Molla Sadra'nın zihin dünyası
1-İLİMLERİN TASNİFİ:
Bütün
ilimler, "bu dünya" (dünyevî) ve "öbür dünya" (uhrevî)
ilimler olmak üzere ikiye ayrılır. Bu dünyaya ait ilimler
de üçe ayrılır: Sözlerin ilmi (İImu'l-Akval),
fiillerin ilmi (İlmu'I-Ef'al) ve tefekkür ve
düşünce hâllerinin ilmi (İlmu'l-Ahval ve'l Efkar).
Sözlerin ilmi, alfabeyi, kelime inşası, sentaks, aruz,
şiir ve mantık terimlerinin alanını kapsar. Fiiller ilmi,
dokumacılık, tarım, mimari, yazma sanatı, mekanik, simya,
aile, hukuk, siyaset, şeriat, tasavvuf vs. gibi maddî
nesnelere biçim verme, bireyin ve toplumun yaşantısına
biçim verme, ahlâk ve karaktere biçim vermeye dayalı
ilimleri ihtiva eder. Düşünce (tefekkür) ilimleri ise,
aklî muhakeme ilimlerini, geometri, aritmetik, astronomi,
astroloji, mineraller, bitkiler, hayvanlar, tıp ve diğer
tabiat bilimlerini içerir. Öbür dünyaya ait ilimler de,
melekler, aklî cevherler, lehv-i mahfuz bilgisi, Allah'ın
bilgisi, ölüm, haşr ve ahiret hayatına dair ilimleri
kapsar.
2-ONTOLOJİ:
Asalet-i vücud:
varlık asıl mahiyet zihnîdir. "Kitap vardır'' yargısında
aslolan elimizle tuttuğumuz kitabın bizatihi varoluşudur.
Zihnimizdeki kitap kavramı ise bir soyutlama olup zihnî ve
arazîdir. Çünkü a- Her mahiyet, diğer mahiyetten bizzat
ayrıdır. Mesela "ağaç" mahiyetiyle "yeşil oluş" mahiyeti
birbirinden tamamen farklıdır. Her ikisi de "mahiyet"
olmakla birlikte hiç ortak özellikleri yoktur. Dolayısıyla
nesnel ve özgün bir gerçeklik olmadıkça bu mahiyetler
birbirine bağlanamaz ve bir olamaz. Şu hâlde birinin diğerine
yüklem olması ve yargı kurulması nasıl mümkün olabilir? O
hâlde tek ve özgün bir gerçeklik gereklidir ki,
mahiyetlerin birbirleri ile irtibatı sağlanabilsin. İşte
bu "varoluş"tur. b- Mahiyet vücuttan ayrı ele alındığında
hiçbir etkinin kaynağı olamayacaktır. Ortada eşya/nesne/madde/varlık
olmadan bir şeyin varolduğunun anlaşılması ve etkisini
göstermesi mümkün değildir. c- Vücut bir kenara
bırakılır, 'bizzat varlığın asıl olduğunu kabul edersek
hiç bir mahiyet zayıf, şiddetli, önce, sonra olamayacağı
icin mahiyeti bunlardan birisine bağlamamız gerekecektir.
Bu vasıflar vücutsuz olamayacağı için, bu vasıfları
mahiyetlere atfetmemiz muhaldir. Şu hâlde hem tanrı hem
de tanrının dışında kalan "varlıklar" asalete sahiptir (öncedir,
asıldır). Varlık, ’’o var mı?’’ sorusunun
cevabıdır. Mahiyet ise ''nedir o?''
sorusunun cevabıdır.
Vahdet-i vücut;
varlık, tüm varlık düzlemlerinde aynı gerçekliğe sahiptir.
Varlık, mertebeler ve yoğunlaşma derecelerine sahip tek
bir hakikattir. Güneş ışığı, lamba ışığı ya da ateş böceği
ışığı farklı tezahür şartlarında, ışığın farklı
yüklemlerini nasıl anlatıyorsa aynı şey varlık alanı için
de geçerlidir. Allah'ın varlığı, bir insanın varlığı, bir
ağacın varlığı ya da bir toprak yığınının varlığı;
bunların hepsi tek bir Varlık olup, hakikatın çeşitli
tecellileridir. Bizatihi tezahür etmesi söz konusu olmayan
Varlık (Allah), daima sıfatlarıyla (ilim, irade, kudret)
zuhur eder. Zuhur âlemindeki çeşitli varlıklar, tek
hakikatın ya da Varlık'ın sınırlı ifadeleridir. Sınırlı ifadeler, zihin soyutlamaları olup eşyanın mahiyetinin
formlarıdır.
