelikle Humeyni'nin "Usuli" ekolunda sorgulama mantığı önemlidir. Bu yönüyle o, "Ahbari"lerin mutlak korumacı gelenekçilerinden ayrılmakyadır. Sünni gelenekteki "Ehli Rey-Ehli Hadis" ayrımı Şia geleneğinde "usuli-ahbari" şeklinde tezahür etmiş gibidir. Usuliler daha çok içtihada, yeni meselelerin yorumlanmasına, geçmişin ayıklanmasına ağırlık verirken Ahbariler geleneği ne pahasına olursa olsun korumuşlardır. Sorgulamada İmam Humeyni, Beheşti'den de  Mutahhari'den de ileridedir. Ali Şeriati ise hepsinden daha sorgulamacı görünmektedir. Hamaney ve Rafsancani ise daha çok "siyasi aktivist" özellikleri ile öne çıkmaktadır. Nitekim Hamaney'in "tevhid" yorumu ile Seyyid Kutub'un Fizilal'deki yorumları büyük paralellik arzetmektedir. Fakat hepsi de temel Şia geleneğinden kopmamışlardır.

      Sorgulamada en ileri giden Ali Şeriati bile nihayetinde Şia geleneğinin "klasik ıslahatçısı" konumundadır. O’nun en büyük başarısı İslam-şia geleneğini çok başarılı bir şekilde Doğu , Batı dinleri ile ve ideolojileriyle kıyaslayarak çağdaş bir islami düşünce sistemi geliştirirebilmesidir. Şeriati, İslam-Şia geleneğinin tepeden tırnağa yeniden ifadelendirilmeye girişmiş bu yolda epeyce konuşmuş, yazmış, eserler ortaya koymuştur. Şeriati'nin , Ali, Şia, Ebu Zerr vb. vurguları geleneğin içinde sıkışıp kalırken, sosyoloji, toplum, kültür, ideoloji, aydın gibi kavramları , Fir'avn, Bel'am, Hallac, Yunus , Mevlana, Hüseyin, Marks, Hegel, Konfiçyüs, Gandhi gibi tipolojileri müthiş bir kıyaslamacı ufku olduğunu göstermektedir.

       Beheşti devrimin sorgulamacı yönünü anlamada en çarpıcı örneklerden birini teşkil etmektedir. Beheşti sorgulamada Kur'an merkezli bir metod önerir. Hatta Kafi'nin bile Kur'an'ın süzgecinden geçirilmesi gerektiğini söylemektedir. Bu açıdan o bu noktada Humeyni'den bile öndedir diyebiliriz. Ancak Takdiri İlahi devrimden hemen sonra şehid olmuştur. Yaşasaydı belkide devrime, çağdaş İslam düşüncesine katkıları daha değişik olabilecekti.

      Devrimin en çarpıcı misyonu varolanı diriltme alanında olmuştur. Bu, onun Radikalizm yönünden öne çıkmasına ve hatta bu işin "babası" konumuna gelmesine neden olmuştur. Şu anda İslami Radikalizmin merkez üssü olarak İran görülmektedir.

      Biz daha  başlangıçta Radikalizmi diriltme olarak ele aldık ve 3 ana eğilimde fade ettik. Bunlar "devrimci" "demokratik", sivil toplumcu" yaklaşımlardır. Sonuncusu ilk ikisine tepki olarak doğmuştur. Ancak onda da varolanı diriltme misyonu sözkonusudur.

      Burada İran devrimi, Çağdaş İslam düşüncesinin dirltmeci misyonundan devrimci tarzda ortaya çıkışını temsil etmektedir. Diriltmeci Radikalizmin demeokratik versiyonunu temsil eden Pakistan Cemaati İslami'si, Cezayir'in FIS'i, Türkiye'nin Refah'ı, Mısır'ın ve Ürdün'ün İhvan'ı ise adeta yenilgi üstüne yenilgilerle diğer modeller olarak karşımızda durmaktadır. Bu durumda yenilginin galibiyete, başarısızın başarılıya göre kendine çeki düzen vermesi, işi yeniden düşünmesi kaçınılmazdır. Zira Çağdaş İslami hareketler birbirlerine karşı "sağır ve kör" olmamakla tekamül edebilirler.

