ÇAĞDAŞ İSLAM
DÜŞÜNCESİ
İslam
için "çağdaş" dönemin, Napoleon Bonapart'ın Mısır
seferi ile başladığını söyleyebiliriz. (1798-1801). 1993
den 7 yıl daha geçtiğinde 2000'e ulaşacağız. Böylece 200
yıllık bir zaman dilimi "çağdaş islam" ın tarihini
oluşturmaktadır.
Son iki yy.ın iki ucunda iki büyük devrim
bulunmaktadır. 1789 Fransız devrimi ve
1979 İran İslam Devrimi. Bu iki büyük devrimi, doğu ile
batı arasındaki medeniyet savaşının sembolleri olarak
görebiliriz. Tarihsel dönüşümün "zirve" noktaları olarak
algılayabiliriz.
16.yy. ilk yarısında doğu (islam)
kesin siyasal üstünlüğe sahipti. Bu yüzyıl aynı zamanda
Batı’da "Rönasans"ın başlama yıllarıdır. Osmanlılar İslam
dünyasının koruyucu kudreti olarak görülüyordu. Fas ve
İran hariç bütün İslam dünyası Osmanlı’nın "Yedi-Kudret"indeydi.
İstanbul'daki "Halifeyi ruyi-zemin" için hutbe okunuyor "Devleti
Aliye"nin bekası için dualar ediliyordu.
Batı’da rönesans ve reform
hareketleriyle bir "kendini sorgulama" dönemi başladı.
Buna Batılılar daha sonra "aydınlanma çağı" diyeceklerdir.
Bu reformcu dalga temelde Batı’ya tahakküm eden "katolik
kilisesine" başkaldırı özelliği taşıyordu. O dönemde
sadece Batı’da değil, tüm dünyada "dinlerin" hakimiyeti
söz konusuydu. Rönesans ve reform hareketleri bu "din"
hakimiyetini sorgulamaya yöneldi. Aslında sorgulanan din,
‘muharref Hristiyanlık’tı. Reformcular Katolikliğin
Batı’yı geri bıraktığını iddia ediyorlardı. Kiliseye,
katolik mezhebine ağır eleştiriler yöneltiyorlardı.
Batı’da "muharref din"in
tahakkümünden kurtulma birbirini tamamlayan üç büyük
devrimle kendini gösterdi. İlki 1648 İngiliz "pruten"
devrimiydi. Temelde Hristiyanlığın aslına dönmeyi,
saflaşmayı amaçlayan "protestan" mezhebinin hız ve ilham
alan bir devrimdi bu. Zaten protestan anlamına gelen "pruten"
öze dönme, saflaşma, katolikliğin bid'at ve hurafelerinden
kurtulma anlamına geliyordu.
Fransız Calvin, Alman Luther vs. hareketin
ideologlarıydılar. Batı Avrupa'da doğan bu hareket
İngilizlerin elinde "Anglikan" yorumuyla ifadesini buldu.
Hristiyanlığın kadim mezhebi Katoliklikten önce doğu
Hristiyanlığı anlamında "Yunan" yorumu "Ortodoksluk"tan
koptu. Daha sonra reformcu "prostestan"lık ortaya çıktı.
Protestanlığa İngiliz damgası vurulunca "Anglikan"
kilisesi doğmuş oldu.
Batıda ikinci büyük devrim 1789
Fransız devrimiydi. 1648 İngiliz pruten revriminden bir
hamle daha ilerdeydi.Bu İngiliz devrimi protestanlık adına
yapılmıştı. Hristiyanlığı ıslah etmeyi amaçlıyordu.
Katolik statükoculuğuna karşı İngiliz-protestan değişimini
temsil ediyordu. Fransız devrimi ise Katoliklikle beraber
Protestanlığı da dışlıyordu. Temelde hristiyanlığa
yöneltilmişti. Onun dünyevi hakimiyetini kırmayı
amaçlıyordu. Fransız devrimi bir mezhep tercihi yapmadığı
gibi din tercihi de yapmamayı hedeflemişti. Dine en pasif
bir yer ve mekan gösteriyordu, kişilerin vicdanı... Din,
bir takım manevi, moral duygular olarak vicdanlarda
kalacak, böylece toplundaki saygın yerini muhafaza
edecekti. Fransız devriminin bu "laik" ilkesiyle
hristiyanlık toplum hayatından iyice dışlanarak bir vicdan
meselesi haline getirildi. Fransız devriminin bu "laik"
uygulaması daha sonra aynı şekilde Osmanlı ülkesine de
taşınacaktır.
Batı’da üçüncü büyük devrim 1917
Rus devrimiydi. Temelde Batı düşüncesinin bir ürünü olan
Marksizm-Leninizm’in, 1748 deki "Paris Komunü"nün
73 günlük denemesinden sonra dünyadaki ilk devrimiydi bu.
Rus devrimi İngiliz ve Fransız devriminin "din"i sorgulama
hamlesinin son aşamasıydı. Hristiyanlık (genelde din)
İngiliz devrimiyle islak edilmeye çalışılmış, Fransız
devrimiyle de kapı dışarı edilmişti. Bu nedenle Rus
devrimi her türlü dini inancı vicdanlarda dahil insanların
hayatından "kazımaya" yöneldi.
Batı'dan Doğu'ya İhraç
Başlıyor:
Her devrim tabiatı itibariyle
zaferinden sonra etrafına ideolojisini yaymak, kendini
ihraç etmek ister. Her devrim doğuştan sonra etrafını
etkiler, başkaları tarafından taklit edilir veya kendisini
etkiler, başkaları tarafından taklit edilir veya kendisine
"davetiyeler" çıkarılır.
Fransız devrimi 1789 da
gerçekleşmiş, devrimden fazla değil 10 yıl kadar sonra işe
Mısır’la başlamıştır. Özgürlük, kardeşlik, eşitlik
sloganlarını kendisine rehber edinen Napolyon "gelişememiş"
Mısır'a özgürlüğü, eşitliği ve kardeşliği yerleştirmek
için sefer düzenliyecektir. Mısır'ı devrim adına işgal
edecektir.
Mısır'ın Fransızlarca işgali
Batı'nın Doğu'ya başlattığı tarihi saldırının ilk adımıdır.
Bu arada 19.yy. (1801) henüz yeni başlamıştır. Bu tarihler
Osmanlılar’ın ilk toprak kaybetmeye başladığı yıllardır. (Karlofça
ve Pasarofça antlaşmaları). Batı, Fransız devrimi’yle
siyasi ve askeri atağa kalkarken, Doğu (Osmanlı) toprak
kaybetmeye başlamıştır.
Artık Batı yükselirken, Doğu
çökmeye başlamıştır. 1930'lu yılların başlarına kadar bu
çöküş devam edecektir. Bu yüzyıllık çöküşün tarihini ara
başlıklarla sıralayalım.
1801- Mısır'ın işgali
1829- Yunanistan'ın bağımsızlığı,
Sırbıstan'ın otonomisi
1830- Fransa'nın Cezayir'i işgali,
Tunus üzerinde Fransız himayesi
1878- Bulgaristan devletinin
doğuşu, Dobruca'dan vazgeçme, Bosba-Hersek'ten çekilme,
Kıbrıs'ın İngiltere'ye terk edilmesi.
1911- İtalya'nın Libya'yı işgali
1913- Arnavutluk ve Makedonya'nın
bağımsızlığı
1850-İngilizlerin Hindistan'ı
işgali
1907-İran'ın Rus ve İngilizlerce
bölüşülmesi
1912- Fransa'nın Lübnan ve Suriye,
İngiltere'nin Irak, Ürdün ve Filistin'de manda
egemenlikleri
1920-Fas üzerinde Fransız
egemenliğinin kurulması
1920-Anadolu'nın İngiliz, Yunan, Fransız ve
İtalyanlarca parça parça bölüşülmesi ve nihayet
İngilizler’in boğazları, İstanbul'u, başşehri, hilafet
merkezini işgal etmesi.
Yukarıdaki listede işgalden nasibini almamış bir
islam ülkesi görülmemektedir. Bu yaklaşık 120 yıl süren
askeri, siyasi, hukuki, kültürel bir hegomonyadır. Fransız
devrimi’nden sonra Mısır'ın işgaliyle başlayan Batı'nın
Doğu'ya topyekün saldırısı, Kuzey Afrika'dan sarkarken,
Ruslar yukarıdan, Kuzey’den inmişlerdir. Yunanlar Ege ve
Balkanlar'dan koridor açarken, İngilizler Hindistan'dan
arkayı kuşatmışlar ve tam cepheden İstanbul'a girmişlerdir.
Batı geri gigiyor; Doğu’da Yerli Batılılar:
Batı topyekün Doğu'ya işgalinden sonra geri gidiyor.
Ama ne gidiş! Ektiği tohumların anası Doğulu,
babası Batılı "melezler" bırakarak. 1979 İran devrimi’ne
kadar hiç bir islam ülkesinde Batı’ya rağmen bir rejim
kurulamamıştır. Kendine yerli uşaklar bulan Batılılar
uşaklarından emin oldukça geri gitmişlerdir. İşte babası
Batılı anası Doğulu, kendini babasıyla tanımlayan
batılılaşmış "melez" devletçikler, ülkecikler;
1923- laik T.C.nin kuruluşu
1925-Suud Krallığı, İngiliz
himayesinde
1922-Lübnan, Suriye mandası.
Fransız himayesinde.
1936-ya kadar Suriye'de Fransız
himayesi
1952- ye kadar Mısır'da İngiliz
himayesi
1941 de Suriye ve Lübnan'da sözde
yabancılardan arındırılmış devletçikler kuruldu.
1946 da "Transt Jordanie" adıyla
İngiliz mandası olarak anılan yerin bu tarihte "Mavaro,
Ürdün" adını alması, Arap-Filistin topraklarını almasıyla
"Ürdün" olarak krallığa dönüşmesi
1947 de Pakistan, Endonezya
devletciklerin kurulması.
1952 de Libya Birleşik Krallığının
kuruluşu
1958 de Mısır Sudan sözde bağımsızlığı
1956 da Tunus ve Fas'ın sözde bağımsızlığı
1962- Bağımsızlıktan sonra laik
Cezayir'in kuruluşu
1920'de Doğu'yu harita üzerinde
paylaşan Batılıların çizdiği statü bugün halen devam
etmektedir.
1979 İran İslam Devrimi; Doğu Ayağa
kalkıyor:
Doğu'da gerçekleşen İran devrimi,
200 yıl önce Batı’da gerçekleşen Fransız devrimi’ne, Doğu'nun
cevabıdır. Fransız devrimi ile Batı atağa kalkmış, Doğu’da
geri çekilme başlamıştı. İran devrimi ile ise Doğu ayağa
kalkmış, Batı geri çekilmeye başlamıştır. Doğu'nun geri
çekilmeyi durdurup ayağa kalkmaya başlaması için 200 yıl
beklemesi gerekmiştir. Zira tarihsel dönüşümler yüzyıllık,
asırlık zamanlarda gerçekleşebilmektedir.
Aslında son 200 yılın başında ve
sonunda yer alan Fransız ve İran devrimleri sadece birer
işarettirler. Dönüşümün iki ucu biraz daha derinlerde
yatmaktadır. Son 200 yıl Batı’nın üstünlüğü ile geçmiştir.
Fransız devrimiyle saldırıya geçmiştir.
İran devrimiyle de saldırıya geçmiştir.
İran devrimiyle de Doğu kendine gelmiş, toparlanmaya
başlamış, tarihi süreci başlatmıştır. Nitekim 1979 dan
sonraki gelişmelere baktığımızda bu sürecin başladığı
görülmektedir. Afganistan, Cezayir, Sudan, Lübnan, Orta
Asya Cumhuriyetleri, Tacikistan'daki gelişmeler bunun
göstergeleridir. Ayrıca Batı'nın tam ortasındaki,
Bosna-Hersek'teki olaylar İslam dünyasında Batı'ya karşı "devrimci
kıvılcımlar" oluşturmakta ve tarihi süreci
hızlandırmaktadır. Bu noktada görülen o ki tarih kendi
örgüsünü yavaş yavaş tamamlamakta, insanlık İslam
medeniyeti’ne hazırlanmaktadır. Şimdi buradaki soru şudur:
Biz böyle bir medeniyete hazır mıyız? Biz bu yükselişin
neresindeyiz? 200 yıl ayağa kalkmak için bekledik, bu
sürede neler yaptık? Hazırlığımız ne kadardır? Çağdaş
İslam son 200 yılda nereden nereye geldi? Gelenek,
Radikalizm ve Modernite üçgeninde gidip gelen çağdaş İslam
düşüncesi yeniden nasıl ihya edilmelidir . Topyekün bir
hamle nasıl, nereden başlamalıdır?
Çağdaş İslam düşüncesine yönelik bu
soruların cevabını 2000 li yılların İslami hareketlerinin
yolunu aydınlatacaktır. Çalışmamıza bu soruların cevabını
aramaya devam edeceğiz.
Koruma-Diriltme-Sorgulama:
Çağdaş İslam düşüncesi ve
hareketlerinin oluşum süreci olarak belirttiğimiz "iki
devrim arası" (Fransız ve İran devrimleri) nde geçen 190
yıl, yani yaklaşık 200 yıl araştırma alanımızı
oluşturmaktadır.
Bu süreyi "çağdaş islam"ın tarihi
olarak ele alacağız. İki devrim arasında olup bitenleri
tarihi malumat olsun diye değil "geleceği oluşturan geçmiş"
olduğu için anlamaya, yorumlamaya çalışacağız. Dönemin
tarihinden değil, mantığından, hareket edeceğiz.
