TÜRKİYEDE MÜSLÜMANLAŞMA ve SORUNLARI

 

F.Lütfi Altınsu

 

Kabul edilsin veya edilmesin Türkiye'de etkinliğini gittikçe artıran -İslamcılık- diye bir fenomen var. Ve biz bunu görmemezlikten gelemeyiz."

    Bu sözler, bu fenomeni araştırmak isteyen bir sostal bilimciye ait. Gözlerini gerçeğe kapamayan tüm gözlemcilerin itiraf etmek zorunda kaldıkları bir tesbit bu. İslam, toplumun modernizme uyum sağlayamayan marjinal kesiminin  hayatında etkileri görülen ve "siyasi otoritenin güdümünde işlevsel bir değerler sistemi" olmaktan öte, artık bireysel ve toplumsal yaşamın tüm alanlarında kelimenin en has almamıyla "dini"bir alternatif olarak görülebilmektedir. Kuşkusuz islamın çözüm olarak görülmesi yeni bir olgu değilse de herhalde Cumhuriyet Türkiyesinde ağırlığı uzun yıllardanberi bu kadar hissettirmemişti. Türkiye'de müslümanlığın ( ya da müslümanlaşmanın) -eğer bir süreç içerisinde ele alınacak olursa-  gelişiminin göstergeleri, müslüman çevrelerinin kurumlaşmada, iletişim ve kültür düşün sanat ürünleri dar anlamında, sahasında aldıkları yolun ötesindedir.

    Herşeyden önce Türkiye müslümanlarının nitelik olarak geldikleri yer, nicel gelişmelerden çok daha sevindiricidir. Toplumun yaşam tarzına renk veren Modern batılı Kültür ve İslami diye adlandırılan geleneksel kültürün tüm nosyonları sorgulama aşamasına girmiştir artık.

    Bu ülke iç,n söylenenlerin dünyada "dine olan yönelişe" paralellik arzettiği düşüncesindeyiz. batı uygarlığının 300 yıldır alıkoyduğu bir gecikmişlikle insanlık, artık dini olanı aramaya başlamıştır. Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde bu dinin adı :İslam; Türkiye'de, bu genel yönelişten, göreli olarak belki daha az ve daha geç olsada nasibini almaktadır. Bu. siyasi-hukuki önlemleri durdurabilecek türden bir yöneliş değildir. Meselenin Türkiye'yi aşan ve uygarlık sorunu ile ilgili bir mesele olduğunu ve her ülkenin bundan kendi koşullarına göre etkileneceğini söylemek istiyoruz. Bununla ve bu yaklaşım kesinle determinist de değildir.

    Türkiye'de İslami Yapılanmalar: Türkiye'de İslam'ın ciddi bir gelişim gösterdiğini söyledik. Yalnız bu noktada bizi asıl ilgilendiren bu gelişmelerle sevinip avunmak değil, bu yönelimin Allah'ın dinine doğru olması yönünde bizim yapıp edeceklerimizdir. Bu yönde bizim yapıp edeceklerimiz ve aynı zamanda saflarımızı ise evet müslümanlık, ama hangi müslümanlık, ve o Müslümanlığa nasıl ulaşılabilir?" sorularımın cevaplandırılması belirleyecektir.

    Müslümanlaşma süreci dinin kavranılması ve topyekün hayata karşı islami çözümler üretme çabası olarak, tanımlanabilirse Türkiye'de bu çabanın içinde olma iddiasında bulunan ve birbirlerinden kesin çizgilerle ayrılabilmenin oldukça güç olduğu ve fakat belli ayrım noktalarından dolayı her biri kendi içinde alt kategorilere ayrılabilen islamı yapılanmalar iki temel kategori içinde ele alınabilir. Örgütlenmiş be örgütlenememiş yapılanmalar.

 

    Örgütlenmiş Yapılanmalar:

    Bu tür yapılanma kendi içinde "Kişi merkezli olanlar" (tarikat vs) ve örgüt merkezli olanlar (parti,dernek, vakıf vs.) diye ikiye ayrılabilir.