      Varolanı diriltme eğiliminde olan bir başka anlayış çizgisi de özellikle "eski Radikal" islamcı aydınlardan bazılarında görülen "sivil toplumcu" yaklaşımlardır.

      Bu tür yaklaşım daha çok diriltmeciliğin devrimci ve demokratik yöntemlerle de olsa "siyasal iktidar" ve "devlet vurgusu"nu ağırlıklı biçimde kullanmasına tepki olarak gelişmektedir.

      Sivil toplumculuğun esas kaynağı Batı’daki modern devlet aygıtının konumudur. Esasında her dünya görüşünden insanların "devlet" aygıtının her şeye karışmaması, küçültülmesi, ideolojiden arındırılması vb.gibi düşüncelere sahip olması onu bu tür bir konuma getirebilir. Bunun için bir ideolojiye sahip olmakta gerekmez.

      Bizim bu anlayışı "diriltmeci-radikalizm" kategorisine dahil etmemiz şundandır: Bir defa bu anlayış varolanı diriltmek istemektdir. Varolanı mutlak koruma ve sorgulamaya pek yanaşmamaktadır. Sadece gelenekselciliğin "devlet anlayışını" sorgulamaktadır. Bu da onun sorgulamacı yönünün ağırlıklı olduğu anlamına gelmez. Üstelik bu sorgulama geneldir. Yani laikte, marsitte aynı sorgulamayı kendi dünya görüşü için yapmaktadır. "Devleti küçültmek" son yılların moda deyimi haline gelmiştir. Yine de sivil toplumculukta bu yönüyle sorgulama misyonunun varlığı kabul edilebilir.

      Sivil toplumculuk ele aldığımız diriltmeci eğilimleri ikiye ayırmaktadır. Resmi (politik) islam, sivil islam. Bizim devrimci ve demokratik diriltmecilik (radikalizm) dediğimiz iki anlayışı resmi-politik sınıfına koymakta ve asıl dirilme için toplumun resmi politik olmayan sivil ögelerini önermektedir. "Devlet ve siyasal iktidarı ele geçirme" vurgusu yerine "sivil toplum örgütleri" almaktadır. Yani yine diriltmeci bir misyon var. Fakat alanlar farklılık arzediyor. Devrimci ve demokratik diriltmeciliğin hedef gösterdiği merkezi devlet otoritesi, sivil diriltmecilikte önemini kaybediyor. Hedef olarak toplumun daha sivil kesimleri gösteriliyor.

      Öte yandan resmi politik islam’ın devleti ele geçirme faaliyetinden vakit bulamadığı "alternatif projeler üretme" işini sivilcilik üzerine alıyor. Kendine bu misyonu biçiyor. Devrimci veya demokratik çalışmaların dışında kalarak "teorik" çalışmalara yöneliyor. Böylece boşluğu dolduruyor. Burada önemli olan bu anlayışın "diriltmeci misyona" girdiğidir. Zira o da varolanı "alternatif" göstererek sivil kesimlere yönelerek diriltmek istiyor. Alternatif projeler üretirken biraz da sorgulama yapıyor. Biryerde geçmiş geleneğe yaslamıyor, onu modern dünyanın anlayacağı biçimde ifadelendirmek istiyor. Bu açıdan onu Çağdaş islam düşüncesinin diriltmeci ve demokratik faaliyetçiliğin fiilen dışında olmasına rağmen sivil toplumculuk, zamanla "fiili durum"la krşı karşıya geldiğinde ikisinden birinin bünyesinde yeralmak zorunda kalacaktır.

      Buraya kadar varolanı diriltmeci misyonun ifadesi olan İslami Radikalizmi, son 200 yy.ın 2.yy.ı (1900-1990'lar) arasındaki çağdaş İslami oluşumları ele almaya çalıştık... Şimdi bunlardan çıkan sonuçları sıralayalım.

      1-Bu hareketler yenilgi sonrası özelliğinin yanısıra çöküş sonrası hareketlerdir.

      2-Tabii olarak çöküş psikolojisi yeniden diriltme misyonu, o da siyasi özelliklerine öne çıkarmıştır.