Esas âleme
geçtiklerinde, birer ide hâline gelirler. Mahiyet,
varlıktan bağımsız bir gerçekliğe sahip değildir. Sadece
zihnin soyutladığı varlık arazlarıdır. Mutlak Varlık
(Allah), her türlü sınırlılığın ve her türlü form ya da
mahiyetin, her türlü cevher ve arazın üzerindedir. O,
suretlerin sureti ve tüm faaliyetin Fail'idir. Dikey
olarak (tuli) tecelli etmek suretiyle büyük meleklerden
dünyadaki mahlukata kadar çeşitli varlık mertebelerine
varlık kazandırır. Yatay yönde (arazi) tecelli ederek,
Varlığın her tabakasında bulunan mevcudatı yaratır. Tanrı
(Allah) vacibu'l-vücut olan varlıktır, âlem ise
mümkünü'l-vücut olan varlıklardır. Bu anlamıyla Allah'ın
zatı görünmez, yaratma eylemiyle (fiileriyle) âlemde
tecelli eder.
Hareket-i
cevher;
Dünya sürekli akış hâlindeki bir nehir gibidir. Varlık.
sürekli hareket hâlindedir. Hareket, dünyanın sürekli
yeniden oluşumu ve yaratılmasından başka bir şey değildir.
Sürekli hareket ve değişim, arazlarda değü cevherlerde de
olmaktadır. Çünkü bir cismin arazındaki bir değişmeyi,
cevherindeki mütekabil bir değişmenin takip etmesi
gerekir. Aksi takdirde arazın varlığının cevherin
varlığına bağlı olduğu söylenemez. Mesela yeşil ve ham
bir elma olgunlaşmakta, sararıp kızarmaktadır. Hacmi,
ağırlığı ve kokusu değişmektedir. Öte yandan araz da
bağımlı bir varoluş olduğuna göre arazın değişmesi demek,
zorunlu olarak cevherin de değişmesi demektir. Demek, ki
bütün maddî âlem cevherden araza kadar tümüyle hareket ve
değişim hâlindedir.. Dünyanın güneş etrafındaki dönüşünün
miktarı, zamanı oluşturmaktadır. Aynı şekilde bir ağacın
oluşum aşamaları esas alınarak da zaman belirlenebilir. Bu
nedenle zamanın ayrıca ontolojik gerçekliği yoktur. Zaman
sadece hareketin miktarıdır.
3-EPİSTEMOLOJİ:
Bilgi, bir
zuhur olan varlığın bilgisidir. Bütün varoluş, Mutlak
Varlık (Allah)'ın tecellisi olduğu için bilen ile bilinen
temelde aynıdır. İlâhî zat bir ayna gibi varlığın
formlarını ya da zatlarını kendinde yansıtır. Bu açıdan
küllî olsun cüz'i olsun tüm yaratıkların formları zatında
yansıdığı için Allah, âlemdeki her zerrenin bilgisine
sahiptir. Bilgi iki türlüdür: Edinilmiş (husulî) ve
verilmiş (huzuri). Edinilmiş bilgi, insan ruhunun kendisi
dışındaki nesnelere ait bilgisidir. Bu, nesnelerin
formlarının ruh üstündeki yansıması olmayıp ruh bilgi
edinmede pasif bir konumda değildir. Fakat, insan tüm
varlık tabakalarından oluşan bir mikro kosmos olması
sebebiyle, onun eşya hakkındaki bilgisi, kendi varlığının
aynasında bu formları temaşasından ibarettir. Bu bilgi
Allah'ın bilgisinden şu farkla ayrılır: Allah'ın bilgisi
formların nesnel varlığına delâlet ederken, insanın
bilgisi sadece onların zihnî varlıklarına delâlet eder.
Nasıl objektif âlemin varlığı Allah'a dayanıyorsa,
formların varlığı da ruha dayanır. İnsanî bilgi tersine
dönmüş bir düzen içinde kozmik tezahürün mertebelerini
tekrarlar. Kozmik bir varlık nasıl akıllar âlemi
aracılığıyla ilâhî zattan sudur ediyor ve kozmik ruhlar,
cisimler, suretler ve madde mertebelerini içeriyorsa,
insanî bilgi de duyulardan başlar, sonra tezahür
mertebelerinin en üstüne çıkıncaya kadar tehayyül, idrak
ve nihayet tefekkür düzeyinde varlığı algılar, bilir.