    Tarikatlar, bilindiği gibi çok uzun bir tarihe sahiptirler. Cumhuriyet Türkiye'sinde da varlıklarını devam ettirenler ya da yeni kurulan tarikatlar daha çok kendi geleneklerini koruma uğraşısı içindedirler. Bunlar içerisinde siyasi boyuta sahip olanlar da dahil olmak üzere hemen hepsinin bu uzun geleneğin oluşturduğu birikimi apriori olarak kabul ettiklerinden (Tanzimatla birlikte oluşturulan ve halen eğemen olan kültürü sorgulayabilenler de) sorgulama çabasına girmedikleri görülebilir.

    Tarikat türü yapılanmaların hangi Müslümanlık sorusuna "geleneğin devrettiğiğ mirastan anlaşılacak Müslümanlık" diye cevap verecekleri söylenebilir. İslamı kavramanın yolu, Tasavvuf ahlakını ve bir-çelişki olsa da- olsa olsa sünni akaid ve fıkhını anlamadan geçecektir. Ancak doğası gereği bu yapılanmada önerilen islam ile Kur'an'da anlatılan islam arasınsa bazı temel farklılıklar bulunabilecektir. Çünki anahtar ve teknik terimlere yüklenilen anlam, zorunlu olarak asrı saadetten sonra oluian külür birikimine dayanacaktır. Örneğin Kur'an'da ilmin yegane kaynağı olarak  yalnızca nebilere gelen vahy gösterilirken, bu yapılanmalarda ikinci bir kaynak olarak şeyhlerin Allah'tan aldığına inanılan bilgiler de kabul edilir. Artık rehber (huden) anlayışı Kur'an'da olandan farklılaşmıştır. Ve bunun böyle olması tarikatların varlıklarının devamı için zorunludur.

    Tarikatların mücadele metodunda takip ettikleri yol da yine gelenekseldir. Daha çok mevcudiyetlerini korumak, etkinliklerini artırmak amacı ile yapılabilen pratik çabalardır. Müridlerin bağlılığı artırılacak, yeni halkalar açılacak ve bağlılarının ilişkileri daha organik hale getirilecektir. Ve nir de son yıllarda yayın organlarının etkinliği artırılacaktır.

    Örgüt Merkezli çabalara gelince ( ki hem kişi merkezli yapılanmalarla ve hem de çpğu zaman kişilerin örgüt üstünde bir yere sahip olduğu gçrülebilmektedir.) Bunların daka çok pragmatik bir temele sahip olduğu görülebilir. Bir islami mücadele yolu olarak parti ve derneklerin tarihi oldukça yenidir. Demokrasi ile birlikte hakim olan ideolojşye karşı bir kısım Müslümanlar demokrasinin boşluklarından yararlanıp, yasal bazı teşebbüslerde bulunmuşlardır. Yani demokrasiye karşı demokratik bir mücadele yolu izlenegelmiştir.

    Parti, dernek ve benzeri kuruluşların demokrasinin vazgeçilmez unsurları olduğu izah götürmezken başka ülkelerde de olduğu gibi Türkiye'de İslamcılık adına bir parti hareketi var olabilmiş ve bir hayli ilgi toplayabilmiştir. Vakıflar bu ülke kültüründe oldukça alışılmış kurumlardır. Bu kurumlar her ne kadar Cumhuriyet öncesi dönemlerde hem eski işlevlerini sürdürebileceği ve hem de bunun yanında bir misyon yüklenebileceği umulabilmektedir.

    Eğer meseleye pragmatik açıdan bakılacaksa ve gözetilen şey "Yarar " ise bu tip örgütlerin belli yararlar getirdiği söylenebilir. Ancak bu tür bir öryütlü mücadelenin doğasının ve formunun sünnetle örtüşüp örtüşmediğinin yeterince  sorgulanmadığı ileri sürülebilir.