Bu dönemin İslami düşünce ve
hareketlerinin önceki dönemlerdeki düşünce ve hareketlerle
kıyasla en önemli ayırıcı vasfının "kendini yeniden ispat
etme" olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü açık bir yenilgi,
geri çekilme ve çöküş vardır. Tekrar canlanma için "neler
yapılması gerektiği" şeklindeki soru bu dönemin hakim
özelliği olarak karşımıza çıkmaktadır.
Çaşdaş İslam düşüncesi olarak ele
alabileceğimiz "iki devrim arası" eğilimleri 3 ana grupta
toplayabiliriz.
1-Var-Olanı Koruma;
Geleneksel İslam:
Gelenekciler: Tasavvuf, Ehli Hadis,
Fıkıhcılık
Gelenekselciler: S.H. Nasr, Rene
Guenon, Martin Lings
2-Var-Olanı Diriltme;Radikal
İslam:
Devrimci İslamcılık: C. Afgani,
M. Abduh, S. Kutub, A. Şeriati, Mevdudi
Demokratik İslamcılık: FIS, RP, Son
dönem İhvanı
Sivil İslamcılık: Ali Bulaç
vs.
3-Var-Olanı
Sorgulama-Yenileme:Modern İslam:
Fazlurrahman, S. Ahmed Han, Roger
Garaudy
Bu 3 ana eğilimin ortak paydası Batı
işgali ve yenilgisi karşısında İslam'ın "yeniden kendini
ispat" etmesi noktasındadır. Bir diğer özelliği "yeniden
sonrası" çağdaş islami yorumlamalar olmasıdır. Ayrıca
sadece bir gruba aitmiş gibi görünen kişi ve düşünceler
aslında 2 ve 3 grubun özelliklerini üzerinde
taşıyabilmektedirler. Fakat bizim böyle bir ayrım
yapmaksızın sebebi mahkum etmek değil, çözümleme kolaylığı
olması içindir. Böylece çağdaş islam düşüncesinin
renklerini, tonlarını daha iyi kavramış olabiliriz.
Görüldüğü gibi çağdaş İslam
düşüncesi var olan İslamı "koruma" ,"diriltme" ve "
Sorgulama-yenileme" ekseninde oluşmaktadır. Hakim
mantık bunlardır. Bir anlayış kendini sadece koruma veya
sorgulamaya veya diriltmeye hasretmişken, başka birisi
korunarak diriltme, bir başkası "sorgulayarak diriltme"te
hasretmiş olabilmektedir. Korumanın, diriltmenin ve
sorgulamanın vurguları farklı gruplarda farlı ağırlıklarda
olabilmektedir.
Şimdi bu 3 ana eğilimi bünyelerinde barındırdıkları
alt versiyonlarıyla birlikte göreceğiz.
Var-Olanı Koruma; Geleneksel İslam:
Geleneğin İngilizce karşılığı olan "tradion"
kelimesi, latince "tradere"den geliyor.Tradere şu
anlamlara geliyor; ‚kurtuluş, bir bilginin elden ele
aktarılması, bir öğretiyi başkalarına iletmek, teslim
olmak ya da ihanet etmek.
Gelenek, şu andan önceki bütün "gelen" tarihi mirası
kapsadığı için oldukça geniş ve birazda karmaşık bir
kavram olarak karşımıza çıkıyor. Bu çok boyutluluğu biraz
netleştirmek için şöyle bir tasnif yapabiliriz.
a-Kadim gelenek
b-Ümmet geleneği
c-Mezhebi gelenek
d-Kavmi gelenek
e-Mahalli gelenek
Sosyolojik anlamdan ise gelenek "önceki nesillerden
tevarüs edilen yahut aktarılan ögelerin tümü yahut bir
kısmı" şeklinde tanımlanır.
Bir topluluk kendinden önceki nesillerin kadim,
islami, mezhebi, kavmi ve mahalli gelenekler devralarak
kendinden sonraki nesle aktarabilir. Devam edegelen
geleneğin içinde sahih ve gayri sahih unsurlar bulunabilir.
Bu durumda hangi geleneği devam ettirmek hangisinin "yolunu
kesmek" gerekecektir. Bu sorunun cevabından önce "gelenek"
kavramı üzerinde biraz daha durmamız gerekiyor.
Bir olayın, bilginin veya durumun "gelenek"
olabilmesi için şu şartları bulundurması gerekir.
Süreklilik, geçmişe saygı, kendine güven, hiyerarşi,
hiyerarşiye itaat, istikrarlı aktarma.
Geleneğin karşıtı ise "yenilik"tir. "Modern"
kelimesi kök itibariyle latince "modernus"tan, o da "henüz,
şimdi" anlamlarına gelen "moda" kelimesinden türüyor.
"Modern" ve "çağdaş kelimeleri genellikle eşanlamlı
kullanılır. Fakat çağdaş kelimesindeki "nötr"lük daha
yaygın olarak kullanılmasına neden olmuştur.
Eski Yunan'da başlayan eskiler (ancients) ve yeniler
(modern) çatışması rönesans döneminde belirginleşti.
Eskiler kadim olanı savunmak, geçmişe saplanıp kalmak ve
geçmişi olduğu gibi savunmak, geçmişe saplanıp kalmak ve
geçmişi olduğu gibi muhafaza etmek, kısacası "saatleri
geriye döndürmekle" suçlandılar. Özellikle Fransız
devrimi’nin yarattığı siyasal ve sosyal çalkantılara karşı
Fransa'nın ve Fransız devrimini gelenekçi bir açıdan
yorumlayan Edmund Burke gibi bir muhafazakar'ın
yaşadığı İngiltere'den tepkiler geldi.
Gelenekçilik (tradionalism), siyasal düzeyde, bir
toplum ve devletin tümüyle akli temeller üzerinde yeniden
kurulmasına karşı bir tepki olarak ortaya çıkmıştır.
Fransız devriminin tüm siyasal ve sosyal kurumları,
kollektif, durmuş, oturmuş gelenekler yerine bireyin
aklına tabi kıldığını , bununla da güçlü sağlıklı bir
sosyal- siyasal düzeni sağlayamayacağı iddia edilmiştir.
Gelenek kendi içinde paradox bir durumda
barındırıyor. Bir yandan eskiyi devam ettirmede "kurtarma
şimdi" olurken diğer yanda yeni için "ayak bağı"
olabiliyor.
Gelenek içinde bir başka ters durumda
gelenekçilik-gelenekselcilik paradoksudur. Gelenekçi
bizatihi geleneğin içinde olandır. Bir sufi, bir mukallid,
bir Ehli hadisci veya bir ahbari gibi. Gelenekselci ise
aslında geleneğin dışında olup geleneği savunandır. S.H.
Nasr gibi. Nasr bir sufi değildir ama sufiyi ve
tasavvuf geleneğini savunur. Hemde sufi'nin anlayamayacağı
felsefi, kozmolojik ve hatta modern bir tarzda. R.
Guenon, M. Lings gibi Batılı gelenekselciler ise
Modernite'nin dayatmacılığına karşı İslam'ın gelenekçi
yorumuna sığınırlar. Acaba aradıkları Modernizm'e karşı
güçlü bir "gelenek" alternatif midir yoksa fazlalık ve
fantazi geleneklerden arınmış islam mıdır. Doğrusu burası
tam açık değildir. Ancak Guenon baştan aşağı sarık,
cüppe ve sakala bürünerek bir sufi kılığına girebildiğine
göre ki aynı şeyi papaz kılığına girerek de yapabilirdi
temelde islami bir tercih yapmıştır. Ancak içinden çıktığı
modern Batı'ya karşı İslam'ın tasavvufi yorumunda aradığı
modernizm karşılığını bulmuştur. Nitekim bazı Batı kökenli
müslümanlar genellikle ya sufi ya da modernist
olmaktadırlar. Yani tam anlamıyla geleneğe sığınmakta ya
da tanıştığı yeni dini önceki birikimiyle "yenilemek"
istemektedir. Guenon ve Garaudy örneklerinde
olduğu gibi.
Guenon, Nasr ve Lings gibi yazarlar,
modern dünyanın artık izine rastlanılmayan bu "asli"
geleneği, , karşılaştırmalı dinler tarihi ve
karşılaştırmalı düşünce tarihi temelinde yorumlayıp
yeniden kurma iddiasındadır. Bu yazarlar temelde
aydınlanma çağının değerlerine karşı çıkmakta ve hakikatın
bilimle ve felsefeyle değil gelenekle, geleneğin tarihiyle
bilinebileceğini öne sürmektedirler. Bu yazarlara göre her
din ya da bir gelenekten kaynaklanmıştır. Buna göre
örneğin Tibet dini sözkonusu kadim geleneğin belli bir
bölgeye münhasır kalmış bir parçası olup, bu geleneğin
aslında nasıl bir yapıda olduğunu ancak onu diğer dini
geleneklerle karşılaştırarak anlayabiliriz.
Gelenekselci ekolün, diriltmeci-devrimci ekoller
hakkındaki suçlaması hemen hemen aynı noktalarda
birleşmektedir. Örneğin Nasr, İranlı bir müslüman
olmasına rağmen İran İslam devrimi ile anlaşamayarak
devrimden sonra İran'dan gitmiştir. Nasr, Devrimi,
A.Şeriati'yi, S. Kutup'u kadim geleneğin
dışına çıkmakla suçlamaktadır. İslami gelenekte
devrimci-fundamentalist eğilimlerin bulunmadığını
söyleyerek bunların modernitenin alışkanlıkları olduğunu
iddia etmektedir.
Modernistler (Fazlurrahman, Garudy) hakkında
da aynı şeyi söyleyen Nasr kendini tam "modernizm’’in
karşısına koymakta ve "geleneğin hamisi" misyonuna sahip
çıktığını zannetmektedir. İstanbul'da verdiği konferansta
modernist-gelenekçi ayrımı yaparak modernizm’in temsilcisi
olarak Fazlurrahman’ı gelenekçiliğin temsilcisi
olarak da kendini takdim etmektedir.
Geleneksel yazarlar kendilerine modernizm karşısında
hakim geleneği savunma ve koruma misyonu biçerek geleneğin
devrimci veya başka bir tarzda diriltmeye ve hele
sorgulamaya hiç mi hiç yanaşmamaktadırlar. Nitekim bu
yönde bir çalışmalarına veya eserlerine hiç
raslanılmamıştır.
Bir de bu "eskiyi koruma" mantığının "gelenekçi"
versiyonu vardır. Yukarıda değinildiği gibi bu tamamen
geleneğin içinden gelenlerdir. Burada hakim mantık şudur:
"Yeniliğin, çöküşün, islam’dan uzaklaşmanın ana nedeni
"dış güçlerin" komplolarıdır. Atalardan gelen inanç ve
gelenekler olduğu gibi korunmalıdır. İslam olarak bize ne
intikal etmişse İslam işte odur. Bu, "gelenekle uğraşmak"
affedilmez bir suç ve hatta Batı’nın, dış güçlerin
ajanlığını yapmaktır..."
Bu tür gelenekçilik daha çok mutasavvıf, muhaddis ve
mukallidlerden gelmektedir. Her 3 gelenekte de nesillerden
nesillere aktarılan inançlar, eserler vardır. Üçünün de
kendisine göre sonunda Hz. Peygamber'e dayanan "silsilesi"
vardır. Bu silsile aşılamaz, geçilemez, dokunulamaz. Bu
silsile ile uğraşmak dini yıkmanın ilk adımlarıdır.
Arkasından Kur'an ve Peygamber'e itiraz gelecektir!
Sufi kendisini "silsile-i Saadat"
ile Peygamber'e dayar. Hatta bu "başbuğ veliler"in sayısı
33 ile hitama erdirilir. Nakşi geleneği, silsileyi Hz.
Ebubekr'e, Kadiri geleneği de Hz. Ali'ye
dayandırır. Onlardan da feyiz ve Nur'un kaynağı "Seyyid-i
Kainat"a..
Bu silsilecilik bazen İslami gelenekten çıkıp "muharref
"geleneğe dönüşür. Bu sefer silsile ‚kırklar, yediler,
onlar’ şeklinde sıralanır. En sonunda "bir"e
ulaşır. O "Gavs-ı Azam"dır, etrafında "kutuplar"
sıralanır, biri ölünce hemen yeri doldurulur. Tanrı
bunların yüzü suyu hürmetine biz insanlara acır veya
lutufta bulunur. Muharref geleneğin bu hali Hinduizm'in
damgasını taşır. Krişna'nın yerini Allah,
Brahman'ın yerini Gavs almıştır. Hinduizm'in ruhçu
geleneği sufilerin açtığı gedikten İslam'a yol bulmuştur
artık.
Sufi geleneğin tarihte iki önemli
işlevi olmuştur. İlkin genellikle halk kitleleri sufi
dervişler eliyle müslümanlığa girmişlerdir. Hindistan'ı,
Orta Asya'yı , Anadolu'yu, Balkanlar'ı bunlar
İslamlaştırmışlardır. İkincisi de yine genellikle bu
halklar İslam'ı kendi ellerinde eğip bükmüşlerdir.
İslamlaşma özde değil kabukta olmuş, eski inanç ve
edebleriyle beraber gelmişlerdir. Bu nedenle bu bölgedeki
geleneklerde Hinduizm'in, Şamanizm'in, Zerdüştizm'in,
Hristiyanlık’ın izleri bariz bir şekilde görülebilir.
Bunun en açık örneği Anadolu'daki Bektaşi geleneğidir.
Balkanlar'dan Hind altkıtası’na kadar uzanan kuşaktaki tüm
geleneklerin izlerini bünyesinde barındırır. Bektaşilikte
Hint ruhçuluğu, İran gulat-şiiliği ve Bizans-mesihciliği
birleşmiştir.