4- PSİKOLOJİ:
Nefs (ruh, canlı), ilkin
beden (cisim) olarak karşımıza çıkan benzersiz bir
hakikattir. Ardından cevheri hareket ve bir iç dönüşümle
nebatî nefs (bitki), daha sonra hayvanî nefs (hayvan) ve
insanî nefs (insan) hâline gelir. Bu gelişme bizatihi
cevheri hareketle
olur. İnsan sperminin cevheri, ilk başta potansiyel olarak
bir bitkidir, daha sonra rahimde büyüdükçe gerçek bir
bitki ve potansiyel bir hayvan hâline gelir. Doğarken
gerçek bir hayvan ve potansiyel bir insandır. Nihayet
ergenlik çağında o, gerçek bir insan ve potansiyel bir
melek yahut şeytanın oyuncağı olur. Tüm bu safhalar ilk
cevher ve tohumda gizli olarak bulunur ki, cevheri
hareket aracılığıyla, tüm madde ve potansiyellikten
tamamen arınmış hâle gelinceye ve saf akıllar âleminde
ölümsüzlüğü tadıncaya kadar varlık basamaklarında bir bir
yükselir. Şu halde ruh, bedenle birlikte açığa çıkar fakat
onun bedenden bağımsız ruhî bir varlığı vardır. Ruh
esasında, "İç dönüşüm (cevheri hareket) sayesinde, madde
ve değişimden mutlak bir biçimde bağımsız hale gelinceye
kadar çeşitli safhalardan geçen bir cisim"dir. Ruh
yolculuğunun her safhasında bir meleke yada melekeler
edinir. Bir cansız madde ise kendi formunu koruma melekesi
kazanır, bir bitkiyse beslenme, büyüme ve yabancı
maddeleri özümseme melekesi kazanır, bir hayvansa hareket
ve çeşitli arzular edinir ve yüksek seviyeli bir hayvansa
dış duyulara ilaveten, hatırfama ve hayal gücü gibi iç
melekeler geliştirir. Nihayet insanda, beş iç melekenin
edinilmesi söz konusudur; sağduyu formları kavrar, vehm
anlamları kavrar, hayal formları muhafaza eder, hafıza
anlamları muhafaza eder, iki katlı hayal gücü melekesi
olan mutehayyile duyu organlarını, düşünce melekesi
mütefekkire de makul alanı idare ederler.
5-NÜBÜVVET/VELAYET:
Bu dünyada peygamberlik
hatemu'l-enbiya olan Hz. Muhammed'in vefatıyla sona
ermiştir. Velayet ise Adem'den Şit'e, Hz. Muhammed'den
Ali'ye geçmiş oniki imam yoluyla devam etmiştir. Bir süre
için gizlenmiş olan onikinci imamın dönüşüne kadar da
devam edecektir. Muhammedî hakikatın biri açık diğeri de
örtülü (bâtınî) iki yönü bulunmaktadır. Çünkü Muhammed,
bizzat peygamberâne hakikatın tecellisi idi, sonra Ali,
ilk imam ve onun ardılları da sonraki hakikatın bütün
tecellileri idiler. Mehdi veya beklenen imam zamanın
sonunda ortaya çıktığında vahyin mutlak anlamı eksiksiz
sergilenmiş olacak ve insanlık Ibrahim'in ilk olarak
ilan
ettiği, Muhammed'in de son olarak teyit ettiği saf tevhid
inancına dönecektir.
6-AHİRET:
İnsanın ayırt edici özelliği,
bedeninden değil ruhundan kaynaklanmaktadır. Çünkü
bedenin cevheri insanın birliğine zarar vermeksizin bir
kaç yılda bir değişir. Bununla birlikte ruhun
melekelerinden olan idrak ve muhayyile doğuştan
gelmektedir. Oysa dış duyular, arzular gibi nebatî ve
hayvanî melekeler beden aracılığıyla kazanılır. Öbür
dünyada tüm ruhlar, peygamberler ve velilerin bu dünyada
yaptığı gibi zahirî formları yaratma kudretine sahip
olacaklardır. Örneğin, her ruh bize burada harici organ
olarak görünen şeylere ihtiyaç duymaksızın müşahededen,
aldığı zevki kendi içinde yaratabilir. Diğer bir ifadeyle
ruhun dışında görünen vücut organları ruhun içinde
yaratılır. Öyle ki, ruhun tekrar dirilmesi, gerçekte
bizim vücut kelimesine verebileceğimiz her türlü anlama
uygun olarak vücutla birlikte gerçekleşir. Cennet ile
Cehennem arasındaki fark, Cennet'teki ruhların güzel ve
zevk veren tüm formları, tüm çiçekleri ve Cennet
hurilerini varlığa çıkaracak güce sahip olmalarında yatar.
Öte yandan, Cehennem'deki günahkâr ruhlar, sadece çirkin
ve hoş olmayan formları meydana getirecek güce sahip olup
gerçekte yaratacakları formlardan azap duymaya mahkum
edilirler. Ancak sonuçta cehennem de sona erecek, alevler
sönecek ve her şey ilk kaynağına geri dönecektir...
Molla Sadra felsefesinin değerlendirilmesi
İslâm
düşünce tarihinde
Molla
Sadra'ya talebelik yapmış kimi
üstatlar bu işe ömürlerini vermişlerdir. Dolayısıyla
Molla
Sadra'yı değerlendirmek demek, onun İslâm düşünce
tarihindeki yerini tesbit etmek, ne gibi bir yeniliğe yol
açıp açmadığını anlamaya çalışmak anlamına geliyor. Bunun
içinde en azından düşüncesinin temel taşlarını tespit
etmek, tabiri caizse, "zihin genetiğini'' okuyabilmek
gerekiyor. Yoksa
Molla
Sadra'nın tüm zihin dünyasının
sayımının dökümünü yapmak değil.