    Birkaç istisna kuruluşu geçecek olursak genelde bu örgütlenmeler dini anlayış olarak klasik sünni-Osmanlı kültürünün mirascıları, durumundadır. Şüphesiz bu doğaları gereği böyle değilse de ülkenin geleneksel islami kültürünün etkisi, Cumhuriyet ideolojisinin alternatifinin Cumhuriyet öncesi ideoloji olduğu inancı ve Türkiye'nin koşulları bu örgütlerin çoğunun karekterine sünni-Osmanlı mirası ile modern-demokratik uyuşmanın damgasını vurmuştur.Bunlar içerieinde islami anlayışları netleşmiş bazı örgütler çıkmışsa da böyle bir yapılanmanın sınırları iyi çizilmek zorundadır.

    Gayri islami bir toplum düzeninde yasal (ki yasallık her zaman kontrol altında tutulmayı da beraberinde getirir) oluş ve daha da ötesi neticesinde o toplum düzeninin bir unsuru oluşun bir takım yararları olsa da bu tip bir yapılanmanın islami hareket modelleri olarak sunulmaları hem ideolojik bir yanılgı ve hem de uzun dönemde zararı barındırır, en azından Müslümanların islami hareket modelini aramalarını bir süre daha geciktirebilir.

 

    Örgütlenmemiş Yapılanmalar:

    Müslümanlaşma çabasının içinde olan ve bizim son tahlilde altını çizerek değineceğimiz bir yapılanma daka var. Düşünce merkezli dediğimiz ve daha çok kitap, dergi vb.matbuat üzerine odaklanmış olarak gözlemlediğimiz ve yukarıda anlatılan yapılanmaları yeterli bulmayan hatta onlara karşı tepkiselliği de barındıran bir yapılanmadır.

    Bu yapılanmayı matbuat üzerine odaklanmış olarak tanımlamamız ve düşünce merkezli diye adlandırmamız, bu yapılanmanın düşünceye verdiği  önem ve bu oluşumların sahip olduğu yerden dolayıdır.

    İnsanlığı içinde bulunduğu çıkmazdan kurtaracak olan islam dinidir. Ancak bu İslam hangi islamdır? Bu soruya verilen cevabın ilk bölümünü "statükonun egemenliği altındaki islami anlayış olmadığı", son bölümünü ise "Allah'ın rasulune indirdiği ve onun da örnek olarak yaşadığı islam olduğu" oluşturuyordu. Bu cevaplardan ilki beraberinde egemen İslami anlauışın bir sorgulamadan geçmesi gerektiği düşüncesini, diğeri ise sağlıklı bir islami anlayış için kaynaklara dönülmesi gerektiği düşüncesini getiriyordu.

    Bu düşüncenin gerek oluşumunda ve gerekse yaygınlaşmasında rol oynayacak ne telif ederler vardı ne de oluşturulmuş kurumlar vardı ülkede. Gerçi bu durum, ülkenin içinde var olan -Cumhuriyet ideolojisi dışında- hemen hemen tüm düşünsel ve politik akımlar için de geçerli idi. Kuşkusuz bu, ülkenin sosyo-politik koşullarından kaynaklanıyordu.