Hadiscilik geleneği de kendi
hiyerarşi ve silsilesini kurarak nesilden nesile
aktarmıştır. Arapça da "gelenek" anlamına gelen "an-ane"
aslında hadis geleneğinden alınmadır. Hadis rivayetinde
an-an şeklinde rivayet edilen "filan"dan, filan"
şeklindeki "sened" silsileyi oluşturur. Sufi'nin
literatüründeki "silsile" muhaddis'in literatüründe sened
adıbı alır. Ancak "sened" ,silsileye nazaran daha gerçekçi,
realist ve ilmidir. Sened'in içine dahil edilen her bir "ravi"
inceden inceye elemeden geçer "adalet ve zabt" süzgecinden
geçirilerek sened"e alınır. Eğer şartlara tam uyarsa o
senede "muttasıl, sahih" gibi isimler verilir. Uymazsa, "zayıf,
hasen, munkatı, mürsel" gibi kategorilere ayrılır. Okuyucu
bunlara bakarak kararını verir.
Hadis geleneğinin bu çalışması sahih geleneğin bir
parçasını oluşturmuştur. Çağdaş İslam düşüncesinin
sufilerin "silsile"lerinden alacağı pek bir şey yokken
muhaddislerin "senet" geleneğinden alacağı epeyce malzeme
vardır. Sened de nihayet götürülüp Peygamber'e
dayandırılır. Hadis geleneğini "gelenekçiliğe" döndürmenin
adı ise "Ehli-hadis"ciliktir. Bu eğilimin de diğer
gelenekçilerden farklılığı yoktur. Öncekilerin kurduğu
hiyerarşiye kesin itaat ister. Onları sorgulamaya
kalkışmak dini yıkmaya başlamıştır. Zaten sapık fırkalar
önce hadis'i eleştirmiş sonrada Kur'an'a el uzatmışlardır.
Hadis'i mutevatir, ahad diye atırmak yanlıştır. Hadis
hadistir, duyar duymaz teslim olunmalıdır. Hatta önce
hadis okunmalıdır. Bu hadislerden Hz. Peygamber'in
anlayışı kavrandıktan sonra Kur'an'a belki geçilebilir.
Görüldüğü gibi bu gelenek Hadis'i Kur'an yerine
koymaktadır. Önce Kur'an okuyup, Kur'ani bir bakış
kazandıktan sonra zengin bir malzeme olarak hadis
okunmasını önereceği yerde işi tersine çevirmektedir.
Kur'an ayetini uyduramayanların hadis uydurup
müslümanların inançlarını bozmaya çalıştığını söyleyeceği
yerde, hiç ayrım yapmadan hadis'e teslim olmayı
öğütlemektedir. İyi ki hadislerin cerh ve tadil
çalışmaları yapıldı diyeceği yerde mevcut hadis
kitaplarını Kur'an gibi "kutsama" yoluna gitmektedir.
Şurası muhakkak ki Hz. Peygamber'in sünnetine ittiba
Kur'an'ın emridir. Ancak Hz. Peygamber'in
sünneti nerededir? Bugün müslümanların elinde tarih, siyer
ve hadis kitapları vardır. Bunlar bize en genel hatlarıyla
sünneti, gelenek olarak tevarüs ettirmişlerdir.
Dolayısıyla sünneti bunların dışında aramak yanlıştır.
Bugün çağdaş islam düşüncesi’nin önünde sünneti bünyesinde
topladığı kesin olan (%70 gibi) 9 sünnilerin 4 de
şiilerin hadis geleneğinde olmak üzere 13 kitap
bulunmaktadır. Bu kitaplarda yaklaşık 30 bin civarında
hadis vardır. Bu hadislerin büyük çoğunluğu haberi vahid
durumdadır. Bizim hadis geleneğinden alacağımız (süzgeçten
geçirerek) epeyce malzeme bulunmaktadır.
Nasıl ki hadis geleneği bize büyük
bir "külliyat" bırakmışsa aynı şekilde "fıkıh" geleneği de
dev bir fıkıh külliyatını miras olarak bırakmış bulunuyor.
Fıkıh, Hadis'e nazaran geleneğini
daha önce kurmuştu. Daha İslam'ın ilk asrında fıkıh
okulları ortaya çıktı. Bunlar temel kaynaklara isnatla
meselelerin çözümlenmesi için "usuller" ortaya koydular.
İslam yayıldıkça yeni toplumlarla, kültürlerle
tanışıyordu. Onların proplemleri çözmek için İslam'ın
dinamizmini devam ettirmesi gerekiyordu. Bu da "içtihat"
kurumunun işletilmesi ile sağlanabilirdi. Bu nedenle
farklı içtihat okulları ortaya çıktı.
Bu okullardan ilk belirginleşen Kufe
ve Hicaz okullarıydı. Kufe merkeze uzak olduğu için daha
çok yeni proplemlerle karşı karşıyaydı. İslam Medine'de
doğmuştu. Ancak Kufe'de, Irak'ta, Mısır'sa vs. yayılmış,
yeni toplumlarla karşılaşmıştı. Bu nedenle Hicaz Okulu'nda
daha çok "Merkezi Muhafazakarlık" eğilimi, Kufe Okulu'nda
ise "değişimin gerisinde kalmama" çabası ağırlıktadır.
Aslında İslam'ın daha ilk yıllarında
var olan geleneği koruma ile yeni durumlara uyarlama
çabası ortaya çıkmıştı. Bir taraftan geleneğin korunması
gerekiyorken öte yandan zaman akıyor, insanlar, toplumlar,
kültürler değişiyor yeni durumlar ortaya çıkıyordu. Bu
durum daha çok İslam'ın doğduğu mahallin dışında
görülüyordu. İşte Kufe geleneği bu ihtiyacın cevabıydı.
Yani İslam doğduğu coğrafyanın, toplumun dışında bir coğrafya'da
nasıl ifadelendirilecekti. Yeni durumlara nasıl cevap
verecek, tarihin gerisinde kalmamak için ne yapacaktı.
Ebu Hanife bunun sistemini geliştirdi. Yeni bir
meseleyle karşılaşınca onu önceki bir benzeriyle
karşılaştırıyor, öncekilerin çözümünü yeni duruma
aktarıyordu (kıyas). Eğer var olan gelenekle yeni duruma
çatışıyor gibi bir çıkmaza girerse makul bir sebeble
geleneği yeni duruma uyarlıyordu (istihsan). Var olan
gelenekle açık bir hüküm bulamazsa veya geleneğin tamamen
cevapsız kaldığı bir yeni durum varsa genel amaçlar doğrultusunda
cevaplar buluyor (malahatı mürsele) böylece değişimi
yakalayarak dinamizm devam ediyordu.
Aslında bu tür içtihad geleneğinin
mimarı Hz. Ömer'di. Yani İslam'ı dondurma değil,
değişimler ve tarihi ilerleme karşısında meydan okuyucu
bir dinamizm ve esneklikle devam ettirme.
Bu inançla Hz. Ömer değişimi
farkederek Kur'an'ın Kitap haline getirilmesini sağlamış,
yeni fethedilen arazileri savaşa katılanlara değil kamuya
bırakmış, müellefei kulub'a verilecek ödeneği kesmiştir.
Halbuki bunlarla ilgili açık ayetler ve Peygamber'in
uygulaması vardır. Fakat o böyle yapmakla geleneği
dondurmaktan kurtarmıştır. Müslümanlara, İslam'ın
Peygambersiz, doğduğu coğrafyanın dışında, yeni durumlar
karşısında nasıl kendini ifade edeceğini, tarihin
gerisinde kalmamak için neler yapabileceğini göstermiştir.
Ancak sonraki nesiller bu son derece
canlı, dinamik, esnek ictihat okulunu dondurmuşlardır. Değişimin,
ilerlemenin okulu, donmanın, statükonun, geride kalmanın
müsebbibi olmaya başlamıştır. Bunun sebebi okulun usulunun
bırakılıp furuuna yönelmedir ve hatta furu meseleri
dondurmadır. Şerhçilik ve haşiyeciliktir. İşte
gelenekçilik burada ayak bağı olmaya başlıyor. Kendisine
silsile koyuyor. Müçtehidlik mertebeleri sıralanıyor. En
üstte mutlak müçtehidler, en altta mukallitler bulunuyor
ve bu dayatılıyor. Bu silsile kutsanıyor, abartılıyor.
Halbuki hayat varoldukça ve İslam da yaşadıkça
müslümanların hayatın meselelerini çözümleyecek müslümanca
yaşamaları kaçınılmazdır. Bu da yapılıyor aslında. Çünkü
hayatı durduramazsınız. Fakat yeni kılıflarla cevaplar
veriliyor. Biz müçtehiz değiliz ama.. diyerek başlayan
sözlerle bal gibi içtihat yapılıyor ama "mukallid" olarak.
Sözde müçtehidlik ifadesi kullanılmıyor ama yapılan iş
başka bir şey değil. Hz. Ali'nin söylediği gibi "bir
kişinin söylediği ya nastır ya da nassa dayalı içtihat ya
da heva ve hevestir."
Çağdaş islam düşüncesi fıkıh geleneğinin,
gelenekçiliğini değil, özünü almalıdır. Tıpkı Hadis geleneğinde
olduğu gibi fıkıh geleneğinde sahip çıkmalı, kendinden
bilmeli ancak tarihi tortularından arındırmalıdır.
Çağdaş islam düşüncesi kendi asıl
geleneğini bulmalı ve ona yaslanmalıdır. Zira bir düşünce
geleneksiz hamle yapamaz. Geleneğe yaslanarak ileri
atılabilir. Gelenek hamle için ona güç verir. Ancak
bu gelenek hangisidir?
Mezhebi, kavmi, mahalli gelenekler çağdaş İslam
düşüncesini, asli renkleri olmamalıdır. O kadim "ümmet
geleneğine" yaslanmalıdır. Asıl rengini
ondan almalıdır. Bu geleneğin çerçevesi oldukça geniştir.
Bunu kendine "bol" görmemelidir. Kadim islami
gelenek bir ümmet geleneğidir. Bütün bir ümmetin yaşayan
geleneğidir. Ümmeti ümmet yapan "ortak değerler"dir. Bu
değerleri bize icmai ümmet verir. İcmai
Ümmet en geniş consessus'tur. Onun üstünde daha geniş ve
kapsayıcı bir çerçeve yoktur. İcmai Ümmet, şii ve
sünnilerin "mütevatir"lerini de içine alan daha üst bir
buluşma noktasıdır. Örneğin "Kur'an'ı bize icma
getirmiştir. Bunun dışında, namazın, zekatın uygulanışını,
haccın bazı menasikini nesilden nesile taşıyan icmadır. Şiisiyle
sünnisiyle bütün nir ümmetin yaşayan icmaya dayalı geleneği...
İşte çağdaş İslam düşüncesi bu geleneğe yaslanmalı ve onu
korumalıdır. Bu, onun asli görevlerinin başında gelir.
Ümmetin geleneği, mezheplerin, ekollerin,
kavimlerin, mahalli geleneklerin ortak geleneğidir. Çağdaş
İslam düşüncesinin geçmişten geleceğe akacağı asıl mecra
bu olmalıdır. Çağdaş islami bir hareket gücünü ve rengini
bu mecradan almalı, tarihin bize devrettiği gelenekleri
bünyesinde barındıracak genişliğe ve hoşgörüye sahip
olabilmelidir. Tarihi geleneklerin yönünü asıl mecraya
çevirmenin yollarını aramalıdır.
Var olanı "koruma" misyonuyla ifadesini
bulan"geleneksel islam" ile ilgili değerlendirmelerden şu
sonuçları çıkarabiliriz.
1-Geleneksilcilik (Geleneği dışardan savunma)
geleneğe yönelik sağlıklı bir yaklaşım olamaz.
2-Gelenekcilik (kavmi, mahalli dar bir geleneğin
içinden çıkamama, ona kendini mahkum etme) çağdaş islam
düşüncesi’nin asıl mecraını oluşturmaz.
Ancak onun için de yer alabilir.
3-Çağdaş İslam düşüncesi’nin
yaslandığı asıl mecra ümmet geleneği olmalıdır. Kendini
onunla ifade etmeli, ümmet içi diğer geleneklere hoşgörü
ile yaklaşmalı, onları ümmetin zenginliği olarak kabul
etmelidir.
4-Ümmetin zenginliğini dinamik bir
fıkıh-içtihat okulunda malzeme olarak kullanabilmelidir.
İslami gelenek içindeki dinamik unsurları canlandırmalı,
yeniden ifadelendirmeli ve ilerletmelidir.
Var-Olanı Diriltme; Radikal İslam:
Varolan İslam’ı sorgulayarak veya
sorgulamaksızın "diriltmeyi" esas alan islamı anlayışları
bu gurupta ele alacağız. Tabiatıyla bu anlayışların "siyasi
yönleri daha baskındır". Zira diriltme önce buradan
başlayacaktır. Çünkü çöküş buradan olmuştur. Ayrıca siyasi
gücün bir toplumun ana toparlayıcı-dengeleyici gücü olması
bu tür bir yönelişi gerektirmiştir.
Batılılar’ın kullandığı "radikal", "fundamentalist"
terimleri yerine "diriltme" terimini kullandık. Zira Batı
egemenliği karşısında topyekun bir diriltme hamlesi
sözkonusudur. Bu diriltme "devrimci, demokratik" veya -siyasal
vurguya tepki olarak- "sivil" bir tarzda olabilecektir.
Her üçüde aynı misyonu ifade etmektedir.