Apaçık olan gerçek şudur;
Molla
Sadra
felsefesi güçlü ve
cesur bir senteze dayanmaktadır. Esfar'daki aşamalara göre
söyleyecek olursak "yer"den "gök''e veya "bu dünyadan''
"öbür dünyaya" doğru güçlü bir buluşturma girişimiyle
karşı karşıyayız. Âdeta
Molla
Sadra
Aristo'nun
"madde"sinden başlamakta
Eflatun'un "ide"sine
ulaşmaktadır. Başka bir tabirle Batı’nın "akl''ından
başlamakta Doğu'nun "ruh''una ulaşmakta veya
Batı'nın "tabiat''ından yola çıkmakta Doğu'nun
"aşkın"ına ulaşmaktadır. Dört yolculuk (sefer) tan
oluşan eserinin ilk iki bölümü (seferi) tamamen bu
dünyacı, son iki bölümü (seferi) de tümüyle öbür
dünyacıdır. İlk iki bölüm Meşşai (Aristo,
Farabi, İbni Sina,
N.Tusi), son iki bölüm İşraki (Eflatun,
Sühreverdi,
İbni Arabi) felsefesinin izlerini taşımaktadır. Ancak bu
iki sistem rastgele eklektik bir hereketle değil, tutarlı
bir sistem dahilinde birleştirilmektedir. Yani
Molla
Sadra
bu sistemleri üst üste yığmamakta, kendi geliştirdiği
sistem dahilinde birer malzeme olarak kullanmaktadır.
Bu
tür sentez girişimleri daha önceki yenilikçiler tarafından
da denenmişti. Örneğin Farabi çizgisinin iki yönlü
hareketi; yerden göğe doğru uruc (yükseliş, çıkış)
ve gökten yere doğru sudur (çıkış, yayılış, fışkırış)
bu buluşturma mantığının bir ürünüydü. Keza
İbni Rüşd ve
İbni Haldun gibi Mağrib yenilikçileri de din ile felsefe,
akıl ile nakil arasında böylesi bir buluşturm girişimi
denemişlerdi.
İbni Tufeyl'in Hayy bin Yekzan'ı
felsefî akıl ile tasavvufî sezginin nasıl
buluşturulmaya çalışıldığının tipik bir göstergesidir.
Meşrikiler (Farabi,
İbni Sina), her iki sistemi de
birbirinin içine geçirerek, tutarlı bir rasyonel
açıklamayla sistematize etmeye çalışırlar. Mağribiler
(İbni Rüşd,
İbni Haldun) ise, her iki sistemi önce
birbirinden ayırırlar.
Felsefî olan
rasyoneli, dinî olan ise irrasyoneli
temsil eder. Bunlar birbirine karıştırılmadan bir arada
tutulabilmeli, her biri kendi alanında söz sahibi
olmalıdır. Molla
Sadra ise, bu iki tarza başka bir
damardan (Sühreverdi,
İbni Arabi) altyapı koymaktadır. Bu
durumda rasyonel ve irrasyonel veya bu dünya ile öbür
dünya ayrımı yapmaya gerek kalmamakta, çünkü her ikisi de
tek bir hakikatın hareketinden, tecellisinden veya
zuhurundan ibaret olmaktadır.
Molla
Sadra'nın
en önemli görüşleri Asalet-i Vücut, Vahdet-i
Vücut ve Haraketu'l-Cevher teorileridir.
Asalet-i
Vücut, varlığın asıl olması
anlamına geliyor. Molla Sadra daha önceleri Asalet-i
Mahiyet, yani mahiyetin, özün asıl olduğu görüşünü
savunurken, sonraları tersine dönmüştür. Bu, Aristo ile
Eflatun'dan beri gelen kadim bir tartışmadır. "Madde mi
önce ide mi?" ünlü tartışmasında İslâm
filozoflarından
Meşşailer,
Aristo
gibi maddenin (varlığın) İşrakiler,
Eflatun
gibi idenin (mahiyet, öz, arketip, ayan-ı sabite)
asıl olduğunu savunurlar. Molla
Sadra'ya göre, mahiyet
veya öz eğer kendinden değilse, yaratmanın sonucu olan
varoluşun önceki bir formudur. Bu da henüz varoluş
sahnesine çıkmadan önce ilâhî zihinde bulunuyor olmaları
anlamına gelir. Şu hâlde, varoluştan ayrıca mahiyet veya
öz diye bir gerçeklik yoktur...