    Düşün dünyasında telif eserlerin verilemediği bir ülkede yapılacak şey, bir yandan tercüme eser kazandırmak, bir yandan da müellif yetiştirmek olsa gerek. İşte Türkiye, 60 lı 70 li yıllarda her düşünsel ve politik akım için geçerli olabilecek bir tercüme dönemi yaşıyordu. Sanki yeni bir tanzimat dönemi (ama bu kez aralarında İslamın da olduğu)  yaşanıyordu Gerek İslami yayıncılıkta, gerekse sağ ve sol yayıncılıkta birçok eser çevrilmiş, Türk okurunun önüne sunulmuştur. Bu "çeviri" olgusu hala aynı hızıyla devam etmektedir. Türkiye'de birtakım düşünsel -politik- akımların oluşup gelişmesinde bu tercüme olgusunun oldukça önemli bir etken olduğu söylenebilir. (Ancak kitle iletişim araçlarının toplumla ilişkisi kurulmadan tek başına ele alınması bir yanılgı olur. Mesajların toplumda yansımasını bulduğu bir taban olmadan bir etkiye sahip olduğu söylenemez. Biz bu ilişkileri okuyucunun zihinde oluşmasına bırakarak devam edelim) Bu arada yayıncılık dünyasında zamanla tercümenin dışına çıkabildiği görülmektedir. Özellkle islami yayıncılıkta son 10 yıl içerisinde büyük bir patlama olduğu gözlenmektedir. Ancak her türlü islami düşünce akımları temel eserleriyle savunulabilir, eleştirilebilmektedir. Bir çok temel konu, en makrem yerlerine vatıncaya kadar tartışılabilir hale gelmiştir.

    Kuşkusuz yayın dünyasının canlanması, her akım için önemli bir anlam taşıyorsa da karakteri için söylenebilecek en önemli kavramlardan biri "sorgulama" olan, ele aldığımız bu akımlar için çok daha özel bir anlam igade ediyordu. O da islami kültür birikiminin sorgulanıp ayıklanmasında rol oynayacak materyallerin sağlanabilmesiydi. Bir yandan dünyaya egemen Batı kültürü, bir yandan da hala izleri ve hatta kendisi var olan Doğa kültürü ve ikisinin belli bir süreç içindeki uyuşumu sorgulanacak, diğer yandan da islam ne idüğü belli hale getirilecektir. Yani Kelimei Tevhid'in iki ucu olan Lailahe ve İllallah netleştirilecektir. Türkiyeli müslümanlar bu noktada bir hatli önemli sayılabilecek mesafe katetmişlerdir.

    Ancak islamı kavrama düzeyinde en önemli sorun islamın hangi kriterlerle sorgulanıp ona ulaşılabilseydi. Bu noktada "sünni islam kültürünün özümlenmesi İslam Fıkhı, "sünni kaynaklardan aktarılan hadisşer ve son olarakta "Kur'an'ın kriter olarak ileri sürüldüğü ve bunları savunanlara "fıkıhcılar" "hadisciler" mealciler" gibi isimlerin takıldığı gözlemlenmektedir.

    Daha çok aydınlarca kabul gören çözüm, geçmiş "islam kültürünün (Fıkıh, Kelam, Felsefe, Tasavvuf vb. disiplinlerin) özümlenmesi şeklindedir. Ancak islam'ın farklı kültürlerle ,izdivacının bir yığın islami anlayış doğurduğu tesbiti, böylesine genel bir yaklaşımın islamı kavramada kriter olamayacağı düşüncesini getiriyordu. Zaten asıl sorgulanacak olan da islami kültür birikimi denen şeydi ve esasen bu sorgulama sürecinde gerekli kriterler aranıyordu.

    Fıkıh, büyük islam alimlerince kişilerin leh ve aleyhlerinde olan meselelere İslami ölçüler (Kitap, sünnet, icma, kıyas vb.) kullanarak çözüm buluyordu. O zaman bize düşem şey bu hazır çözümleri tesbit etmek, diğer bir söyleyişle sağlam bir fıkıh bilgisine sahip olmaktı. Fıkhı çözüm olarak gören akım, sorunu böyle formule ediyordu.

    Ancak Fıkıh her ne kadar hauat karşısında hazır çözümler arayan bir disiplin ise de bu çözümler içinde bulunduğu kültürün toplumsal koşulların izlerini taşıyacağından evrensel olamazdı. Nitekim genel bir islam fıkhından bahsetmek oldukça zordu ve olsa olsa mezheplerin ( ki herbiri belli sosyo-politik koşullarda ortaya çıkmış kurumlardır), kişilerin fıkhından bahsedilebilirdi.