İslam dünyasında Batı egemenliğine
karşı yeniden dirilme çabaları metod olarak 3 ana eğilim
halinde kendini göstermektedir. İlkin "devrimci" bir
tarzda dirilmeyi hedefleyen ve Batılılar’ın asıl "radikal"
tabiriyle kasteddikleri anlayıştır. İkinci olarak İslam'ın
(geleneğin) güçlü toplumsal dinamiklerine sahip olmadığı
ülkelerdeki dirilme hamleleridir ki bunlar varolan
imkanları kullanarak "demoktarik" bir dirilmeyi
hedeflerler. Bu ikisinde "siyasal iktidar " vurgusu
kuvvetli hatta "başhedef" olarak ele alındığı için bunlara
tepki olarak dirilmenin siyasi iktidar çerçevesinde değil,
toplumun daha "sivil" kesimlerine ulaşarak
gerçekleşebileceği savunan görüşler, devrimci marksist
örgütlerin yenilgiyle biten deneyimlerinin de etkisiyle
savulunmaya başlamıştır.
Bu tür bir ayrım son 200 yıl
gözönünde bulundurularak yapılmaktadır. Zira ortada İslam
var, Batı egemenliği var, yenilgi var. O halde yapılması
gereken nedir sorusu bu anlayışları ortaya çıkarmıştır.
Yapılması gerekenin geleneği koruyarak veya sorgulayarak
her ne şekilde olursa olsun "siyasal bir dirilme" olması
gerektiği şeklindeki misyon bu bölümün konusunu
oluşturmaktadır.
İslam dünyasında devrimci siyasal
dirilmeci hareketlerin son 200 yılda 4 ana merkez
etrafında geliştiğini söyleyebiliriz. Bunlar Suudi
Arabistan, Mısır, Pakistan ve İran'dır. Bu çerçevede
Vehhabi hareketi, İhvanı müslimin, Cemaatı islamiye, İran
Devrimi karşımıza çıkıyor. Bu hareketin şahıslarla ifadesi
ise Muhammed ibnu Abdulvehhab, Efgani, Abduh, el-Benna,
S.Kutub, Mevdudi, Şeriati, Humeyni şeklinde
sayılabilir.
Genel olarak "iki devrim arası
(Fransız-İran) devrimci-diriltmeci İslami eylemleri bunlar
temsil etmektedirler. Gelenekselci ve modernist
gruptakiler bunlardan "Fundamentalist", "Entegrist", "Yeni
İhyacı", "Klasik Islahatcı" vs. şeklinde bahsederler.
Çağdaş İslami hareketlerin ana
gövdesini korumacı misyonun gelenekçi kanadı ile
diriltmeci misyonun devrimci ve demokratik kolları ve
sorgulayıcı misyonun klasik-ıslahatcı kanatları
oluşturmaktadır. Gelenekselci, sivil toplumcu ve modernist
eğilimler daha çok ana gövdenin dışında akademik
çevrelerin ilgisini çekmektedir.
Fransız Devrimi gerçekleştiği (1789)
sıralarda İslam dünyasında özellikle Hicaz bölgesinde
kendinden epeyce bahsedilecek bir şahıs hayata veda
ediyordu. Bu Muhammed ibnu Abdulvehhab'dı (1792).
Dönem son 200 yılımızın hemen
başlarıydı.
Osmanlı İmp.nun uzak
eyaletlerinde ve Hindistan'da görülen dini bozulma ve
ahlaki gevşeklik karşısında sürekli gelişen bir hareket
vardı. Bu 89 yaşında vefat eden M. ibnu Abdulvehhab'ın
şahsında belirginleşen, Sünni-Hanbeli-İbnu Teymiyyeci
geleneğin bir yorumu olan "Vehhabilik" diye anılacak
diriltmeci sorgulayıcı akımdı. Aslında bu harekette hem
korumacı, hem diriltmeci, hemde sorgulama yenileme misyonu
birleşmişti. Ancak varlığını siyasi-askeri alanda devam
ettirdiği için onu "diriltme misyonunun" bir kolu olan "devrimci
grupta ele aldık."
Bu hareket ilhamını 7.yy.ın
diriltmeci-sorgulayıcı misyonunun ifadesi İbnu
Teymiyye'den alıyordu. 18. yy. ortalarında merkezi
Arabistan'da aşırı derecede muhafazakar bir Hanbeli
kılıkla ortaya çıktı. Bu selefici hareketin lideri
Abdulvehhab, İbnu Teymiyye'nin eserlerinden
derin bir şekilde etkilenmişti. Önceleri tasavvuf
geleneğinin içinde olmasına rağmen İbnu Teymiyye'den
sonra özellikle İbnu Arabi'nin "Vahdedi
Vucud" cu nazariyesine şiddetle karşı çıktı.
Abdulvehhab bir yandan
geleneğe (hadisci-hanbeli) yaslanıyor, diğer taraftan "hurafe
ve bid'adlar"a savaş açarak varolanı sorguluyordu.
Düşüncelerini vurgulamak içinde siyasal otorite olmaya
yöneliyordu. Böylece topyekun bir "dirilme" gerçekleşmiş
olacaktı.
Çok geçmeden Muhammed ibnu
Suud'la tanıştı. Suud mahalli bir aşiret
lideriydi. Elinde gücü ve yetkilleri vardı. Suud, İbnu
Vahhab'ın görüşlerini benimsemişti. Burada başlayan
Vahhabi hareketi askeri yönden Necid'den Hicaz'a yayıldı.
Daha sonra Mekke ve Medine
Vehhab'ın nufuzuna girdi.
Ancak o zaman Osmanlı eyaleti olan
Hicaz'ı ele geçirmek Osmanlı'ya başkaldırma anlamına
geliyordu. Sünni- Sufi-Hanefi sentezinin geleneğine
yaslanmış olan Osmanlı "Payitaht"ı bunu affedemezdi. Mısır
valisi M. Ali Paşa'yı bu "kazan kaldırmayı"
bastırması için üzerlerine saldı. Hicaz geri alındı.
Vehhabiler Kuveyt'e sığındılar. 11 yıl aradan sonra
Abdulaziz ibnu Suud başkenti Riyad olan "Suudi
Arabistan"ı kurmak için geri dönecektir. Suudi Arabistan,
İngilizlere "uslu" durulacağına dair söz verilerek
kurulmuştur. İbnu Abdulvehhab'ın gerçekte "devrimci"
selefi hareketi Suud'ların elinde mandacılığa,
jandarmacılığa dönüşmüş adeta tanınmaz hale gelmiştir.
Hind-Pakistan alt kıtası İslam
dünyasının bir başka tecdid-ihya ve canlanma merkezi
olmuştur. Bu bölgedeki düşünce ve hareketler 17. yy'dan
beri devam edegelen bir diriltme ihya geleneğine sahipti.
Bunlardan Şeyh Ahmed Sirhindi Arabistan'daki
Vehhabilerden farklı olarak sunni-sufi geleneğe dayanacak
bir ıslahat yapmaya çalıştı. O tasavvuf felsefesinin
teorik temellerini atan İbnu Arabi' nin Vahdedi
Vucudunu reddetmekle kalmadı, aynı zamanda ıslah edilmiş
bir sufilik için çok sauıda murid yetiştirdi. İbnu
Vehhab'daki "Reddi tasavvuf" İmamı Rabbani'deki
"Islahı Tasavvuf" şeklinde ortaya çıktı. Rabbani
varolan geleneği (tasavvufu) aldı, sorguladı, ve yeni
yorumuyla diriltmeye çalıştı.
18. yy. Hindistan'daki
müslümanların, İslamın, yeniden düşünülmesi ve
yorumlanması için gösterdikleri gayretler etkili bir
mütefekkir olan Şah Veliyyullah' ın eserlerinde
ifadesini buldu. Şah Veliyyullah varolan bütün
gelenekleri birleştirmeye ve bir potada eritmeye çalıştı.
Tasavvuf, Fıkıh, Hadis, Kelam gibi gelenekleri yeni ve
sentezci bir yorumla ifadelendirmeye çalıştı. Yani mezhebi
geleneklere değil "Ümmet'in geleneğine" yaslanmaya
çalıştı. Hicri 5.yy. da Gazali'nin yapmaya
çalıştığını deniyordu. Üstelik hem topyekun geleneğe
yaslanıyor, hem mevcutları sorguluyor, etkili bir diriltme
aracı olarak da siyasi-askeri liderlere mektuplar
yazıyordu.
O'nun öğterisi Seyyid Ahmed'in
elinde bir cihad hareketine dönüştü. Seyyid Ahmet, Şah
Veliyyullah'ın "birleştirici" okulunu biraz Vahhabiliğe
kaydırdı. Veliyyullah'da dengelenmiş olan
gelenekler Seyyid Ahmed'de dönemin şartları gereği
hadis geleneğinin lehine değişti. Ancak Seyyid Ahmed
mücadeleci faaliyetci kişiliği ile "diriltme" misyonunu
ifade etmeye çalıştı. Ordu (örgüt) kurarak asker
topladı. Önce "sih"lerle daha sonra İngilizlerle savaştı.
İngiliz yanlısı ulema fetva yayınlayarak hareketle
ilgilerinin bulunmadığını ilan ettiler. Bu "devrimci-diriltmeci"
faaliyet uzun süre devam etti. Birkaç nesil sonra (1890
lara doğru) etkisini kaybetti ve görünür bir siyasal
iktidara dönüşmeden sadece devrimci bir hamle olarak kaldı.
Uzun soluklu olamadı.
Hind alt kıtası 200 yılımızın
başlarında Bangal'da bir başka "diriltneci- devrimci"
ıslahat hareketi ortaya çıktı. Bu Hacı Şeriatullah
adlı bir Alim-Mütefekkir'di. Şeriatullah Sünni-Şafi
geleneğini esas aldı. "Feraidi" adıyla anılan bir hareket
başlattı. Hareketin sorgulayıcı-diriltici misyonu ağır
basıyordu. Hareket muhtemelen 3 unsurdan oluşuyordu.
1-Hindistan'ın artık Daru'l-İslam
değil, Daru'l-Harb olduğunun ilanı ve İngiliz
aleyhtarlığının açıkça ortaya konması.
2-Köylüler ve işçiler yararına geniş
çaplı bir sosyo-ekonomik reform
3-İslam'ın Hindu fikirlerinden ve
tasavvufi fazlalıklardan arındırılması.
Şeriatullah "Pir" ve "Murid"
kelimelerinin kaldırılarak yerlerine "öğretmen" "öğrenci"
kelimelerinin kullanılması üzerinde bile ısrar etmişti.
Hareket Şeriatullah' tan sonra 1864'te ölen oğlu
Duzu-Muyan tarafından devam ettirildi. Bu hareketin
mensuplarına hala Bangal'de rastlanılmaktadır.
Hindistan’daki diriltmeci
hareketlerin hemen hemen ortak özelliği "İngiliz
aleyhtarlığı" idi. Zira Hindistan'da İngiliz egemenliği
vardı. İngilizler’e karşı olmak bölge hareketlerinin ana
siyasi özelliği olmuştu. 1875 teki ayaklanma
başarısızlıkla sonuçlanınca, Ulema 1876 da şimdiki Deobant
İlahiyat Okulu'nu kurdu. Okul daha çok Şah Veliyyullah
Dehlevi'nin öğretisine dayanıyordu. Mutedil Sünni
Islahat geleneğini devam ettiriyordu. Okulun iki amacı
vardı:
1-İslami İlimleri ve değerleri
koruyacak din adamları yetiştirmek
2-Hindistan'ı İngilizler’den
kurtarmak
Deobant Okulu'nun Şah Veliyyullah'a
dayanan birleştirici geleneğe dayalı, diriltmeci-
sorgulamacı okulu, Seyyid Ahmet kanalıyla sonraları
"Ehli Hadis" diye anılacak hareketi doğurdu. Bunlar tüm
gelenekleri dışlayarak hadis geleneğinin egemenliğini ilan
ediyorlardı. Hadis diğer tüm ilimleri hatta Kur'an'ı bile
kuşatmalıydı. Her şey onun
içinde olmalıydı. Tabi bu akım anti
tezini doğurmakta gecikmedi.. Sonraları modernist eğilimleri
incelerken göreceğimiz gibi Seyyid Ahmet Han'ın "Ehli
Kur'an" ekolü bunlara tepki olarak doğdu. Bunlarda sanki
onlara inat Hadis'i "mezara" gömüyor kökten
reddediyorlardı.
Son 200 yılın bir başka yeniden
canlanma ve dirilme hamleleri Kuzey Afrika bölgesinde
kendini gösterdi. Bunlardan en önemlileri 1837 de ölen
Fas'lı Ahmed ibnu İdris'in geliştirdiği "İdrisi"
hareketidir. O bu yy.daki dirilme hareketlerinin hemen
tamamı gibi Sufi geleneğe yaslanıyordu. Ancak tasavvufu
ıslah etmeye çalışıyordu. İdrisi tarikatı’nın bir kolu
olarak Arabistan'da doğan bu hareket kendine "Tarikatı
Muhammediye" ismini veriyordu. Ahmed, icmayı ve
kıyası reddediyor, ictihadı savunuyordu. İdrisiye hareketi
temelde "sünni çizgiler takip edilerek islah edilen ve
faaliyetçi anlamda yorumlanan sufilik" anlayışının bir
yansımasıydı.
İdrisi hareketi Cezayir, Sudan gibi
ülkelerde yayıldı. Farklı eğilimlere ayrıldı. Rapicilik,
Emirgenlilik, Şemsilik başlıcalararıydı. Bu üç kardeş
tarikatın en önemlisi 1859 da ölen Cezayirli Muhammed
ibnu Ali es-Senusi'nin kurduğu "Senniye" hareketidir.