      3-Bu dönemde genel olarak sünni gelenek zayıflamış, özellikle tasavvuf geleneği ağır darbeler yemişti. Öte yandan Şia geleneği gücünü nisbeten korumuştu. İran devrimi bu geleneğe yaslanırken, Sünni dünyadaki hareketler işe adeta sıfırdan başlamaya mecbur kalmıştır. Cemaati İslami, İhvan, Nurculuk, Refah, Radikal İslamcılık vs. yeni tarz ve stillerle ortaya çıktı.

      4-Yine bu dönemde İslam dünyasında 40 kadar ülke ortaya çıktı. Batılılar İslam dünyasından çekiliyor gibi görünerek yerlerini yerli Batılılar’a bıraktılar.

      5-Batı'ya ilk ciddi tepki 1979 da İran'dan geldi. Batı ilk defa "pılıpırtısını" toplayarak bir islam toprağından çekilmeye mecbur kaldı. Batılılar fiilen Fransız devrimi’nden sonra (1789) Mısır'dan girdikleri İslam dünyasında, İran'dan (1979) çıkmak zorunda kaldılar. Bu fiili giriş ve çıkış 200 küsür yıl sürmüştü. Ancak İran bunun tek örneğiydi. Doğu’nun uyanışı ve Batı'nın ricatı belki de 2000 li yılların tarihini oluşturacaktır.

      6-Bu düşünce ve hareketlerde baskın olan tema diriltmeci radikalizm'dir. Varolanı diriltmekle düşmanı kovmak, kendini yeniden güçlü yapmak... Bu açıdan bu düşünce varolanı sorgulama ve yenileme eğiliminin ağır bastığı düşüncelerden ayrılır. Bu, Radikalizm ile Modernizmin karşı karşıya geldiği noktadır.

      7-Bu hareketlerde etkili olan bölgeler Suud, Mısır, Pakistan, İran'dır. Bu dörtlü çekim merkezi yy.ın Çağdaş islami Hareket ve düşüncelerini etkilemiş ve etkilemeye devam etmektedir.

      8-Radikal diriltmeciliğin devrimci ve demokratik yöntemlerinin "siyasal iktidarı ele geçirme" vurgusuna tepki olarak kimi İslamcılar’da "sivillik" yönelişleri başgöstermiştir. Ancak bu varolanı hangi yolla olursa olsun "diriltme" amacında olduğu müddetçe bu kategoride değerlendirilmelidir.

              

Var-Olanı Sorgulama-Yenileme:Modern İslam:

      Bu başlıkta daha çok varolan islamı sorgulamaya-yenileme eğiliminin ağırlıklı olduğu düşünce ve hareketleri değerlendireceğiz.

      Aslında az veya çok tüm çağdaş islami hareket ve düşüncelerde " sorgulama" eğilimi olagelmiştir. Ancak bu sorgulamacı eğilimleri ayrı bir başlık altında ele alabilmek için onların "klasik ıslahatcı" özelliğinden daha da ileri giderek " sorgulayarak yenileme" noktasına ulaşması gerekiyordu. Ayrıca diriltmeci misyonların kopması bu tür düşünceleri "Modernist" kategorisine sokmamıza neden olmuştur.

      Bu bölümde 3 ana şahsiyet üzerinde duracağız.  Seyyid Ahmed Han, Fazlurrahman ve Roger Garaudy. Bunlardan ilki bir islam ülkesinde doğmuş büyümüştür. İkincisi islam ülkesinde doğmuş Batı’da ölmüştür. Üçüncüsü de Batı’da doğmuş, büyümüş ve orada müslüman olmuştur. Bunların ortak özelliği geleneği köklü bir şekilde sorgulamaları ve reform derecesine varacak yenilik arayışlarıdır. Bunu çöküşün-gerileyişin önüne geçmek için yapmak istemektedirler. Varolan İslam sorgulanmadığı için müslümanların geri kaldığına inanmaktadırlar.