    Hadisleri( Kur'an ile birlikte) çözüm olarak görenlerin düşünceleri ise şöyleydi: Rasulullah s., Kur'an'ı en güzel anlayan ve yaşayandır. Bizim için en güzel örnektir. Neyi getirdiyse almalı neyi yasaklamışsa ondan kaçınılmalıdır. O, heva ve hevesinden konuşmaz; söyledikleri hep vahy iledir. Ve ona itaat edilmelidir. Üstelik Rasulullah Kur'an'da olmayan bazı hükümler koymuşken (daha çok Kur'an'ın dışında da gayrı metuv denilen bir tür vahyin olduğu inancından hareketle böyle bir yargıya varılıyor) nasih-mensuh, muhkem-müteşabih vb. ayetler en güzel O'ndan öğrenilebilecektir. Onun sözleri, fiilleri ve takrirleri bize "Kur'an'dan sonra en sahih" hadis mecmuaları ile gelmişken çözüm Kur'an-Sünnet ikilisinden başka bir şey olamazdı. O zaman yapılacak şey, Kur'an'ı anlarken hadis külliyatını taramak ve onların anlaşılıp yorumlanmasından hareket etmekti.

    Ancak Kur'an'ı tek kaynak olarak görenlerce hadislerden islama ve hayata bakışın doğru plup olamayacağı da sorgulandı. Herşeyden önce Rasul'e, insanlarca biçilen konum tartışmalıydı. Rasulle ilgili Kur'an ayetleri, doğru olarak anlaşılmalıydı. Sonra hadislerin bizlere ulaşmasında oldukça sorun vardı. Hadis mecmualarını, Rasulun ve sahabenin sözlerini bizlere sıhhatli olarak ulaştırabilmiş kitaplar olarak görmek fazla iyimserlik  olacaktı ve diğer önemli bir sorun hadislerin anlaşılıp yorumlanmasının önündeki engellerdi. Tartışılan şey Allah Rasulunün Rasulluğü değildi. Kuşkusuz O Allah'ın kulu ve elçisiydi. kendisine gelen vahyi insanlara ulaştırmak ve onları örnek olarak yaşamakla sorumluydu. Ancak o Allah'la beraber bir din kurucusu/koyucusu olarak anlaşılmamalıydı. vahyi gayri metluv denilen bilgi türünün hiçbir Kur'ani delili yoktu. O'nun yaşadığı islami hayatın bilinmesi kuşkusuz bize çok şey kazandıracaktı. Ancak bu hususta izlenebilecek yol Kur'an'dan hareketle siyere,hadislere ve hatta diğer disiplinlere, alimlere gitmekti. ( Ve bunun tersi de doğru değildi). Ancak Kur'an'i ölçülere ulaşıldıktan sonra doğru ve yanlışlar anlaşılabilecekti.

    Kur'an tüm disiplinlerin üzerinde en yüksek bir otorite iken ve sağlıklı bir Kur'an anlayışı olmadan bu disiplinlerin en önemli kriterini yitireceği açıktı. Zaten bu disiplinlerin hepsi ve bunların bazılarının yansıması olan mezhep,tarikat gibi kurumlar hep Kur'an sonrası denilebilecek bir dönemde oluşturulmuştu.