Senusi tarikatı gerek teşkilatı
gerekse gayesi bakımından bir "sufi ihya" hareketi örneğini
temsil etmektedir. es-Senusi de diğerleri gibi "tasavvuf"
geleneğini esas alıyordu. Ancak onu İbnu Arabi
yorumundan ayıklamayı, daha siyasi-faaliyetci bir zemine
oturtmayı amaçlıyordu. es-Senusi müçtehid olduğunu
da söylüyordu. Hatta o vakitler "fıkıhçı" geleneğin
temsilcisi durumunda olan Ezher'in bir şeyhi tarafından
tekfir bile edilmiştir. Kendi bağımsız kişiliği ile
dikkatleri çeken bu Sufi ıslahatcısı diğer gelenekçilerle
pek anlaşamadı. 184e de Mekke'yi terke mecbur edildi. Öte
yandan Osmanlı hakimiyetini de tanımadı. Senusiler Libya'da
İtalyanlara, Mısır'da İngilizler’e karşı savaştılar. Ancak
İtalyanlar tarafından feci şekilde mağlup edildiler.
İtalyanlar Libya'dan çekilince yeniden canlandılar.
Senusiler Sufi ahlakçılığı'nı esas
almakla beraber militan bir teşkilat yapısıyla da dikkat
çekmektedir. Şimdi bu hareketlerin birbirleriyle
kıyaslamasını yaparak temel karekteristiklerini bulmaya
çalışalım.
1-Bu hareketlerin hemen hepsi "yenilgi
sonrası" hareketlerdir. Yani Batı'nın egemenliğine, İslam
dünyasının üzerine yürümesine tepki özelliği taşırlar.
2-Tabii olarak yenilgiye tepki
gösterme ve çöküşü durdurma anlayışı, "sorgulamayı" ve
yeniden "dirilme" için siyasi karekter kazanmayı öne
çıkarmıştır.
3-Bu dönemde (1800-1900) İslam
dünyasında "tasavvuf" geleneği üstünlüğünü sürdürüyordu.
(Osmanlı himayesiyle de) Dolayısıyla ortaya çıkan
hareketler Vehhabilik gibi "reddi tasavvuf" veya çoğunluklada
"ıslahı tasavvuf" misyonuyla faaliyet göstermişlerdir. Bir
yerde hadisci geleneğin yeni yorumu olan Vahhabi hareketi
dışında hiçbiri tasavvuf geleneğini aşamamıştır.
4-Bütün gelenekleri birleştirme
amacında olan "Şah Veliyyullah Dehlevi" nin
çizgisi ve tasavvuf geleneğini açıkça dışlayan "Vehhabi"
çizgisi dönemin etkili hareketleri olmuşlardır.
5-Vehhabi hareketi dışında diğer
hareketler hep "dış düşman"a karşı savaşmışlardır.
Hindistan’dakiler İngilizler’le, Orta Asya'da Şeyh
Şamil Ruslar’la, Kuzey Afrika’dakiler İtalyan,
İngiliz, Fransızlar’la fiili silahli savaş yapmışlardır.
6-Şah Veliyyullah'ın bütün
gelenekleri bir potada eriterek genel "ümmet geleneği"ne
yaslanırken, Vehhabi hareketi "hadis", diğerleri "tasavvuf"
geleneğinin ıslah ve ihya edilmesine dayanmışlardır.
7-Bu sorgulamacı, diriltmeci
hareketlerdan sadece Vehhabi çizgisi 2.yy.başlarında asıl
amacından saptırılmış bir şekilde devlet olmuş, "Suudi
Arabistan" kurulmuştur. (1925)
8-1800 lü yıllardan 1900 lu yıllara
daha geç dirilmeci (siyasi) ve sorgulamacı misyonlar
aktarmış olan bu hareketlerin bizi ilgilendiren tarafı "gelenek-dirilme-sorgulama"
misyonlarını üzerinde taşıyor olmalarıdır. Bu açıdan
Senusiler tasavvuf geleneğinden ayrılmamışlar, onu
sorgulayıp yeniden diriltme misyonunu ifa etmişlerdir.
Tabii olarak bu, esas gelenek olan "İslam"ın içinde
gelenekçi bir okulun faaliyeti olarak ele alınabilecek bir
durumdur.
Metod ve amaçlar bakımından "diriltmeci"
aynı zamanda "sorgulayıcı" olan başka iki harekette 19. yy.
birinci yarısında Nijerya'da ortaya çıkan Osman don
Fido'nun "Fulani" hareketiyle Sudan'da ortaya çıkan
Mehdici "Cihad" hareketidir. Her iki harekette İslam'ı
yabancı unsurlardan ayıklama ve diriltme programıyla
faaliyete koyulmalarına rağmen resmen "şeriat devleti"
kurmuşlardır. Bu açıdan biraz "vahhabi" hareketine
benzemektedir. Ancak İbnu Abdulvehhab bizzat siyasi
bir lider olmadan mevcut bir emirlik kanalıyla faaliyet
gösterirken hem mehdi hem de Fulani Osman, Hinadi
Seyyid Ahmed'in yaptığı gibi kendi kurdukları şeriat
devletinin başkanları olmuşlardır.
Sudan'da kurduğu devleti "Mehdi"
devleti olarak ilan eden Muhammed Ahmed,
Sünni geleneğe yaslanıyordu. Bu mehdilik iddiası sünni
gelenekteki "ahir zaman" mehdisi olup şii gelenekteki "Mehdi-i
Muntazar"dan biraz farklıdır. Mehdici devlet 14 yıllık bir
yönetimden sonra 1898 de İngiliz-Mısır kuvvetleri
tarafından mağlup edildi ve ezildi. Yeniden sorgulama ve
diriltme misyonunu hareketlerin "Mehdi" esprisi
içindeki değişik bir örneği olan Sudan Mehdi devleti Çağdaş
İslami Hareketlerin bazıları emperyalist oyunlara alet
olmuştur. Nijerya'da Osman don Fido'nun "fulani"
ıslahat hareketi ise İngilizlerin ayak oyunlarıyla 19.yy.
sonlarına doğru çökertilmişlerdir.
Buraya kadar ele alınan düşünce ve
hareketler Çağdaş İslam düşüncesinin tarihi olarak
baktığımız son 200 yılın ilk yy.lardaki hareket ve
düşünceleridir. Şimdi bu gelenekçi çizgiler zayıflamıştır.
Bir çok gözlemciye göre "çağdaş"
devirlerin İslam Tarihi, Batı'nın özellikle 18. ve 19.
yy.dan beri İslam dünyası üzerinde yaptığı tahribin
tarihidir.
Hicri 2. ve 4. yy. a kadar İslam da
bir dizi fikri ve kültürel buhranlar oldu. Bunlardan ilki
ve en önemlisi Helenistik düşünce akımının buhranıydı.
Geniş çapta tercüme edilen Yunan-Helenistik felsefesi
islan dünyasında derin etkiler uyandırdı. Fakat İslam yeni
ceryanları bazen özümseyerek, bazen redderek bazende
kendisi ni onlara uydurarak bütün bu meydan okumaların
üstesinden gelmeyi başardı. Söz konusu bu dönemde
müslümanlar psikolojik bakımdan yenilmez, siyasi bakımdan
duruma hakimdiler.
20. yy.başları ise Müslümanlar için
yenilme ve çökme asrı oldu. Bu yy.ın özelliği çökme ve
dirilmenin birleştiği asır olmasıdır. Yy. ın başları
çökmenin hat safhaya ulaştığı, sonları ise "dirilme
kıvılcımları"nın başladığı dönemler olmuştur. Yüzyılın
başlarında 1.Dünya savaşı ve İslam dünyasının harita
üzerinde karış karış paylaşılması vardır. Sonlarında
(1979) sarsıntılı bir dirilme , bütün bir halkın ayağa
kalkması ile, kesin bir zaferle sonuçlanan "devrimle"
gerçekleşmiştir. Yine bu olayın ardından Sovyetlerin
dağılışı ile birlikte Batı'nın, İslam'ı Doğu’nun
dirilmesine yegane güç olarak görüp "tek düşman" ilan
etmesi vardır. Bu durum nihai bir İslam-Batı
hesaplaşmasına doğru gitmektedir. 2000 li yıllar bu
hesabın görüleceği günlere gebe görünüyor.
Yüzyılın başlarında ele aldığımız
dönemin (son 200 yıl) ortalarına dönelim.
Yukarıda ele aldığımız hareket ve
düşüncelerde koruma(gelenek), diriltme (radikalizm) ve
sorgulama-yenileme (modernizm) temalarının 3 eğilimin
üçünüde görmekle birlikte koruma (gelenek) birinci,
sorgulama ikinci, diriltme vurgusu üçüncü sıradadır. Örneğin
Sufi hareketler aslında tasavvuf geleneğine sıkı sıkıya bağlı
kalmışlardır ancak bunu sorgulamışlar ve diriltmek için
siyasi çabalar ortaya kotmuşlardır. Vehhabi hareketi aynı
şekilde tasavvuf ve fıkıh geleneğinin kurumları olan
Tatrkat ve mezhebleri sorgulamış, dışlamış ve fakat hadis
geleneğine sıkı sıkıya bağlı kalmış onu yeniden
yorumlayarak diriltmek için siyasi çıkışlar yapmışlardır.
Gelenek- radikalizm- modernizm
sıralamasında dönemin sonlarına doğru kantarın ucu
modernizme kadar kaymıştır.
Dönemin sonlarında ise radikalizm(
dirilme) temasının ağırlıklı olduğu kareketler
sözkonusudur. Aslında bu günümüze kadar uzanan bir süreç
olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu durupta Efgani, Abduh,
İhvan, Mevdudi, İran Devrimi vs. vardır.
Bunlar varolan islam’ı esasa
almışlar, onu sorgulamayı ikinci derecede önemli
görmüşlerdir. Bunları merkeze alarak tahlil edecek olursak
sorgulamayı tamamen bırakanlar gelenekçi kanada, büsbütün
sorgulamaya yönelenler de modernizm’e kaymışlardır.
Sorgulama ve diriltme misyonundan kopan gelenekçilik
iyiden iyiye gericiliğe dönüşürken, gelenek ve diriltme
misyonundan kopan sorgulama mantığı da giderek formu
yenileme anlamında modernizm’e dönüşmüştür.
Efgani- Abduh- R.Rıza çizgisi
aslında Modernist değil Radikalizm ağırlıklı gelenek
çizgisidir. Zira bunlar muhafazakar İslam'ı yorumlayarak
canlandırma ve ona dayanma yolunu seçmişlerdir. Halbuki
bir sonraki bölümde geleceği gibi S.A.Han'ın
modernist çizgisi geleneği sorgulayıp canlandırma değil "tabiata
uydurma" kıstası ile "yenileme" dir. Dinin varolan "form"unu
diriltme ile onu yenileme (re-form) ve bozma (de-form)
tabili ayrı şeylerdir.
1897 de vefat eden C. Efgani'nin
asıl vurgusu İslam'ı yenilgiden kurtararak" diriltme" dir.
O’nun nihai gayesi İslam dünyası’nı Batı'nın karşısında
siyasi bakımdan güçlü kılmaktı. Fakat bu onun sorgulamacı
anlayışının olmadığı anlamına gelmiyordu. Bir taraftan
varolanı sorguluyor, sorgulamayı daha çok Batı'nın
ilerlemesine neden olarak gördüğü "akıl ve ilim" etrafında
şekillendiriyordu. O’na göre Müslümanlar bunu yeterince
kullanamamışlardı. Esasında akıl ve bilim İslam'a ters
şeyler değildi. Bunlar Batı'dan alınmalıydı. Görüldüğü
gibi Efgani, yenilgiden kurtuluğu Müslümanların "yitik
malı" olarak gördüğü "akıl be ilim"i geri almayla
açıklamaktadır.
1905'te vefat eden Mısırlı Ezher
Şeyhi Muhammed Abduh ise Efgani'nin
söylemini ıspat etmeye çalıştı. "Akıl ve ilim"i şeri
ilimlere taşıdı. İslam'ı daha çok bu açıdan yorumladı. Bu
"akılcı" ekol İslami geleneğin yabancı olduğu bir durum
değildi. Tarih boyunca daima "akılcı", "nakilci", "kalbci"
ekoller cedelleşegelmişlerdir. Abduh "akılcı"
ekolün çağdaş bir yorumcusu olmuştur. Sorgulamasını
yenileme (modernite) düzeyine çıkarmamıştır. Genel olarak
varolan İslami geleneği yeniden "ifadelendirme" yolunu
tutmuştur. Abduh, S. Ahmed Han ile kıyaslandığında
geleneğe daha bağlı görünmektedir. Bu nedenle S.Ahmed
Han'ı Modernist ekolde, Abduh'u Radikal ekolde
ele aldık. Tabii Radikalizm ile Modernizm arasında keskin
bir sınırda bulunmaktadır. Bazen birbirine geçmeler,
etkilenmeler oluyor. Fakat bu "asıl mantık" devamlılık
arzediyor.
Arabistan'daki Vahhabilik ekolü
nasılki hadis geleneğine yaslanmışsa, Mısır'daki
Abduh-R.Rıda ekolü de tefsir geleneğine yaslanmıştır.
Nitekim bu ekolün bir ürünü olarak başkaynak Abduh'un
başlatıp R.Rıza'nın devam ettirdiği "Tefsiri Menar"
adlı tefsir kitabıdır.
1926 yılında Hasan el-Benna
tarafından kurulan İhvan el-Müslimin Teşkilatı, İslami
Radikalizm'in en tipik örneklerinden birini telkil eder.