      S.Ahmet Han (1817-1898) İslam’ın akılla uzlaştığı görüşünü Abduh'la paylaşıyor, ancak meseleyi bu noktada bırakmıyordu. Abduh'un imanla aklın farklı alanlarda faaliyet göstermelerine rağmen çatışmadıkları hakkındaki görüşünü S.A.Han açıkça dille getirmediği gibi zımmen'de reddediyordu. 19. yy. Avrupa'nın akılcılığından ve Tabiat Felsefesi'nden büyük ölçüde etkilenen S.A.Han 1867 de İngiltere'yi ziyaret etti. İnanç sistemlerinin mahiyetlerini değerlendirmek için "tabiata uyma" diye adlandırdığı bir ölçü ortaya attı ve İslam'ın bu ilkelere göre doğrulandığı sonucuna vardı. O’na göre akıl en önemli standarttı. O, islamı yorumlarken modernite ile İslamı kaynaştırmak istemekte, bunu yaparken de muhafazakar İslami yorumu canlandırma ve ona dayanma yerine (Abduh böyle yapmıştı) Felsefe geleneğine dayanma yolunu seçti. Böylece o, tabiat kanunlarının bağımsızlığını ortaya koymak gayesiyle mucizeyi inkar etmekle kalmadı, felsefe geleneğinin "sudur teorisi"ni düzelterek Allah'ı ilk sebeb olarak tasvir etti. Hareket noktası bir tür Batı akılcılığı olduğundan, varılan sonuç İslam'ın yeniden ifade edilmesi değil, şahsi açıdan yorumlanmasıdır. Burada Felsefe geleneği takip edilerek İslam’ın yeniden ifade edilmesi değil, İslamla bir takım fikirlerin kaynaştırılması yoluna gidilmiştir.

      S.A.Han ile Abduh kıyaslaması bize klasik sorgulamacılık ile Modernist sorgulamacılığın ayrıştığı noktayı verecektir. Abduh da, S.A. Han da "akılcılığı" esas alırlar. Ancak Abduh'un akılcılığı daha çok mutezili bir görünüm arzederken diğerinin ki Batı akılcılığıdır. Bu nedenle birisi daha çok tefsir-Kur'an geleneğine dayanmış, diğeri felsefe geleneğine dayanarak temel gelenekten kopma ile yüzyüze gelmiştir.

      Abduh'un akılcılığı mucizeyi kabul edip kerameti yumuşak bir tavırla kabul etmezken, S. A. Han'ın akılcılığı akla uymayı gerekcesiyle mucizeyi de, kerameti de reddetmektedir. S.A. Han önceleri klasik ıslahatçıların yaptığı gibi sahih ile sahih olmayan hadislerin ayrılması üzerinde ısrarla durdu. Fakat daha sonra tıpkı Modernist çağdaşı Çerağ Ali gibi hadisi kökten reddetti. Bu Hind alt kıtası’nda kalıcı bir miras olarak devam etti. Bu bölgede kendilerine "Ehli Kur'an" diyen ve hadisi kökten reddeden bir grup ortaya çıktı. Öte yandan M. Abduh sadece Müslümanların üzerinde ittifak ettikleri hadislerin kabul edilmesi gerektiğini söylüyordu. Böylece O, sünnet ve onun yansıması olan hadisi temelde kabul ediyor fakat mütevatir( veya üzerinde icma olan) ehad ya da sahih-sahih olmayan diye ayrımlara tabi tutuyordu. İşte bu noktalar klasik ile modernist sorgulamacılığın ayrıştığı noktalardı.

      Klasik ve Modernist sorgulamacılık çağdaş islamın tarihi’nde iki ayrı gelişmeye neden oldu. Klasik sorgulamacılık çağdaş islam düşüncesi’ne önceki yüzyılların bir mirası olarak gelmiş, Batı yenilgisiyle birlikte tekrar atağa kalkmıştı. Bu tür sorgulama mantığı Batı akılcılığına karşı temkinli davranıyordu. Ancak öte yandan varolan gelenekçiliğide eleştiriyor, sorguluyordu. Modernist sorgulama mantığı ise temelde Batıcı’ydı. Batı akılcılığının aslında İslam'ın malı olduğunu, onu "çalınmış hikmet" olarak görüyordu. Ancak Batı'nın sekuler akılcılığı ne derece çalınmış hikmet’ti? Bunun cevabını pek düşünmeyen Modernist sorgulamacılar S.A. Han örneğinde olduğu gibi akla uymadığı gerekçesiyle işi mucizeyi bile inkara kadar götürmüşlerdi.