    Bu disiplinlerle Kur'an arasında bir karşılaştırmalı etüd bunların semantik alanlarının Kur'an'ınkinden oldukça farklılaşabildiğini gösterebilecektir. Nitekim Kur'an'a vakıf olundukça islami diye öğretilegelen bir çok şeyin Kur'an tarafından ortaya konmamış olduğu görülebilecektir. Eserleri Türkçeye en çok çevrilen düşünürlerden birir kendi tefsirinden bahsederken şöyle diyordu: " O'nu sadece kendilerini biraz daka Kur'an'a yaklaştırması için okusunlar. Sonra doğrudan doğruya Kur'an'a yaklaşsınlar ve onun gerçeklerine uzanarak benim yazdıklarımı bir kenara atsınlar.. Ama şunu da unutmasınlar ki hayatlarını bu Kur'an uğrunda vermedikçe, O'nun buyruklarını hayatlarında tahahhuk ettirmek için kendilerini feda etmeyi göze almadıkça ve içinde bulundukları cahiliyet cemiyeti ile Kur'an adına ve Kur'an'ın sancağı altında amansız savaşlara girişmedikce O'nun mefhumlarını bütünü ile anlayamazlar."  Madem ki Allah, kendi dinini Kur'an'da anlatmıştı ve madem ki yalnız Kur'an evrenseldi ve Korunma taahhüd altında idi, o zaman dini kavrama adına yapılabilecek tek şey Kur'an'a gidilmesiydi.

    Kur'an'ın tek kaynak olarak kabulunün diğer kaynaklara getirilen eleştirilerden öte, başka bir haklılık sebebi de yeni oluşan Kur'an anlayışı idi. Yine eserleri en çok çevrilen başka bir düşünür de:" Evet Kur'an, Kur'an ama hangi Kur'an?" diye sormuştu. Bu söz Kur'an hakkındaki kanaatların da farklı darklı olduğunu anlatıyordu. Bu soruya verilecek cevap da: "Kur'an'ın anlattığı Kur'an" şeklindeydi. Kur'an okumaya başlandığında Kur'an hakkındaki kanaatların ne kadar saptırılmış olduğu görülebiliyordu. O tanındıkça islam'ın kavranılmasında Kur'ani muhteva ve bu muhtevanın kendi uslunu içinde anlaşılmasının gerekliği vazgeçilmez oluyordu.

    Diğer tüm akımların bilinen gelenekleri varken, ileri sürdükleri tezlerin çoğunun klasik Kelamiyye, Sufiyye, Selefiyye akımlarınca savunulmasına rağmen Kur'an diyen akımın tarihsel dayanaklarını bulmak oldukça güçtü. Asrı saadetten sonra bu bakış açısı ilk defa mı gündeme geliyordu? Kuşkusuz hayır. Nerede bu alimler ve eserleri? Onlar hep tarihe gömülmeye çalışılmışlardı. Tefsirler, tarik kitapları vs.nin onlardan ve düşüncelerinden bahsederken "Gale fülanun" ya da "gıyle" ön ekleri ile bahsettikleri görülmektedir.

    Dünyanın belli yerlerinde ortaya çıkan ve Kur'an'ın altını çizen akımların temsilcileri sayılabilecek kişilerin eserleri, belli kaygılardan dolayı yakın zamana kadar Türkçe'ye çevrilmemiş ve gündeme getirilmemiştir. Çevrilmiş olanların da üzerine çarpı işareti koyulduğu gözlenmektedir.

    Hangi İslam sorusuna Kur'an'da sınırları belirlenen İslam cevabını veren akım, her çiçeğe konup gerekli özleri toplayan arı olmak zorunda kalmışlardır. hangi özleri toplayacaklarını Kur'an'dan öğrenip ilim dünyasına gireceklerdir. Özellikle 70'li kuşağın sahiplendiği bu yönelişin en büyük sorunu- toplumsal baskıyı bir yana bırakacak olursak- dil idi. Kur'an'ın Arapça oluşu ve genç kuşağın Arapça bilmeyişi onları bir başlandıç olarak Kur'an'ın türkçe meallerine götürmüştü. Bir yandan türkçe mealler, tefsirler ve Kur'an'la ilgili araştırmalar okunurken diğer yandan meallerin çoğunun geleneksel islam anlayışından kurtulamadan çevrilmesi Kur'an ifade ve kavramlarına hakim olamadıklarının zamanla anlaşılması ve herşeyden öte Kur'an gibi bir Kitab'ın kendi dili ile okunmasının gerekliliğine olan inanç, bu insanları Arağça öğremneye yöneltmiştir. Ancak bir başlangıç olarak meal okumaları dolayısı ile bu insanlara "mealci" "tefsirci" gibi isimlerin takıldığı ve fakat bu akımın temsilcisi bu nitelendirmeleri benimsemediklerini ve kendilerine Kur'an'ın verdiği "Müslüman" ismini yeterli gördüklerini öeşitli vesilelerle açıklamaktadırlar.