İhvan, aslında siyasi bir teşkilattır. Bırakalım mezhebi
gelenekleri, tümden İslami geleneklerin yok edildiği bir
dönemde ana islami geleneği diriltme misyonu ile ortaya
çıkmıştır. İhvan'ın gelenekler arasında kabaca "sünni"
geleneğe yaslandığı söylenebilir. Ancak sufi mi, hadisci
mi, fıkıhçı mı olduğu tam net değildir. Zira "din" in
ortada olmadığı bir dönemin ihyacısı olma özelliği ve
el-Benna'nın uzun süre yaşayamayışı ve belki de
Dehlevi gibi "topyekün " bir dirilme misyonu O’nu bu
konuda genel seviyede bırakmıştır.
Dönemin tüm hareket ve düşünceleri
gibi İhvan'da "siyasi" diriltmeci karekteriyle öne
çıkmaktadır. Bunun en doruk noktası S. Kutub
çizgisidir. Fizilal bir ilmi tefsir olmaktan ziyade "siyasi"
yönü ağırlıklı diriltme misyonunu "devrimci" bir tarzda
ele alan Kur'an yorumudur. Bu noktada S. Kutub'un
Kur'an'a vurgu yapmakla topyekun ümmetin geleneğine
yaslanmıştır diyebiliriz. Ayrıca O'nun mezhebi
geleneklerden birinin katı bir savunucusu olduğu veya
varolan gelenekleri veya dini Modernist bir tarzda
yenileyip-sorguladığı görülmemiştir. O, varolan geleneği "siyasi"
bir ruhla diriltmeye çalışan bir İslami hareket"
ideologudur.
Mısır'da ortaya çıkan çağdaş İslami hareketler
mezhebi geleneklerle olan ilişkşlerini zamanla ortaya
çıkarmışlardır. Nasıl ki Hindistan'da Dehlevi'nin
yorumunu esas alan Deoband Okulu zamanla "Ehli Hadis" ve "Ehli
Kur'an" ekollerinin kaynağı olmuşsa , aynı şeyi Mısır'da
da Efgani-Abduh Okulu yapmıştır. Genel bir
değerlendirme ile Mısır'daki diriltmeci (radikal)
eğilimlerin daha baskın olduğunu söyleyebiliriz. Örneğin
Hindistan'daki "Ehli Hadis" ve ona tepki olarak doğan "Ehli
Kur'an" ekolleri gelenekçi ve sorgulamacı eğilimlerin
tipik örnekleridir. Öte yandan Mısır'daki "Cihad" Hareketi
de diriltmeci eğilimin tipik örneğidir.
20. yy.ın Hind Pakistan'daki Çağdaş islam
düşüncesi’nin önemli hareketlerinden birisi de Mevdudi'nin
Cemaat-ı İslami'sidir. Cemaat 1941'de Mevdudi
tarafından kurulmuş, 1947 de Pakistan'ın kurulmasından
sonra çalışmalarını burada yürütmüştür. Bu haliyle hareket
50 küsür yıllık bir geçmişe sahiptir. Mevdudi 1979
yılında vefat etti.
Mevdudi, Hint- Pakistan bölgesinin temel
Çağdaş İslami düşünce geleneğinin kaynağı olan Şah
Veliyullah Dehlevi ve Deoband Okulu'nun devamcısı
gibidir. Ancak Dehlevi'nin Tasavvuf-Fıkıh-Hadis
gelenekleri eksenindeki birleştirici misyonu Mevdudi'de
bu kadar geniş değildir. Örneğin Mevdudi Tasavvuf'a
pek rağbet etmemiştir. Ayrıca dönem olarak Mevdudi
ümmetin tamamen "siyasal yokoluş" sürecine girdiği
zamanlarda yaşamıştır. Bu açıdan O’nda, İslam'ı temelden
ele alarak "sıfırdan" başlama eğilimi göze çarpar. o "Dört
Terim" diye ifade ettiği "ilah-rabb- ibadet- din" gibi
İslam'ın "temel" ilkelerini yeniden ifadelendirme ve
yorumlamaya çalışmıştır. Bir yerde dini Modernizme etme
değil, çağın insanının anlayacağı tarzda "yeniden
ifadelendirme" sözkonusudur. Dolayısıyla Mevdudi"nin
varolanı koruma eğilimiyle birlikte sorgulamacı yönü de
vardır. Ancak korumacı eğilimi bir mezhebi geleneğin katı
devamcısı şeklinde ortaya çıkmamıştır. Yine O’nun
diriltmeci yönü "devrimci" değil "demokratik" metodla
kendini göstermiştir. Aynı şekilde sorgulamacı yönü de
"Modernist" değil "klasik ıslahatçılık" boyutundadır.
Nitekim Mevdudi'nin bu yönlerini hem
gelenekçi Ehli Hadisçiler’e, hem de Modernist S.Ahmed
Han'ın Ehli Kur'ancılığına karşı çıkışı göstermektedir.
Ayrıca Modernist Ekol’un S.A.Han'dan daha farklı
yorumcusu Fazlurrahman ile de anlaşamamıştır.
Mevdudi'nin Fazlurrahman'a yaptığı Cemaata
katılma teklifi geri çevrilmiştir.
Çağdaş İslami Hareket olarak Mevdudi ve
Cemaatı İslami, temel aldığımız koruma-diriltme-sorgulama
misyonlarını değişik ağırlıktaki renklerle bünyesinde
toplamış görünmektedir. O’nda bir yandan Hadis'i, peçeyi,
vahyi gayri metluv'u savunduğu diğer yandan farklı bir
Mehdi yorumu, "inşikakı sadr"a getirdiği farklı
yaklaşım, temel kavramların alışılmışın dışında
yorumlayışını görürsünüz. Keza o düşüncesini iktidar
yapmak için cemaat kurmuş, diriltme misyonuna soyunmuş
ancak bunun için seçim yolunu seçmiştir. Bundada 40 yıldır
görünür bir başarı elde edememiştir.
Gelelim İmam Humeyni'nin- Ali Şeriati'nin
İran'ına. İran devrimi de İhvan ve Cemaat-i İslami gibi
her üç misyonu da üzerinde taşır. Devrim bir yandan "şia"
geleneğine sırtını vermiştir. Ancak bu geleneği sorgulamış
ve yeni bir yorumla (velayeti fakih) diriltmiştir.
Diriltme "devrimci" bir metodla gerçekleşmiştir.
Devrimde baskın olan ögeler önce diriltme (radikalizm)
sonra koruma (gelenekçilik) ve son olarak ta sorgulama(
klasik ıslahatçılık) dır.
Devrim neyi korumuştur? Önce genel olarak "İslami
Geleneği" tabiki. Bunun yanısıra devrim "şia geleneğine "
de yaslanmıştır. Bu, "dini bir devrimin" "mezhebi" rengini
de gösterir.
Devrim öncelikle din temelinde bütün bir ümmetin
çöküşünü sorgulamış, sonra da mezheb temelinde şia'yı
sorgulamıştır. Bunlar siyasal bir devrimi ve "Velayeti
Fakih" teorisini getirmiştir.
Buna göre ümmet "Muhammedi İslam"a gereğince sahip
çıkmadığı için gerilemiş ve çökmüştür. Çare bunu yeniden
canlandırıp diriltmektir. Bu da Hz. Hüseyin gibi "kıyam"
ederk, zalimlari alaşağı ederek gerçekleşecektir. Öte
yandan Şia'nın "Mehdi"yi beklemesi de gerekmemekte,
varolan fakihlerin birisinin toplumun velayetini eline
alarak "İslami Hükümeti" kurması gerekmektedir. Bu
Mehdi’ye ortam hazırlamak anlamına gelecektir.
Devrim "mehdiyet" düşüncesiyle geleneğini, "velayeti
fakih" düşüncesi ile sorgulayıcılığını, "Inkılabı İslami"
hedefi ile de diriltmeci-radikal yönünü ortaya koymaktadır.
Devrimin liderleri arasında da bu eğilimler farklı
tonlardadır. Öncelikle Humeyni'nin "Usuli" ekolunda
sorgulama mantığı önemlidir. Bu yönüyle o, "Ahbari"lerin
mutlak korumacı gelenekçilerinden ayrılmakyadır. Sünni
gelenekteki "Ehli Rey-Ehli Hadis" ayrımı Şia geleneğinde "usuli-ahbari"
şeklinde tezahür etmiş gibidir. Usuliler daha çok içtihada,
yeni meselelerin yorumlanmasına, geçmişin ayıklanmasına
ağırlık verirken Ahbariler geleneği ne pahasına olursa
olsun korumuşlardır. Sorgulamada İmam Humeyni, Beheşti'den
de Mutahhari'den de ileridedir. Ali Şeriati
ise hepsinden daha sorgulamacı görünmektedir. Hamaney
ve Rafsancani ise daha çok "siyasi aktivist"
özellikleri ile öne çıkmaktadır. Nitekim Hamaney'in
"tevhid" yorumu ile Seyyid Kutub'un Fizilal'deki
yorumları büyük paralellik arzetmektedir. Fakat hepsi de
temel Şia geleneğinden kopmamışlardır.
Sorgulamada en ileri giden Ali Şeriati bile
nihayetinde Şia geleneğinin "klasik ıslahatçısı"
konumundadır. O’nun en büyük başarısı İslam-şia geleneğini
çok başarılı bir şekilde Doğu , Batı dinleri ile ve
ideolojileriyle kıyaslayarak çağdaş bir islami düşünce
sistemi geliştirirebilmesidir. Şeriati, İslam-Şia
geleneğinin tepeden tırnağa yeniden ifadelendirilmeye
girişmiş bu yolda epeyce konuşmuş, yazmış, eserler ortaya
koymuştur. Şeriati'nin , Ali, Şia, Ebu Zerr
vb. vurguları geleneğin içinde sıkışıp kalırken,
sosyoloji, toplum, kültür, ideoloji, aydın gibi kavramları
, Fir'avn, Bel'am, Hallac, Yunus , Mevlana, Hüseyin,
Marks, Hegel, Konfiçyüs, Gandhi gibi
tipolojileri müthiş bir kıyaslamacı ufku olduğunu
göstermektedir.
Beheşti devrimin sorgulamacı yönünü anlamada
en çarpıcı örneklerden birini teşkil etmektedir.
Beheşti sorgulamada Kur'an merkezli bir metod önerir.
Hatta Kafi'nin bile Kur'an'ın süzgecinden
geçirilmesi gerektiğini söylemektedir. Bu açıdan o bu
noktada Humeyni'den bile öndedir diyebiliriz. Ancak
Takdiri İlahi devrimden hemen sonra şehid olmuştur.
Yaşasaydı belkide devrime, çağdaş İslam düşüncesine
katkıları daha değişik olabilecekti.
Devrimin en çarpıcı misyonu varolanı diriltme
alanında olmuştur. Bu, onun Radikalizm yönünden öne
çıkmasına ve hatta bu işin "babası" konumuna gelmesine
neden olmuştur. Şu anda İslami Radikalizmin merkez üssü
olarak İran görülmektedir.
Biz daha başlangıçta Radikalizmi diriltme olarak
ele aldık ve 3 ana eğilimde fade ettik. Bunlar "devrimci"
"demokratik", sivil toplumcu" yaklaşımlardır. Sonuncusu
ilk ikisine tepki olarak doğmuştur. Ancak
onda da varolanı diriltme misyonu sözkonusudur.
Burada İran devrimi, Çağdaş İslam
düşüncesinin dirltmeci misyonundan devrimci tarzda ortaya
çıkışını temsil etmektedir. Diriltmeci Radikalizmin
demeokratik versiyonunu temsil eden Pakistan Cemaati
İslami'si, Cezayir'in FIS'i, Türkiye'nin Refah'ı, Mısır'ın
ve Ürdün'ün İhvan'ı ise adeta yenilgi üstüne yenilgilerle
diğer modeller olarak karşımızda durmaktadır. Bu durumda
yenilginin galibiyete, başarısızın başarılıya göre kendine
çeki düzen vermesi, işi yeniden düşünmesi kaçınılmazdır.
Zira Çağdaş İslami hareketler birbirlerine karşı "sağır ve
kör" olmamakla tekamül edebilirler.
Varolanı diriltme eğiliminde olan
bir başka anlayış çizgisi de özellikle "eski Radikal"
islamcı aydınlardan bazılarında görülen "sivil toplumcu"
yaklaşımlardır.
Bu tür yaklaşım daha çok
diriltmeciliğin devrimci ve demokratik yöntemlerle de olsa
"siyasal iktidar" ve "devlet vurgusu"nu ağırlıklı biçimde
kullanmasına tepki olarak gelişmektedir.
Sivil toplumculuğun esas kaynağı
Batı’daki modern devlet aygıtının konumudur. Esasında her
dünya görüşünden insanların "devlet" aygıtının her şeye
karışmaması, küçültülmesi, ideolojiden arındırılması
vb.gibi düşüncelere sahip olması onu bu tür bir konuma
getirebilir. Bunun için bir ideolojiye sahip olmakta
gerekmez.
Bizim bu anlayışı
"diriltmeci-radikalizm" kategorisine dahil etmemiz
şundandır: Bir defa bu anlayış varolanı diriltmek
istemektdir. Varolanı mutlak koruma ve sorgulamaya pek
yanaşmamaktadır. Sadece gelenekselciliğin "devlet
anlayışını" sorgulamaktadır. Bu da onun sorgulamacı
yönünün ağırlıklı olduğu anlamına gelmez. Üstelik
bu sorgulama geneldir. Yani laikte, marsitte aynı
sorgulamayı kendi dünya görüşü için yapmaktadır. "Devleti
küçültmek" son yılların moda deyimi haline gelmiştir. Yine
de sivil toplumculukta bu yönüyle sorgulama misyonunun
varlığı kabul edilebilir.