      Klasik sorgulamacılık Abduh'tan sonra talebesi Suriye'li Reşid Rıda (1935) "Selefiye" hareketiyle gelişti. Arabistan'daki Vehhabilik klasik sorgulamacılığı olan bir hareketti. Ancak O’nun sorgulama mantığı Kur'an-Akıl'dan ziyade Kur'an-Hadis temelinde gelişmişti.

      Çağdaş İslam düşüncesi’nin bu iki ayrışımı bir yanda giderek sorgulamacı-diriltmeci özelliklere dönüşürken diğer yanda Modernist-laiklik mecrasına  kadar vardı. Klasik sorgulamacı mantık Mısır'da Abduh, R.Rıza, Ferid Vecdi, Selefilik, İhvan kollarıyla, Pakistan'da Mevdudi, Hindistan'da Ekber Allahabadi (1921) Şibli Numani (1914), Ebu'l-Kelam Azad (1959) gibi şahsiyetlerin savunmalarıyla zaman zaman diriltmeci görünümlerle devam etti.

      Öte yandan Modernist sorgulamacılık, S.A.Han'ın Hindistan'daki Aligarh Kolejini kendisine üs edinmişti. Mısır'da Ali Abdurrazık, Taha Hüseyin siyasi modernizmin, Hindistan'da Seyyit Emir Ali sosyal modernizmin ateşli savunucularıydılar. Modernist sorgulamacılık Mısırlı Ali Abdurrazık ve Taha Hüseyin'de doruk noktasına ulaşmıştı. Bunlar "laik devlet" görüşünü savunuyorlar bununla beraber İslam'a inandıklarını da söylüyorlardı. Ancak bir nevi İslam'ı sorgulamak adına yıkmak anlamına gelen bu laik modernizm Türki...

      Modern sorgulamacılığın başı "akıl" kriteriyle islam'ı çağa uydurma ieklinde S.A.Han ile başlamış Osmanlının ülkesinde son noktasına ulaşarak islam'ın siyasi, iktisadi, sosyal kurumlarını, modernizme ayak uyduramadığı gerekçesiyle tamamen dışlanmıştır. Bu iki nokta (Akılcı sorgulamacılık- laik sorgulamacılık) arasındaki değişik modernist sorgulama mantıkları daima İslam'ın "sınır boylarında" dolaşmışlardır.

      Klasik ile modernist sorgulamacılığın sentezi Pakistanlı Şair-Filozof M. İkbal'de birleşmiş gibidir. İkbal Batılılara ve batılılaşmış müslümanlara hitap ederken aklın rolünü asgariye indirir, hatta onu yerer. Fakat Batı'nın ilim ve akılcılığını almalarını istediği müslümanlara hitap ederken de aklın önemi üzerinde durur.

      İkbal'in "İslam'da Dini Düşüncenin Yeniden Kuruluşu" adlı eserinden de anlaşılacağı gibi, bir yeniden "sorgulama ve dirilme" çağrısı yapılmaktadır. İkbal'in faaliyetciliğe ve dinamizme verdiği önem O’nu zamanla Modernist sorgulamacılıktan ayırmıştır. Son tahlinde İkbal klasik dirilmenin seçkin simalarından birisi olarak algılanmıştır.

      Klasik ve modern sorgulamacılığın sentezini oluşturma iddiasında olan bir başka müslüman düşünür ve filozof da Fazlurrahman'dır. 1988 gibi çok yakın bir zamanda vefat eden Fazlurrahman'ın "İslam" adlı eseri baştan sona bu gayretin bir ürünü gibidir.

      Fazlurrahman, klasik sorgulamacılığı, "temelcilik", "yeni ihyacılık", "fundamentalizm" olarak adlandırırken Modernist sorgulamacılığı "Batıcılık" olarak yaftalamaktadır. O’na göre en uygunu planı "Çağdaşlık"tır.