    Artık Türkiye'de Kur'an'ın anlaşılması çabası vardı. Meallerle başlayıp zamanla Kur'an kavramlarının, konularının araştırılıp didik didik edildiği bir dönem yaşanıyordu.

 

    İslami Bir Hareket Modelinin Eksikliği:

    Örgütlenememiş yapılanma dediğimiz ve Türkiye'de belirginlik kazanmış akımların islamı kavrayış düzeyinde oldukça çaba sarf ettiklerini ve yoğun bir tartışma içinde olduklarını söylemeye öalıştık. Ancak bu akımların arasında kavrama düzeyinde varolan farklılıkların somut hayatta yansımasını bulmadığı söylenebilir. Bu akımlar kavranılan islama ulaşmak için neler yapıyorlar? Yani hangi islam sorusuna yukarıdaki gibi cevap veren eğilimler, o islama toplumsal olarak nasıl ulaşılacak sorusuna nasıl cevap veriyorlar?

    Bu yapılanmanın içinde varolan akımların kendi kriterlerine göre geliştirdikleri bir hareket modeline sahip olmadıkları söylenebilir. Cevaplar, genellikle radikal bir tavırdan dolayı mevcut (örgütlenmiş) yapıların Kur'an ve sünnete dayanmadığı şeklinde eleştireldir. Ya da çok genel bir düzlemde hadisi önplana çıkaran akıma göre İslami Hareket Rasulun yolundan gitmelidir ve o yol da siyer ve hadis kitaplarından çıkarılabilir. Veya Kur'an diyen akımın vurguladığı şekliyle islami hareketin yolu da (ki rasulun de yoludur) Kur'an tarafından belirtilmiş şeklindedir. Yine bu görüşe göre, peygamberlere gelen vahyin hayata hakim kılınmasının yolları da vahy tarafından öğretilmiştir.

    Ancak küçük birkaç çaba dışında ne Kur'an'da ne de ortaya konulan mücadele yolu ne de siyerde Allah Rasulunün takip ettiği yol çağdaş İslami mücadelenin yollarını açıklığa kavuşturabilecek şekilde netleştirilebilmiştir. peygamber'in tevhid mücadelesinde izlediği yol "sünnet" tabirinin en güzel anlamlarından biri olmasına rağmen görgü kurallarını nafile ibadetleri, kişisel tutum ve davranışları vb. tüm sünnetleri(!) defalarca işleyip dillerindeb düşürmeyenlerin o büyük sünneti izlemek için hiçbit çabaya girmedikleri gçrülmektedir. Özellikle de Kur'an'ı ön plana çıkaran akımın "cemaat", "imam" gibi toplumsallaşma ile ilgili kavramları tedirginlikle karşıladıkları görülmektedir. Bunun yerine islamın bireye verdiği önemden hareketle öabaların (şimdilik kaydıyla ki "gelecek" imajı tüm islami yaklaşımlarda görülebilir) bireysel düzeyde kalması gerektiğini savundukları ve herşeyin doğal seyrine bırakılmasını anlatan "kendiliğindenlik" kavramının vurgulandığı gözlenmektedir.