Sivil toplumculuk ele aldığımız diriltmeci
eğilimleri ikiye ayırmaktadır. Resmi
(politik) islam, sivil islam. Bizim devrimci ve demokratik
diriltmecilik (radikalizm) dediğimiz iki anlayışı
resmi-politik sınıfına koymakta ve asıl dirilme için
toplumun resmi politik olmayan sivil ögelerini
önermektedir. "Devlet ve siyasal iktidarı ele geçirme"
vurgusu yerine "sivil toplum örgütleri" almaktadır.
Yani yine diriltmeci bir misyon var.
Fakat alanlar farklılık arzediyor. Devrimci ve
demokratik diriltmeciliğin hedef gösterdiği merkezi devlet
otoritesi, sivil diriltmecilikte önemini kaybediyor. Hedef
olarak toplumun daha sivil kesimleri gösteriliyor.
Öte yandan resmi politik islam’ın devleti ele
geçirme faaliyetinden vakit bulamadığı "alternatif
projeler üretme" işini sivilcilik üzerine alıyor. Kendine
bu misyonu biçiyor. Devrimci veya demokratik çalışmaların
dışında kalarak "teorik" çalışmalara yöneliyor. Böylece
boşluğu dolduruyor. Burada önemli olan bu anlayışın
"diriltmeci misyona" girdiğidir. Zira o da varolanı
"alternatif" göstererek sivil kesimlere yönelerek
diriltmek istiyor. Alternatif projeler üretirken biraz da
sorgulama yapıyor. Biryerde geçmiş geleneğe yaslamıyor,
onu modern dünyanın anlayacağı biçimde ifadelendirmek
istiyor. Bu açıdan onu Çağdaş islam düşüncesinin
diriltmeci ve demokratik faaliyetçiliğin fiilen dışında
olmasına rağmen sivil toplumculuk, zamanla "fiili durum"la
krşı karşıya geldiğinde ikisinden birinin bünyesinde
yeralmak zorunda kalacaktır.
Buraya kadar varolanı diriltmeci misyonun ifadesi
olan İslami Radikalizmi, son 200 yy.ın 2.yy.ı
(1900-1990'lar) arasındaki çağdaş İslami oluşumları ele
almaya çalıştık... Şimdi bunlardan çıkan sonuçları
sıralayalım.
1-Bu hareketler yenilgi sonrası özelliğinin yanısıra
çöküş sonrası hareketlerdir.
2-Tabii olarak çöküş psikolojisi yeniden diriltme
misyonu, o da siyasi özelliklerine öne çıkarmıştır.
3-Bu dönemde genel olarak sünni gelenek zayıflamış,
özellikle tasavvuf geleneği ağır darbeler yemişti. Öte
yandan Şia geleneği gücünü nisbeten korumuştu. İran
devrimi bu geleneğe yaslanırken, Sünni dünyadaki
hareketler işe adeta sıfırdan başlamaya mecbur kalmıştır.
Cemaati İslami, İhvan, Nurculuk, Refah, Radikal İslamcılık
vs. yeni tarz ve stillerle ortaya çıktı.
4-Yine bu dönemde İslam dünyasında 40 kadar ülke
ortaya çıktı. Batılılar İslam dünyasından çekiliyor gibi
görünerek yerlerini yerli Batılılar’a bıraktılar.
5-Batı'ya ilk ciddi tepki 1979 da İran'dan geldi.
Batı ilk defa "pılıpırtısını" toplayarak bir islam
toprağından çekilmeye mecbur kaldı. Batılılar fiilen
Fransız devrimi’nden sonra (1789) Mısır'dan girdikleri
İslam dünyasında, İran'dan (1979) çıkmak zorunda kaldılar.
Bu fiili giriş ve çıkış 200 küsür yıl sürmüştü. Ancak İran
bunun tek örneğiydi. Doğu’nun uyanışı ve Batı'nın ricatı
belki de 2000 li yılların tarihini oluşturacaktır.
6-Bu düşünce ve hareketlerde baskın olan tema
diriltmeci radikalizm'dir. Varolanı diriltmekle düşmanı
kovmak, kendini yeniden güçlü yapmak... Bu açıdan bu
düşünce varolanı sorgulama ve yenileme eğiliminin ağır
bastığı düşüncelerden ayrılır. Bu, Radikalizm ile
Modernizmin karşı karşıya geldiği noktadır.
7-Bu hareketlerde etkili olan bölgeler Suud, Mısır,
Pakistan, İran'dır. Bu dörtlü çekim merkezi yy.ın Çağdaş
islami Hareket ve düşüncelerini etkilemiş ve etkilemeye
devam etmektedir.
8-Radikal diriltmeciliğin devrimci ve demokratik
yöntemlerinin "siyasal iktidarı ele geçirme" vurgusuna
tepki olarak kimi İslamcılar’da "sivillik" yönelişleri
başgöstermiştir. Ancak bu varolanı hangi yolla olursa
olsun "diriltme" amacında olduğu müddetçe bu kategoride
değerlendirilmelidir.
Var-Olanı Sorgulama-Yenileme:Modern
İslam:
Bu başlıkta daha çok varolan islamı
sorgulamaya-yenileme eğiliminin ağırlıklı olduğu düşünce
ve hareketleri değerlendireceğiz.
Aslında az veya çok tüm çağdaş
islami hareket ve düşüncelerde " sorgulama" eğilimi
olagelmiştir. Ancak bu sorgulamacı eğilimleri ayrı bir
başlık altında ele alabilmek için onların "klasik
ıslahatcı" özelliğinden daha da ileri giderek "
sorgulayarak yenileme" noktasına ulaşması gerekiyordu.
Ayrıca diriltmeci misyonların kopması bu tür düşünceleri
"Modernist" kategorisine sokmamıza neden olmuştur.
Bu bölümde 3 ana şahsiyet üzerinde
duracağız. Seyyid Ahmed Han, Fazlurrahman
ve Roger Garaudy. Bunlardan ilki bir islam
ülkesinde doğmuş büyümüştür. İkincisi islam ülkesinde
doğmuş Batı’da ölmüştür. Üçüncüsü de Batı’da doğmuş,
büyümüş ve orada müslüman olmuştur. Bunların ortak
özelliği geleneği köklü bir şekilde sorgulamaları ve
reform derecesine varacak yenilik arayışlarıdır. Bunu
çöküşün-gerileyişin önüne geçmek için yapmak
istemektedirler. Varolan İslam sorgulanmadığı için
müslümanların geri kaldığına inanmaktadırlar.
S.Ahmet Han (1817-1898)
İslam’ın akılla uzlaştığı görüşünü Abduh'la
paylaşıyor, ancak meseleyi bu noktada bırakmıyordu.
Abduh'un imanla aklın farklı alanlarda faaliyet
göstermelerine rağmen çatışmadıkları hakkındaki görüşünü
S.A.Han açıkça dille getirmediği gibi zımmen'de
reddediyordu. 19. yy. Avrupa'nın akılcılığından ve Tabiat
Felsefesi'nden büyük ölçüde etkilenen S.A.Han 1867
de İngiltere'yi ziyaret etti. İnanç sistemlerinin
mahiyetlerini değerlendirmek için "tabiata uyma" diye
adlandırdığı bir ölçü ortaya attı ve İslam'ın bu ilkelere
göre doğrulandığı sonucuna vardı. O’na göre akıl en önemli
standarttı. O, islamı yorumlarken modernite ile İslamı
kaynaştırmak istemekte, bunu yaparken de muhafazakar
İslami yorumu canlandırma ve ona dayanma yerine (Abduh
böyle yapmıştı) Felsefe geleneğine dayanma yolunu seçti.
Böylece o, tabiat kanunlarının bağımsızlığını ortaya
koymak gayesiyle mucizeyi inkar etmekle kalmadı, felsefe
geleneğinin "sudur teorisi"ni düzelterek Allah'ı ilk sebeb
olarak tasvir etti. Hareket noktası bir tür Batı
akılcılığı olduğundan, varılan sonuç İslam'ın yeniden
ifade edilmesi değil, şahsi açıdan yorumlanmasıdır. Burada
Felsefe geleneği takip edilerek İslam’ın yeniden ifade
edilmesi değil, İslamla bir takım fikirlerin
kaynaştırılması yoluna gidilmiştir.
S.A.Han ile Abduh
kıyaslaması bize klasik sorgulamacılık ile Modernist
sorgulamacılığın ayrıştığı noktayı verecektir. Abduh
da, S.A. Han da "akılcılığı" esas alırlar.
Ancak Abduh'un akılcılığı daha çok mutezili bir
görünüm arzederken diğerinin ki Batı akılcılığıdır. Bu
nedenle birisi daha çok tefsir-Kur'an geleneğine dayanmış,
diğeri felsefe geleneğine dayanarak temel gelenekten kopma
ile yüzyüze gelmiştir.
Abduh'un akılcılığı mucizeyi
kabul edip kerameti yumuşak bir tavırla kabul etmezken,
S. A. Han'ın akılcılığı akla uymayı gerekcesiyle
mucizeyi de, kerameti de reddetmektedir. S.A. Han
önceleri klasik ıslahatçıların yaptığı gibi sahih ile
sahih olmayan hadislerin ayrılması üzerinde ısrarla durdu.
Fakat daha sonra tıpkı Modernist çağdaşı Çerağ Ali
gibi hadisi kökten reddetti. Bu Hind alt kıtası’nda kalıcı
bir miras olarak devam etti. Bu bölgede kendilerine "Ehli
Kur'an" diyen ve hadisi kökten reddeden bir grup ortaya
çıktı. Öte yandan M. Abduh sadece Müslümanların
üzerinde ittifak ettikleri hadislerin kabul edilmesi
gerektiğini söylüyordu. Böylece O, sünnet ve onun
yansıması olan hadisi temelde kabul ediyor fakat
mütevatir( veya üzerinde icma olan) ehad ya da sahih-sahih
olmayan diye ayrımlara tabi tutuyordu. İşte bu noktalar
klasik ile modernist sorgulamacılığın ayrıştığı
noktalardı.
Klasik ve Modernist sorgulamacılık
çağdaş islamın tarihi’nde iki ayrı gelişmeye neden oldu.
Klasik sorgulamacılık çağdaş islam düşüncesi’ne önceki
yüzyılların bir mirası olarak gelmiş, Batı yenilgisiyle
birlikte tekrar atağa kalkmıştı. Bu tür sorgulama mantığı
Batı akılcılığına karşı temkinli davranıyordu. Ancak öte
yandan varolan gelenekçiliğide eleştiriyor, sorguluyordu.
Modernist sorgulama mantığı ise temelde Batıcı’ydı. Batı
akılcılığının aslında İslam'ın malı olduğunu, onu
"çalınmış hikmet" olarak görüyordu. Ancak Batı'nın sekuler
akılcılığı ne derece çalınmış hikmet’ti? Bunun cevabını
pek düşünmeyen Modernist sorgulamacılar S.A. Han
örneğinde olduğu gibi akla uymadığı gerekçesiyle işi
mucizeyi bile inkara kadar götürmüşlerdi.
Klasik sorgulamacılık Abduh'tan
sonra talebesi Suriye'li Reşid Rıda (1935)
"Selefiye" hareketiyle gelişti. Arabistan'daki Vehhabilik
klasik sorgulamacılığı olan bir hareketti. Ancak O’nun
sorgulama mantığı Kur'an-Akıl'dan ziyade Kur'an-Hadis
temelinde gelişmişti.
Çağdaş İslam düşüncesi’nin bu iki
ayrışımı bir yanda giderek sorgulamacı-diriltmeci
özelliklere dönüşürken diğer yanda Modernist-laiklik
mecrasına kadar vardı. Klasik sorgulamacı mantık Mısır'da
Abduh, R.Rıza, Ferid Vecdi, Selefilik, İhvan
kollarıyla, Pakistan'da Mevdudi, Hindistan'da
Ekber Allahabadi (1921) Şibli Numani
(1914), Ebu'l-Kelam Azad (1959) gibi şahsiyetlerin
savunmalarıyla zaman zaman diriltmeci görünümlerle devam
etti.
Öte yandan Modernist sorgulamacılık,
S.A.Han'ın Hindistan'daki Aligarh Kolejini kendisine
üs edinmişti. Mısır'da Ali Abdurrazık, Taha Hüseyin
siyasi modernizmin, Hindistan'da Seyyit Emir Ali
sosyal modernizmin ateşli savunucularıydılar. Modernist
sorgulamacılık Mısırlı Ali Abdurrazık ve Taha
Hüseyin'de doruk noktasına ulaşmıştı. Bunlar "laik
devlet" görüşünü savunuyorlar bununla beraber İslam'a
inandıklarını da söylüyorlardı. Ancak bir nevi İslam'ı
sorgulamak adına yıkmak anlamına gelen bu laik modernizm
Türki...
Modern sorgulamacılığın başı "akıl"
kriteriyle islam'ı çağa uydurma ieklinde S.A.Han
ile başlamış Osmanlının ülkesinde son noktasına ulaşarak
islam'ın siyasi, iktisadi, sosyal kurumlarını, modernizme
ayak uyduramadığı gerekçesiyle tamamen dışlanmıştır. Bu
iki nokta (Akılcı sorgulamacılık- laik sorgulamacılık)
arasındaki değişik modernist sorgulama mantıkları daima
İslam'ın "sınır boylarında" dolaşmışlardır.
Klasik ile modernist
sorgulamacılığın sentezi Pakistanlı Şair-Filozof M.
İkbal'de birleşmiş gibidir. İkbal Batılılara ve
batılılaşmış müslümanlara hitap ederken aklın rolünü
asgariye indirir, hatta onu yerer. Fakat Batı'nın ilim ve
akılcılığını almalarını istediği müslümanlara hitap
ederken de aklın önemi üzerinde durur.