      Fazlurrahman klasik ve Modernist sorgulamacılığın birleştirilmesi için uğraştığı halde çoğu halde Modernist sorgulamacılığa meyletmektedir. Ancak S. Ahmet Han'ın eleştirmesi O’na, Modernist sorgulamacı sıfatını vermemize engel olmaktadır.

      Fazlurrahman "sorgulamacı mantığın" mükemmel bir tipoloji oluşturur. "İslam" adlı eseri tamamen bu işe hasredilmiştir. Hz. Muhammed, Kur'an, Hadis, Fıkıh, İslam Hukuku, Şeriat, Felsefe, Tasavvuf, Eğitim, Akaid, Şia, Sünnilik vb. temel İslami kavram kurum ve olayları sorgular. Sorgulamasını "Ortaçağ" İslam düşüncesi diye adlandırdığı 1000-1300 yıllık uzun dönemi hedef seçerek geliştirir.

      Fazlurrahman'ın sorgulamadan muaf tuttuğu yön Kur'an'ın dini-ahlaki yüce amaçlarıdır. Ayrıca sünnet'in bir yansıması olarak tarif ettiği hadislerin, "ibadi olan"larına (namaz, oruç, hac vb.) ve Hz. Peygamber'in siyerle sabit biyografisine dokunmaz. Bu konuda varolan geleneğe dayanır. Ancak bunun dışındaki bütün gelenekler sorgulanabilir.

      Fazlurrahman değişmeyen "temel gelenek" olarak gördüğü (Kur'an'ın dini ahlaki değerler- taabbudi hadisler ve biyografik siyer) alan dışında Kur'an'ın temel amaçları ( Makasıtu'ş-Şeria) ışığında yeni düzenlemeler yapılabileceğini savunur. Örneğin kölelik yasaklanmalı, tek evlilik  kuralı konulmalıdır. Çünkü O’na göre zaten Kur'an bunları yapmak istiyordu. Kölelerin  sürekli azad edilmesinin istenmesi, sayısı belirsiz evliliğin dörde indirilişi bununla adalet şartına bağlanması, üstelik tek eşliliğin tavsiye edilmesi bunu göstermektedir. Ayrıca sünnet, hadis, vahiy , aile hukuku, boşanma, aile planlaması, zekat, faiz vb. konulardaki farklı yaklaşımları onun "Munkiri sünnet" ve hatta "munkiri Kur'an" diye yaftalanmasına sebeb olmuştur. Oysa Fazlurrahman, Kur'an ve Sünnet münkeri değildir. Kitaplarından anlaşıldığına göre o Kur'an ve sünneti modern dünyada yeniden ifadelendirmeye çalışan kendi değimiyle Modernist-çağdaş bir yorumcudur.

      Pakistan kurulduktan sonra 1958'de darbe ile işbaşına gelen Eyup Han'ın danışmanlığını yapmış, anayasa ve devleti Kur'an ve Sünnet'e uydurmak için teoriler üretmekle görevli "İslami Araştırmalar Merkezi"nin başkanlığını üstlenmiştir. Ancak uygulamaları ve fetvaları kendi değimiyle Mevdudi'nin de dahil olduğu "tutucular" tarafından tepkiyle karşılanmıştır. O da daha fazla dayanamayarak Pakistan'ı terk edip Batı'ya yerleşmiştir.

      Fazlurrahman'ın sorgulamacı metodolojisi biraz Ebu Hanife'nin "Rey " ekolüne benzemektedir. Yani Kur'an'a ağırlık verme, hadis konusunda temkinli tutum, akli muhakemeye ağırlık verme, tefakkuh ve sürekli içtihat okulu... Ancak Fazlurrahman daha ileri gitmektedir. Örneğin Ebu Hanife sorgulama ve kıyasın geçersiz olduğu alanlar olarak "taabbudi" konularını ve "hadleri" görürken, Fazlurrahman taabbudi alanları kabul etmekte fakat hadlerin de sorgulamaının-yenilemenin alanına girebileceğine inanmaktadır. İslam adlı kitabında söylediğine göre bunu "hukukun gayelerinin asıl olması şeklinin zaman ve mekana bağlı olarak değişmesi" temeline oturtmaktadır. Ancak varolan 5 temel had cezası yerine nelerin konulabileceği hakkında açık bir beyanına rastlanılamamaktadır.