    De-Politizasyon süreci için oldukça önemli bir yere sahip ve kanaatimce mevcut yapılara karşı tepkiselliğin bir uzantısı olan "bireyselcilik" ve "kendiliğindemlik" kavramlarının ne kadar Kur'ani olup olmadığı da sorgulanmalıdır. Toplumsallaşmakla ilgili olarak yapılan tartışmaların "ne yapmalı?" sorusuna tatminkar cevaplar veremeyişi, bu konuyu sıkıcı hale getirmiş, sorun görmezlikten gelinmeye başlanmıştır. Ancak eğer islamın hakim oluşu adına yapıp edilebilecek şeyler "bilinçli" olacaksa bu soruya akımların kendi kriterlerince verecekleri cevaplar da olmalıdır. Meğer ki cevaplar bu konuda susulması, sorunun cevapsız bırakılması gerektiği olsun. Burada yapılıp edilen şeylerin köklü bir çözüm öneremediği vurgulanmak isteniyor. Yoksa bu akımların islamın yaygınlaşması yolunda yapıp ettiklerini görmezlikten gelmek ya da küöümsemek değil amacımız.

    Eğitim galiba tüm düşünsel-politik akımların programlarının ilk maddesidir. Eğitim denilince de akla ilk gelen etkinlikler ise eğitim kurumlarının oluşturulması ve çağımızda iletişimin aldığı pozisyondan dolayı yayıncılıktır. "Bir yayınevi kuralım" ifadeleri nice gençlerin zihinlerini meşgul etmiştir. Bizim ikinci kategorifde ele aldığımız ve yayıncılığın oluşup gelişmesinde en önemli etken olarak gördüğümüz akımların ise hala en önemli toplumsal faaliyetlerin yayıncılık olduğu söylenebilir.

    Ancak islami gelişimin yayıncılıkla birlikte olmasının sağlıklı bir yol olmadığı düşüncesindeyim. Çünkü  bu süreçte "tebliğci" müslüman aydına, yazara, zaman zaman da yazının kendisine dönüşür. Kensisine tebliğ edileceklerler ise "nas"dan "okur"a  dönüşür. Oysa islam gibi inançların eyleme dönüştüğü bir dinin yaygınlaşmasında "yaşanan örnek insan" (Rasul) faktörü unutulmamalıdır.

    Eğer islami toplumsal dönüşümün ipuçları Kur'an'da aranacak olursa anahtar kavramların, vahiy- rasul- toplum üçlüsü olduğu görülebilir. Kur'an, insanı, Allah'ı evreni ve bunlar arasındaki ilişkileri anlamada kaynak olarak vahyi gösterirken; vahyin topluma ulaştırılmasında temel aracı olarak Rasulu ön plana çıkarır. Örnek olarak şu ayetler verilebilir: "Rabbin kasabaların halkına onlara ayetlerimiz okuyacak bir Rasul göndermedikçe onları helak etmiş değildir. Zaten biz yalnız halkı zalim olan kasabaları helak etmişizdir (Kasas 59).

    "Ey cin ve insan topluluğu size ayetlerimi anlatan bugünle karşılaşacağınıza dair sizi uyaran Rasuller gelmedi mi?"(En'am 130)

    "De ki: Eğer yeryüzünde uslu uslu yürüyen melekler olsaydı elbette onlara gökten bir meleği elöi gönderirdik."(İsra 95)

    Bu be venzeri ayetler incelendiğinde vahyin toplumsallaşmasında yaşayan örnek insan faktörünün önemi görülecektir. Bu faktör olmadan biz, binlerce Kur'an bastırıp insanlara dağıtsak gerçekte Kur'an'ı tebliğ etmiş olur muyuz? Örneğin KALEM dergisi ne kadar çok traj taparsa yapsın ne kadar nitelikli yazılar zayılırsa yazılsın islami bir toplumsal dönüşüme katkıları insanlarla kurdukları ilişkilerde elçilik yapabildikleri ölçüde olacaktır.

    Türkiye'de İslam'a yöneliş, dünyada dine olan yönelişe paralel bir gelişme gösteriyor. Meselenin özü; sorumluluk duyan insanlar bu gelişmenin Allah'ın dinine doğru olması yönünde neler düşünüp neler yapacaklarıdır.

 

Kalem Dergisi sayı 9, Eylul 1988