İkbal'in "İslam'da Dini
Düşüncenin Yeniden Kuruluşu" adlı eserinden de
anlaşılacağı gibi, bir yeniden "sorgulama ve dirilme"
çağrısı yapılmaktadır. İkbal'in faaliyetciliğe ve
dinamizme verdiği önem O’nu zamanla Modernist
sorgulamacılıktan ayırmıştır. Son tahlinde İkbal
klasik dirilmenin seçkin simalarından birisi olarak
algılanmıştır.
Klasik ve modern sorgulamacılığın
sentezini oluşturma iddiasında olan bir başka müslüman
düşünür ve filozof da Fazlurrahman'dır. 1988 gibi
çok yakın bir zamanda vefat eden Fazlurrahman'ın
"İslam" adlı eseri baştan sona bu gayretin bir ürünü
gibidir.
Fazlurrahman, klasik
sorgulamacılığı, "temelcilik", "yeni ihyacılık",
"fundamentalizm" olarak adlandırırken Modernist
sorgulamacılığı "Batıcılık" olarak yaftalamaktadır. O’na
göre en uygunu planı "Çağdaşlık"tır.
Fazlurrahman klasik ve
Modernist sorgulamacılığın birleştirilmesi için uğraştığı
halde çoğu halde Modernist sorgulamacılığa meyletmektedir.
Ancak S. Ahmet Han'ın eleştirmesi O’na,
Modernist sorgulamacı sıfatını vermemize engel olmaktadır.
Fazlurrahman "sorgulamacı
mantığın" mükemmel bir tipoloji oluşturur. "İslam" adlı
eseri tamamen bu işe hasredilmiştir. Hz. Muhammed,
Kur'an, Hadis, Fıkıh, İslam Hukuku, Şeriat, Felsefe,
Tasavvuf, Eğitim, Akaid, Şia, Sünnilik vb. temel İslami
kavram kurum ve olayları sorgular. Sorgulamasını "Ortaçağ"
İslam düşüncesi diye adlandırdığı 1000-1300 yıllık uzun
dönemi hedef seçerek geliştirir.
Fazlurrahman'ın sorgulamadan
muaf tuttuğu yön Kur'an'ın dini-ahlaki yüce amaçlarıdır.
Ayrıca sünnet'in bir yansıması olarak tarif ettiği
hadislerin, "ibadi olan"larına (namaz, oruç, hac vb.) ve
Hz. Peygamber'in siyerle sabit biyografisine dokunmaz. Bu
konuda varolan geleneğe dayanır. Ancak bunun dışındaki
bütün gelenekler sorgulanabilir.
Fazlurrahman değişmeyen
"temel gelenek" olarak gördüğü (Kur'an'ın dini ahlaki
değerler- taabbudi hadisler ve biyografik siyer) alan
dışında Kur'an'ın temel amaçları ( Makasıtu'ş-Şeria)
ışığında yeni düzenlemeler yapılabileceğini savunur.
Örneğin kölelik yasaklanmalı, tek evlilik kuralı
konulmalıdır. Çünkü O’na göre zaten Kur'an bunları yapmak
istiyordu. Kölelerin sürekli azad edilmesinin istenmesi,
sayısı belirsiz evliliğin dörde indirilişi bununla adalet
şartına bağlanması, üstelik tek eşliliğin tavsiye edilmesi
bunu göstermektedir. Ayrıca sünnet, hadis, vahiy , aile
hukuku, boşanma, aile planlaması, zekat, faiz vb.
konulardaki farklı yaklaşımları onun "Munkiri sünnet" ve
hatta "munkiri Kur'an" diye yaftalanmasına sebeb olmuştur.
Oysa Fazlurrahman, Kur'an ve Sünnet münkeri
değildir. Kitaplarından anlaşıldığına göre o Kur'an ve
sünneti modern dünyada yeniden ifadelendirmeye çalışan
kendi değimiyle Modernist-çağdaş bir yorumcudur.
Pakistan kurulduktan sonra 1958'de
darbe ile işbaşına gelen Eyup Han'ın danışmanlığını
yapmış, anayasa ve devleti Kur'an ve Sünnet'e uydurmak
için teoriler üretmekle görevli "İslami Araştırmalar
Merkezi"nin başkanlığını üstlenmiştir. Ancak uygulamaları
ve fetvaları kendi değimiyle Mevdudi'nin de dahil
olduğu "tutucular" tarafından tepkiyle karşılanmıştır. O
da daha fazla dayanamayarak Pakistan'ı terk edip Batı'ya
yerleşmiştir.
Fazlurrahman'ın sorgulamacı
metodolojisi biraz Ebu Hanife'nin "Rey " ekolüne
benzemektedir. Yani Kur'an'a ağırlık verme, hadis
konusunda temkinli tutum, akli muhakemeye ağırlık verme,
tefakkuh ve sürekli içtihat okulu... Ancak Fazlurrahman
daha ileri gitmektedir. Örneğin Ebu Hanife
sorgulama ve kıyasın geçersiz olduğu alanlar olarak
"taabbudi" konularını ve "hadleri" görürken,
Fazlurrahman taabbudi alanları kabul etmekte fakat
hadlerin de sorgulamaının-yenilemenin alanına
girebileceğine inanmaktadır. İslam adlı kitabında
söylediğine göre bunu "hukukun gayelerinin asıl olması
şeklinin zaman ve mekana bağlı olarak değişmesi" temeline
oturtmaktadır. Ancak varolan 5 temel had cezası yerine
nelerin konulabileceği hakkında açık bir beyanına
rastlanılamamaktadır.
Roger Garaudy ise eski
bir Marksist düşünürdür. Fransız ince filozofisinin bütün
şekillerini düşünce sisteminde taşıyan biri olan
Garaudy'in eserlerine ve gündelik yaşamına
baktığımızda daha çok "sorgulamacı" yönünün ağır basyığını
görmekteyiz. Zira o bir eylem ve hareket adamı olmaktan
ziyade düşünür ve tenkitci bir filozoftur. Ayrıca Batı'da
yetişmiş Rene Guenon gibi gelenekselcilere de
şiddetle karşı çıkar.
Garaudy, metodoloji olarak büyük çapta
Fazlurrahman çizgiindedir. "Entegrizm" adlı eseri en
son (1990) çalışması olduğu için geldiği son noktayı
burada bulabiliriz.
Garaudy, varolanı sorgulamada
Fazlurrahman'dan fazla veya eksik şeyler
söylememektedir. Genel olarak İslam'ın yeniden doğuşunun
"dini eğitimde köklü bir değişiklik yaparak"
gerçekleşebileceğine inanmaktadır. O, Entegrizm adlı
eserinde şöyle demektedir: "İslam'ın Entegrizm ile
marjinalleştirilmesinin tüm sorumlusu bir kısım ulemadır,
müfessirlerdir. Bunların şeriatı kurutan ve meşruiyetçi
şekilcilik kalıbına oturturan çürümüş düşünceleridir.
Yorum tekeli milyonlarca inanan insanın hayatını düzenleme
ve islam topraklarında entellektüel bir çöl yaratmak hakkı
bu fosilleşmiş ve zararlı oligarşinin elinden sökülüp
alınmadıkça hiçbirşey yapılmış olmayacaktır. (Pınar y.
s.105)
Garaudy genel olarak "akılcı" ekolün
verilerini ve müesseselerini kabul etmekte, diğerlerine
yüklenmektedir. Hatta İslam'ın çöküşüne nakilci ekole
bağlamakta, onları dinin önünde oligarşi kurmakla
suçlamaktadır. Öte yandan sufi geleneğe Fazlurrahman
kadar sert bakmamaktadır. Onların , nakilcilerin
"kuruttuğu" İslam'ı aşk boyutuyla canlandırdıklarına
inanmaktadır. Entegrizm adlı kitabında kendince bir
gelenek çizgisi kurmaktadır. Bu çizgi , Kur'an'ın
tedriciliği- Hz. Ömer'in manayı lafza üstün tutan
fıkhı-İbnu Mes'ud ve Ebu Hanife kanalıyla
oluşan "Rey" okulu ve bu çizgide gelişecek olan
Kur'an-İçtihad içiçeliği şeklindedir.
Garuaudy entegrizmi "kendi geleneği içine
hapsolmak" olarak tarif etmekte "şekilcilik, lafzilik,
dayatmacılık, başkalarını dinlememe" kavramlarını
entegrizmin içine yerleştirmektedir. Batı ve Doğu'daki tüm
din ve ideolojilerin dayatmalarıyla birlikte İslam'ın
tarihteki nakilci (hadis-selefiye vs.) geleneğini de
"Entegrist" olarak tanımlamaktadır. Özellikle "Suudi
Entegrizme" şiddetle saldırmaktadır.
Yeniden doğuş için İslam'ın "aşk ve deruni"
boyutunu, "sosyal" boyutunu, "tenkitçi" boyutunu
canlandırmak gerektiğini söyleyen Garaudy, "aşk ve
derunilik" ile Batı'da bulamadığı iç aleme ilişkin
duyumsamaları İslam'ın Sufi yorumunda bulmaktadır. Bu
nedenle sufilere bakışı yumuşaktır. "Sosyal" boyut derken
daha önce inandığı sosyalizmin etkisini, "tenkitci" boyut
derken de İslam'ın akılcı yorumuna meylini görürüz.
Bu durumda Garaudy'nin "klasik" değil
"Modernist" sorgulamacılığı karşımıza çıkmaktadır..
Kur'an'ın ahlakilik boyutuna (Fazlurrahman gibi)
aşırı vurgusu O’nu Kur'an'ın bir "hukuk" kitabı olmadığı
fikrine götürmüştür. (s.93). Ayrıca ısrarla, Kur'an'ın
hukuki hükümlerinin çok az olduğu (80 ayet) iddiası,
iktisadi, siyasi, aile, evlilik, boşanma, ceza hukuku,
ticaret vb. alanlarda Kur'an'ın hükümlerini ve onun
geleneğe yansıması olan fıkıh geleneğini araştırması O’nu
kısır bırakmıştır. Garaudy gelenek tortusu olarak
gördüğü hadis ve fıkıh külliyatlarıyla ilgilenmeyi
gereksiz görmektedir. Hadis'in sonradan İslam kültürüne
dahil edildiği (s.88) inancı gelenelselci ekolun çok çok
gerisindedir. Gelenekselci ekol de tam tersine hadisi
bütün yönleriyle "katıksız" İslam'ın malı olarak görür.
Velev ki dışardan gelen her unsur gelenekselcilere göre
İslam tarafından özümsenmiş, kendine çevrilmiştir. Bu
nedenle geleneğin hiçbir şeklini sorgulamaya gerek yoktur.
Sorgulamacı ekolun 3 siması üzerinde durduk.
Tabii daha da çoğaltılabilirdi. Ancak bu
kadarıyla yetiniyoruz. Şimdi bunlardan şu sonuçları
çıkarmak mümkündür:
a- Sorgulamacı mantığı 3 gurubta
değerlendirebiliriz:
1-Klasik
2-Modernist 3-Sekuler.
Bunlardan 3. dinin varlığını sorgulamaya yöneldiği
için "din dışı" bir yaklaşımdır. Bu
nedenle irapta mahalli olmaz. Diğer ikisi ise asıl
üzerinde durduğumuz konuyu oluştururlar.
b-Klasik sorgulamacılık ile
Modernist sorgulamacılığı ayıran özellik, birincisinin
bizzat geleneğin içinden gelerek geleneği sorgulaması ve
siyasi diriltmeci yönünün olmasıdır. 2. ise hem geleneğin
dışındadır, hem de siyasi diriltmeci yönü hemen hemen
yoktur.
c-Sorgulamacı mantığın ortak noktası
yoğun bir gelenek eleştirisidir. Bu, daha çok hadis,
tasavvuf geleneklerinin sorgulanması şeklindedir. Bu tür
sorgulama Seyyid Ahmed Han düşüncesinde doruğa
çıkmış, Ali Abdurrazık, Taha Hüseyin
gibilerinde ise "şeriatı ilga" noktasına gelmiştir.
Çağdaş İslam
Düşüncesi ve Gelenek:
Çağdaş İslami düşüncesi, ktiğini
göstermektedir. Zira arkamızda 1400 yıllık muhteşem bir
miras vardır. Bu miras sadece mezhebi bir geleneğin değil
topyekün ümmetin mirasıdır. Bu nedenle çağdaş islam
düşüncesi "ümmet geleneğine" yaslanmalıdır. Ana rengini
buradan almalıdır. çağdaş islami hareket ümmet içindeki
mezhebi, mahalli gelenekleri içinde barındırabilecek
genişliğe sahip olabilmelidir. Çağdaş islami düşüncenin
sınırı "ümmet"in sınırı olmalıdır. Onu Hristiyanlıktan,
Yahudilikten, Marksizmden, Budizmden, Hinduizmden,
Pozitivizmden ayıran çerçeve onun sınır boyları olmalıdır.
Bu sınır içinde kalan her tür gelenek karşısında "seçmeci"
olmalıyız. Yani varolanı hem korumalı hem diriltmeli, hem
de sorgulamalıyız. Her üç misyon çağdaş İslan
düşüncesi’ni yeniden kuracak, İslam geleceğin sürükleyici
dinamosu haline gelecektir.
Çağdaş İslam düşüncesi’nin bu
misyonlarından hareketle üzerinde yaşadığımız ülkede şu
özelliklerde belirginleşen bir birleştirici misyon
ifadelendirilebilir.
1-Ana ümmet geleneğine
yaslanma
2-Diriltmeci devrimci bir siyasi
hamle
3-Çağdaş fakat modernist
olmayan bir sorgulama.
İki devrim arası dönemin tarihsel süzgeci, ağdaş
islam düşüncesininb geleceğini oluşturan geçmiş olacaktır.