      Roger Garaudy ise eski bir Marksist düşünürdür. Fransız ince filozofisinin bütün şekillerini düşünce sisteminde taşıyan biri olan Garaudy'in eserlerine ve gündelik yaşamına baktığımızda daha çok "sorgulamacı" yönünün ağır basyığını görmekteyiz. Zira o bir eylem ve hareket adamı olmaktan ziyade düşünür ve tenkitci bir filozoftur. Ayrıca Batı'da yetişmiş Rene Guenon gibi gelenekselcilere de şiddetle karşı çıkar.

      Garaudy, metodoloji olarak büyük çapta Fazlurrahman çizgiindedir. "Entegrizm" adlı eseri en son (1990) çalışması olduğu için geldiği son noktayı burada bulabiliriz.

      Garaudy, varolanı sorgulamada Fazlurrahman'dan fazla veya eksik şeyler söylememektedir. Genel olarak İslam'ın yeniden doğuşunun "dini eğitimde köklü bir değişiklik yaparak" gerçekleşebileceğine inanmaktadır. O, Entegrizm adlı eserinde şöyle demektedir: "İslam'ın Entegrizm ile marjinalleştirilmesinin tüm sorumlusu bir kısım ulemadır, müfessirlerdir. Bunların şeriatı kurutan  ve meşruiyetçi şekilcilik kalıbına oturturan çürümüş düşünceleridir. Yorum tekeli milyonlarca inanan insanın hayatını düzenleme ve islam topraklarında entellektüel bir çöl yaratmak hakkı bu fosilleşmiş ve zararlı oligarşinin elinden sökülüp alınmadıkça hiçbirşey yapılmış olmayacaktır. (Pınar y. s.105)

      Garaudy genel olarak "akılcı" ekolün verilerini ve müesseselerini kabul etmekte, diğerlerine yüklenmektedir. Hatta İslam'ın çöküşüne nakilci ekole bağlamakta, onları dinin önünde oligarşi kurmakla suçlamaktadır. Öte yandan sufi geleneğe Fazlurrahman kadar sert bakmamaktadır. Onların , nakilcilerin "kuruttuğu" İslam'ı aşk boyutuyla canlandırdıklarına inanmaktadır. Entegrizm adlı kitabında kendince bir gelenek çizgisi kurmaktadır. Bu çizgi , Kur'an'ın tedriciliği- Hz. Ömer'in manayı lafza üstün tutan fıkhı-İbnu Mes'ud ve Ebu Hanife kanalıyla oluşan "Rey" okulu ve bu çizgide gelişecek olan Kur'an-İçtihad içiçeliği şeklindedir.

      Garuaudy entegrizmi "kendi geleneği içine hapsolmak" olarak tarif etmekte "şekilcilik, lafzilik, dayatmacılık, başkalarını dinlememe" kavramlarını entegrizmin içine yerleştirmektedir. Batı ve Doğu'daki tüm din ve ideolojilerin dayatmalarıyla birlikte İslam'ın tarihteki nakilci (hadis-selefiye vs.) geleneğini de "Entegrist" olarak tanımlamaktadır. Özellikle "Suudi Entegrizme" şiddetle saldırmaktadır.

      Yeniden doğuş için İslam'ın "aşk ve deruni" boyutunu, "sosyal" boyutunu, "tenkitçi" boyutunu canlandırmak gerektiğini söyleyen Garaudy, "aşk ve derunilik" ile Batı'da bulamadığı iç aleme ilişkin duyumsamaları İslam'ın Sufi yorumunda bulmaktadır. Bu nedenle sufilere bakışı yumuşaktır. "Sosyal" boyut derken daha önce inandığı sosyalizmin etkisini, "tenkitci" boyut derken de İslam'ın akılcı yorumuna meylini görürüz.