Bu tartışmanın
Batı'daki tezahürü, madde felsefesiyle ide felsefesi denen
iki ana akımı ortaya çıkarmıştır. Modern dönemde,
madde felsefesi köklerini
Descartes,
Leibniz ve
Spinoza gibi Kıta Avrupası rasyonalistlerinden,
Locke,
David Hume,
Berkeley gibi İngiliz
empiristlerinden,
Hobbes, Bonnet,
Lamatrie,
Holbach,
Diderot, Helvetius gib materyalistlerden,
Comte ve
J. Stutart Mill gibi pozitivistlerden,
Darwin, Hexley,
Spencer,
Haeckal gibi evrimcilerden
alır. Son yüzyılda
Russell, Moore, Morgan, Nunn, Samuel
Alexander, Broad, Laird, Price, Ryle, Ewing gibi
İngiliz yeni-gerçekçiliği, Rudolf Carnap,
Schilck, Neurath, Hahn, Wisdom, Setbbing, Duncan Jones,
Mace gibi yeni-olgucular,
Engels,
Marks,
Feuerbach,
Lenin, Stalin vb. diyalektik maddeciler
genel olarak madde felsefesi başlığı altında ele alınırlar.
Öte yandan ikinci ana akım ide felsefesi modern
dönemde köklerini
Kant ile başlayan transandantal
felsefeden,
Fichte, Schelling,
Hegel gibi Alman
idealistlerinden, Green, Caird, Liebmann, Volkelt
gibi yeni-Kantçı akımdan alır. Son yüzyılda
Croce, Vera, Spaventa, Testa, Varisco gibi İtalyan
idealistleri, Renouvier, Hamelin, Lagneau, Parodi,
Chartier, Brunschvicg gibi Fransız idealistleri
genel olarak, ide felsefesi başlığı altında ele alınırlar.
Diğer ikincil felsefe akımlarıysa bu ikisi arasından gidip
gelirler…
Bu iki ana akım,
tüm felsefe tarihine egemen olan iki temel eğilimdir.
Tabiri caizse, biri yerini diğeri göğün felsefesidir.
Hakikatın yerde mi gökte mi aranması gerektiği veya
varoluşun (madde) mu mahiyetin (ide) mi önce geldiği
tartışması bu iki ana akımı doğurmuştur.
İslâm dünyasındaki
tartışmalara bakıldığında da bu ana eğilimlerin
varolduğunu görürüz. Tarihsel tezahür olarak İslâm
dünyası daha çok göğe yönelmiş, yerin felsefesi ihmal
edilmiştir. İslâm'ın yenilikçileri derken daha çok
ontolojik olarak yere (âleme, bu dünyaya), epistemolojik
olarak da akla yönelenleri kastediyoruz. Açıkcası
Molla
Sadra'da bizim
aradığımız yere dair felsefesinin izlerinden başkası
değildir. Bu izleri onun sentezi içinde
bulmak mümkündür. Zira Abdulkerim Suruş ve
Fazlur Rahman'ın okumasıyla sanki
Molla
Sadra bir Meşşai
filozofudur ve bu dünyacı izler alabildiğine baskındır.
Ancak S.H. Nasr'ın okumasıyla
Molla
Sadra, esas itibariyle
bir İşraki ardılıdır ve Doğu (Hint ve
İran) muhayyilesini
ifade eder.
Bu noktada Molla
Sadra, Asalet-i Vücut görüşüyle, kadim tartışmada maddeyi,
varlığı, varoluşu önceleyen çizgide yer almaktadır.
Oysa hocası Mir Damad ve İşraki şehyi
Sühreverdi ve
İbni Arabi tam tersi Asalet-i Mahiyet görüşündedirler. Molla
Sadra bu konuda açıkca Meşşailer'in yanında yer almakta,
İbni Rüşd'ün
Aristo'dan mülhem olarak derinlemesine
işlediği medde-suret tezini desteklemektedir. Ancak bu
konuda şu da unutulmamalıdır: Molla
Sadra
"varlık
esastır'' derken sadece görünür, fizikî dünyayı
kastedmiyor. Görünür veya görünmez her şey varoluşa
sahipse birer gerçeklik olarak "varlık'tır.
Mesela, Allah
bir varlıktır, âlem de bir varlıktır. Bir şeyin görünmüyor
olması, varlık olmadığı anlamına gelmez. Mahiyet
görünmeyen demek değildir, görünen veya görünmeyen
varlıkların özü, arketipi demektedir. Mahiyet,
kelime olarak "Ma hüve (Nedir o?)"nin kısaltılmış
şeklidir.
Fakat Molla,
varlığın önceliği konusunda böyleyken varlığın birliği (Vahdet-i
Vücut) konusunda tam tersi, Meşşailer'i terketmekte,
İşrakiler'e yönelmektedir. Sühreverdi,
İbni Arabi,
Mevlana ve
Sadreddin Konevi'nin vahdet-i vücutçu çizgisini
benimseyerek, önceki varlığın önceliği görüşünü bununla
âdeta taçlandırmaktadır. Asalet-i vücut ve vahdet-i vücut
birbirine giydirilerek varlık-mahiyet sorunu halledilmiş
olmaktadır. İbni Sina'dan bu konuda ayrılan Molla
Sadra,
İbni Sina'nın (ve diğer Meşşailer'in) varlığın "tözsel"
çokluğu (pluralist) anlayışını "derecesel" çokluğa
çevirmektedir. Yani vahdetin kesret şeklinde derecelenmesi
söz konusudur. Ancak Esfar'ın ilk bölümünde ele aldığı
vacip varlık, mümkün varlık ayrımına bakılırsa Molla
Sadra, İbni Arabi'nin tözsel birlik şeklinde düşündüğü
tüm varlığın tek bir hakikatın tecellileri görüşünden de
farklılaşma eğiliminde olduğunu söyleyebiliriz. Bunu
kendisinden üç yüz yıl sonra Muhammed
İkbal'de görülen İbni Arabi'den yola çıkarak farklılışma eğiliminin ilk
habercisi olarak okumak mümkündür. Bu, bir anlamda
İslâm'ın panteist yorumundan pan-enteist yorumuna
evrilmedir. Molla
Sadra'nın tüm varoluşu Allah’ın "sıfatlarının''
tecellisi olarak görmesini İkbal, "Allah'ın karakteri''
olarak okuyacaktır. Batı'da örneğin,
Bruno ve
Spinoza'da görülen "Tanrı'yı dünya (âlem)
şeklinde" düşünmeden farklı olarak, burada "Tanrı’nın
fillerinin âlem olarak tecelli etmesi" vardır.
Meşşailerde görülen Tanrı ve âlemin tözsel ayrılığı
düşüncesi, varlığın mertebeleri şekline sokularak, âlem
tanrının ışığının (Nefes-i Rahmani) düşük derecede
yoğunlaşması olarak düşünülmektedir.
Varlığın sürekli değişimi ve
zıtlıklar sorununda ise
Molla
Sadra,
Sokrat öncesi
filozoflara kadar gitmekte ve cevher-i hareket teorisini
geliştirerek önce ve asıl olan varlığın, tek bir hakikat
olduğunu temellendirdikten sonra söz konusu bu tek
varlığın sürekli hareket hâlinde olduğunu söylemekte ve
oluş ve bozuluşun (kevn-u fesad) esasının bundan ibaret
olduğuna savunmaktadır. Cevheri hareket düşüncesini
mantıki sonuçlarına götürdüğümüzde, bütün bir âlem zaman
içinde sürekli değişecek demektir. İbni
Rüşd'ün "Daimu'l
Hudus'' (sürekli yeniden yaratma) düşüncesine benzer bir
şekilde, bütün bir varoluşu Allah'ın sürekli yeniden
yaratması olarak algılamak, cevherler ve arazlar dahil her
şeyin değişmesini, dönüşmesini ve evrilmesini -cevheri
hareketin mantıki sonuçları olarak- kabul etmek demektir.
Molla
Sadra,
İbni Sina'yı çok iyi incelemesine rağmen, kimi konularda
ondan ayrılıyor. Varlığın tözsel çokluğu, sabit evren,
âlemin ezeliliği ve ruhanî haşr bunlardan en önemlileridir.
Bu dört konuda da Molla
Sadra, İbni
Sina'nın tersi görüşe
sahiptir. Molla, asalet-i vücut tezini zorunlu varlık
görüşüyle sentezleyerek de Sühreverdi ve
İbni Arabi'den
farklılaşma eğilimindedir. Az önce değinildiği gibi bu,
İslâm’ın panteist yorumundan pan-enteist yorumuna geçişin
izleri olarak görülebilir.
Bir
Molla Sadra okuması
Varoluşsal bir yolculuğa çıkan
Molla
Sadra, üç aşamada
varoluşu tümüyle kavramak iddiasındadır. Buradan
hareketle
Molla
Sadra
felsefesini şu şekilde okumak
mümkündür. Bu
Molla
Sadra’yı bir "okuma" denemesidir.
Buna,
Molla
Sadra'yı
İkbal'le buluşturma denemesi de diyebiliriz.
1-
Allah'a yolculuk: Bu, asalet-i varlığı esas alarak,
varlıktan kalkarak, tümüyle aklî fonksiyonları işleterek
Allah'a doğru giden bir yolculuktur. Fizikî âlem, aklın
verilerine göre anlaşılır, sebep-sonuç ilişkileriyle
kavranır, kosmosa "ne ise o şekilde" "rasyonel ve empirik"
araçlarla nüfuz edilir.
2-
Allah'ta yolculuk: Kavranan vârlığın aslında tek bir
hakikat olduğu farkedilir. Akıl ile makulun, bilen ile
bilinenin aslında tek bir hakikatin tezahürü olduğu
keşfedilir. Akılla kavranan kosmos, aslında akılla
kavranamayan hakikatın fiili aynasından başka bir şey değildir.