      Bu durumda Garaudy'nin "klasik" değil "Modernist" sorgulamacılığı karşımıza çıkmaktadır.. Kur'an'ın ahlakilik boyutuna (Fazlurrahman gibi) aşırı vurgusu O’nu Kur'an'ın bir "hukuk" kitabı olmadığı fikrine götürmüştür. (s.93). Ayrıca ısrarla, Kur'an'ın hukuki hükümlerinin çok az olduğu (80 ayet) iddiası, iktisadi, siyasi, aile, evlilik, boşanma, ceza hukuku, ticaret vb. alanlarda Kur'an'ın hükümlerini ve onun geleneğe yansıması olan fıkıh geleneğini araştırması O’nu kısır bırakmıştır. Garaudy gelenek tortusu olarak gördüğü hadis ve fıkıh külliyatlarıyla ilgilenmeyi gereksiz görmektedir. Hadis'in sonradan İslam kültürüne dahil edildiği (s.88) inancı gelenelselci ekolun çok çok gerisindedir. Gelenekselci ekol de tam tersine hadisi bütün yönleriyle "katıksız" İslam'ın malı olarak görür. Velev ki dışardan gelen her unsur gelenekselcilere göre İslam tarafından özümsenmiş, kendine çevrilmiştir. Bu nedenle geleneğin hiçbir şeklini sorgulamaya gerek yoktur.

      Sorgulamacı ekolun 3 siması üzerinde durduk. Tabii daha da çoğaltılabilirdi. Ancak bu kadarıyla yetiniyoruz. Şimdi bunlardan şu sonuçları çıkarmak mümkündür:

 

      a- Sorgulamacı mantığı 3 gurubta değerlendirebiliriz:

      1-Klasik     2-Modernist        3-Sekuler.

      Bunlardan 3. dinin varlığını sorgulamaya yöneldiği için "din dışı" bir yaklaşımdır. Bu nedenle irapta mahalli olmaz.  Diğer ikisi ise asıl üzerinde durduğumuz konuyu oluştururlar.

      b-Klasik sorgulamacılık ile Modernist sorgulamacılığı ayıran özellik, birincisinin bizzat geleneğin içinden gelerek geleneği sorgulaması ve siyasi diriltmeci yönünün olmasıdır. 2. ise hem geleneğin dışındadır, hem de siyasi diriltmeci yönü hemen hemen yoktur.

      c-Sorgulamacı mantığın ortak noktası yoğun bir gelenek eleştirisidir. Bu, daha çok hadis, tasavvuf geleneklerinin sorgulanması şeklindedir. Bu tür sorgulama Seyyid Ahmed Han düşüncesinde doruğa çıkmış, Ali Abdurrazık, Taha Hüseyin gibilerinde ise "şeriatı ilga" noktasına gelmiştir.

 

      Çağdaş İslam Düşüncesi ve Gelenek:

      Çağdaş İslami düşüncesi, ktiğini göstermektedir. Zira arkamızda 1400 yıllık muhteşem bir miras vardır. Bu miras sadece mezhebi bir geleneğin değil topyekün ümmetin mirasıdır. Bu nedenle çağdaş islam düşüncesi "ümmet geleneğine" yaslanmalıdır. Ana rengini buradan almalıdır. çağdaş islami hareket ümmet içindeki mezhebi, mahalli gelenekleri içinde barındırabilecek genişliğe sahip olabilmelidir. Çağdaş islami düşüncenin sınırı "ümmet"in sınırı olmalıdır. Onu Hristiyanlıktan, Yahudilikten, Marksizmden, Budizmden, Hinduizmden, Pozitivizmden ayıran çerçeve onun sınır boyları olmalıdır. Bu sınır içinde kalan her tür gelenek karşısında "seçmeci" olmalıyız. Yani varolanı hem korumalı hem diriltmeli, hem de sorgulamalıyız. Her üç misyon  çağdaş İslan düşüncesi’ni yeniden kuracak, İslam geleceğin sürükleyici dinamosu haline gelecektir.

      Çağdaş İslam düşüncesi’nin bu misyonlarından hareketle üzerinde yaşadığımız ülkede şu özelliklerde belirginleşen bir birleştirici misyon ifadelendirilebilir.

      1-Ana ümmet geleneğine yaslanma

      2-Diriltmeci devrimci bir siyasi hamle

      3-Çağdaş fakat modernist olmayan bir sorgulama.

      İki devrim arası dönemin tarihsel süzgeci, ağdaş islam düşüncesininb geleceğini oluşturan geçmiş olacaktır.