3-
Allah ile yolculuk: Varlığın sürekli hareket hâlinde
oluşundan, sürekli değişmesinden, ancak hakikatin hep
baki kalmasından, aslında bizim fâni olduğumuzu, baki
olan hakikat (Allah) ile bir yolculuğa çıktığımızı
anlarız. Biz varolanlar, bu kozmik yolculuğun "şu andaki"
vetiresini yaşamaktayızdır. Demek ki Allah, bir tanrı
olarak kendini yaşamakta, bizler de onunla birlikte yol
almaktayız. Belki de biz ve içinde yaşadığımız dünya
tümüyle dönüşüp yok olacak, yerine cevheri hareket sonucu
yeni yaratılışlarla yepyeni varlıklar gelecek, akıp giden
zaman içinde ileride "Tanrı bizi hatırlayacaktır". Çünkü
âlem, sabit, "yaratılıp bitmiş", blok âlem değil, sürekli
genişleyen, "yaratılmakta olan'' dinamik bir âlemdir..
Ahiret dediğimiz şey, Allah'ın yeni bir nefesi, yeni bir
ekolojik zaman ve yeni bir yaratılış vetiresidir (süreç).
Bir anda tüm dünyayı kaplayan rahmani bir nefes (örneğin
daha önce yaşamış her varlığı yeniden diriltici bir gaz)
tabiata yepyeni bir canlılık getirecektir. Bu aynı zamanda
bir cevheri hareket aşamasıdır da. Fizikî olarak varoluş
sahnesinden çekildikten sonra mahiyet olarak (öz, suret,
idea) ilâhî/ezelî zihinde yaşamaya devam edeceğiz. Şu
hâlde insanoğlu bu âlemde Allah ile karşılıklı
yaratıcılığa dayalı dinamik bir yolculuk hâlindedir. Ne
Allah'a, ne de Allah'ta, bilâkis Allah
ile yolculuk..."
"Allah'a"
yolculuk ile başlayıp, "Allah'ta" yolculuğa, son olarak ta
"Allah ile" yolculuğa dönüşen bu Tanrı-Âlem kavrayışının
İslâm muhitinde üç tür yorumu da ifade ettiğini
söyleyebiliriz: Deist, Panteist ve Pan-enteist yorumlar.
Deist yorumda, âlem tümüyle makul bir makine
gibidir. "Tanrı'nın makinesi'' olarak kavranan
sabit âlem, akıl ve deneyle anlaşılır. Allah ise "orada
bir yerlerde"dir. O'na doğru yol alınmakta, âlemîn makul
işleyişine akıl ile nüfuz edilerek, O'na ulaşılmaya
çalışılmaktadır. Panteist yorumda ise, âlem bizzat
"Tanrı makinesi"dir. Tanrı uzaklarda bir
yerlerde değil, bizim de bir parçası olduğumuz "âlem
denilen makine''nin bizzat kendisidir. Dolayısıyla O'na
doğru bir yolculuk değil, bizzat O'nda yolculuktur söz
konusu olan. Pan-enteist yorumda ise, "Tanrı'nın
makinesi" veya "Tanrı makinesi" değil
"Tanrı ile makine" anlayışına ulaşılmaktadır.
Bu durumda âlem "yaratıcı olarak yaratılmış" bir süreç
olmaktadır. Öyle ki, "yaratıcı'' olmasıyla kendi başına,
"yaratılmış'' olmasıyla bağımlıdır. Şu hâlde
âlem,
Tanrı'nın sonsuz sayıdaki makinelerinden sadece birisidir.
Üstelik bu makine sürekli olarak kendini yenilemekte,
tabiri caizse, bilgisayar diliyle güncellenmekte (update),
yükselmekte (upgrade) ve gelişmektedir. Dolayısıyla
söz konusu olan "Allah ile'' birlikte gerçekleşen kozmik
bir yolculuktur.
İslâm
düşünce tarihi içinde bu aşamaların nasıl seyrettiğine
baktığımızda
Farabi, İbni Sina,
İbni Rüşd gibilerin
zihnindeki kavrayış birinci, Sühreverdi,
İbni Arabi
gibilerinki ikinci,
Molla
Sadra ve nihayet
Muhammed İkbal gibilerinki ise üçüncü kavrayışı çağrıştırmaktadır.
Allah'a doğru başlayan yolculuk, Allah'ta yolculuğa,
nihayet Allah ile yolculuğa dönüşmüştür.
Molla Sadra'nın misyonu
Evet,
Molla
Sadra'nın zihin dünyasında Meşşai, İşraki, Kelâmî ve
İrfanî (Tasavvufî) bir sentezle karşılaşmış oluyoruz.
Başka bir tabirle Aristo,
Eflatun,
Farabi, İbni Sina,
İbni Rüşd,
Sühreverdi ve
İbni Arabi vs. hepsi bir
aradadır. Buraya kadar söylediklerimizden bir harmanlamayla, yeni ve
güçlü bir uzlaştırma girişimiyle daha karşı karşıya olduğumuz
anlaşılmış olmalıdır.
Esasında az önce söylediğimiz gibi, felsefe tarihi
kitapları ana felsefî akımları genellikle iki gurupta
toplarlar: İde ve Madde felsefeleri. Diğerleri bu ikisi
arasında gidip gelirler.
Raphael'in, Eflatun'un gerçeği göklerde (idealarda),
Aristo'nun da yeryüzünde aradığını ifade eden tablosunda,
Eflatun ve
Aristo ellerinde kitaplarla yürüyerek
tartışmakta, Eflatun göğü Aristo yeri işaret etmektedir.
Birisi yüzünü göğe diğeri yere, birisi somuta diğeri
soyuta, birisi öbür dünyaya diğeri bu dünyaya, birisi
tanrıya diğeri âleme, biri ruha diğeri akla yönelen bu iki
ana akım, aslında medeniyetlerinde ana karakterini
oluşturmuştur. Yeryüzünde İslâm dünyası, coğrafî olarak
orta yerlerde olduğu gibi, felsefî olarak da ortadadır.
Begoviç'in kitabına koyduğu isimde olduğu gibi; "Doğu
ve Batı Arasında İslâm''..
Doğu
tablodaki
Eflatun'un göğü gösterişine, Batı'da
Aristo'nun
yeri gösterişine denk düşer. Ancak tabloda her iki yönü de
gösterecek birisi eksiktir. İşte bu tür filozoflar daha
çok İslâm dünyasından çıkmıştır. Bir Farabi'yi,
İbni Sina'yı,
İbni Rüşd'ü,
İbni Haldun'u veya
Molla
Sadra'yı
inceleyin Raphael'in tablosuna girecek ve her iki yönü de
gösterecek kişiler olduğunu göreceksiniz. Ancak bunların
âlemi okuyuşu yine de birbirinden farklılıklar gösterir.
Her birisi, kendi dönemlerinde İslâmı, yeniden okumak ve
İslâm düşüncesini yeniden inşa etmek için tükenmez bir
enerjiyle çalışmışlar, yenilikçi çığırlar açmışlardır..
R.
İhsan Eliaçık, İslâm’ın Yenilikçileri, 2. cilt, Söylem
Yayınları, Kasım 2001, İstanbul, s. 231-254
Cevheri
hareket ilkesi Molla
Sadra'nın en özgün görüşlerinden
birisidir. Heraklit'in "Her şey akar" görüşünü
geliştiren Molla
Sadra, Meşşailer'in
tabiattaki hareket ve değişimin cevherde (töz) değil
arazda olduğunu, bunların maddenin niceliği (kemmiyet),
niteliği (keyfiyet) mekân ve va'z değişiminden ibaret
kalacağı, bu dört durumun dışında asıl cevherin sabit
duracağı görüşünü tüm varlığa şamil kılarak, cevher
ve araz dahil tüm varlığın hareket/değişim halinde
olduğunu ileri sürer.
Molla
Sadra, Meşşaileıin Allah'ın eşya hakkındaki
bilgisinin, "eşyanın formlarının Allah'ın zatı
üzerine yansıtılması" olduğu görüşünü ve İşrakiler'in,
Allah'ın bilgisinin "O'nun zatında eşyanın asıl
formlarının mevcut olması" fikrini reddeder.
Molla
Sadra İlmu'n-Nefs (Psikoloji) adıyla
geliştirdiği bu alanda esas itibariyle insanın
peygamber ve veli olmasıyla nasıl ilâhî âlemden bilgi
alabileceğini rasyonalize etmeye çalışır. İbni Sina'yı
andıran psikolojik, İbni Haldun'u andıran
antropolojik analizler yapar.
Cevheri
hareket,
maddenin özünü teşkil eden, en küçük temel atomlarının
dönüşmesi, değişmesi anlamındadır. Molla
Sadra'ya göre
bu mümkündür. Çünkü her şey, bütün bir varhk hareket
hâlindedir. Bunun mantıkî sonuçlarının bugün
tartışılan anlamıyla "evrim" anlamına geleceğini
anlamak çok da zor olmasa gerek.!
Burada âlemin bir "makine"ye benzetilmesi tamamen
mecazidir. Mekanizm anlamında değildir. Allah'ın
fiilerinde çelişme olmayacağına, âlemde bu
fillerinden birisi olduğuna göre varolan âlemde ebedi
bir düzen var demektir.
Fakat bu
işleyen düzen nedir? Şu anki işleyiş mi, daha başka
fiiller de var mı? Yani giderek yepyeni işleyiş
yasalarını keşfedebileceğimiz, kendini yenileyen,
güncelleyen ve yükselten bir organizmatik makine ile
mi karşı karşıyayız?