VAHİY VE TARİH
Ömer
Özsoy
Vahiy ve Tarih"
denilince, ‘tarih' kelimesinin çağrışım dünyasının zenginliği
nedeniyle pekçok şey akla gelmektedir. Bu tebliğde
vahiy-tarih ilişkisiyle, özelde Kur'an vahyinin içeriği ile
olgusal durum arasındaki ilişki bağlamında ilgilenilecektir.
Bu esnada, gerek bu çerçevedeki sorunlarımızın netleşmesine ve
çözümüne yönelik katkıları, gerekse bu toplantının aynı
zamanda bir Fazlur Rahman'ı
anma toplantısı olarak düşünülmüş olması nedeniyle, sorunu
Fazlur Rahman tecrübesi
ekseninde tartışmamın isabetli olacağını düşündüm.
Dolayısıyla, tebliğimde Fazlur Rahman'ın İslam-Çağdaşlık
ikileminin çözümüne yönelik "İslami çağdaşlaşma" projesini,
dayandığı ‘vahiy' ve ‘tarih' tasavvurları açısından
değerlendirmeye çalışacağım.
Kur'an vahyinin
belli bir tarih diliminde gerçekleştiği ve buna bağlı olarak,
sözkonusu tarih dilimiyle ve hitabın yönetildiği kültürel
çevre ile sıkı sıkıya ilişkili olduğu muhakkaktır. Hz.
Muhammed (as) aracılığıyla tebliğ edilen son vahyi içeren
Kur'an metni incelendiğinde, verili duruma oldukça sınırlı
ölçüde, ama son derecede köklü müdahalelerde bulunulduğu
gözlemlenmektedir. Yine, sözkonusu ilahi müdahalelere, Hz.
Muhammed'in önderliğindeki İslami hareketin gerçekleştirdiği
büyük değişim/dönüşüm karşılaştırıldığında, bu başarının
ortaya çıkarılmasında vahyin yanısıra, beşeri katkıların da
ihmal edilemez ölçüde etkinlik arzettiği farkedilmektedir.
Vahyin bildirdiği ilahi talepler ve gösterdiği hedefler
doğrultusunda, Hz. Muhammed'in önderliğinde ortaya konan bu
pratiğe Fazlur Rahman ‘Sünnet' olarak isimlendirir.
Onun yalnızca Hz. Peygamber'in somut rehberliğiyle
sınırlamadığı, ama mutlaka ilahi gözetim ve denetim altındaki
bu peygamberi rehberliğe istinad ettirdiği Sünnet yorumuna,
‘Nebevi Sünnet'in yanısıra "Yaşayan Sünnet" boyutunu da
katmış olması, belli ki, onun Sünnet'i, özünde dinamik bir
sürec olarak algılamak istemesinden kaynaklanmaktadır.
Sünnet'e ilişkin bu yorumun, değişken ve ne yöne seyredeceği
önceden belirlenmemiş, deyim yerindeyse, ucu açık bir tarih
tasavvuru üzerine oturduğu açıktır.
Fazlur Rahman'a göre değişim kaçınılmazdır.
Buna bağlı olarak, o Sünnet'i, Hz. Peygamber tarafından
belirlenmiş standart bir davranış kalıbı olarak değil, Hz.
Peygamber'in, -onun eğitimini almış seçkin arkadaşlarının ve
onların yetiştirdiği Müslüman nesillerin, özetle İslam
cemaatının değişen çevre koşullarına ve hayatın meydan
okumalarına ‘’cevap verirken" dayandıkları ve aynı zamanda bu
cevapların geliştirdiği bir gelenek olarak açıklama
eğilimindedir.
Bu Sünnet yorumunun, Rahman’ın Kur'an'ın mahiyetine ilişkin
tasavvurunun organik bir uzantısı olduğunu farketmek güç
olmasa gerektir. Zira ona göre Kur'an'ın kendisi de, 7. yy.
Arap Yarımadası'ndaki duruma verilmiş ilahi bir ‘cevap'tır.
Fazlur Rahman'ın algı dünyasında Sünnet ve vahiy arasındaki bu
işlevsel paralellik yönünde bulundurulduğunda, onun şu vurgusu
netleşmektedir: Sünnet yalnızca (Nebevi Sünnet olarak) vahyin
buyruklarının ilk pratiği olmayıp, aynı zamanda (Yaşayan
Sünnet olarak) vahyin misyonunun İslam cemaatı tarafından
sürdürülmesinin de adıdır.
Fazlur Rahman'ın "Yaşayan
Sünnet" yorumunun tarihsel gerçeklikle örtüşüp örtüşmediği
tartışmasını
bir yana bırakarak, böyle bir soyutlamayla onun ne yapmaya
çalıştığını anlamayı deneyecek olursak; bu girişimin,
‘değişim’ olgusu ile vahyin içerik bakımından sınırlı oluşu
arasındaki karşıtlıktan kaynaklanan kadim soruna (
nedretu'n-nusûs ma’a tekâsuri'l-vaqâ’i’) bir çözüm arayışı
anlamına geldiğini söyleyebiliriz. Sorun şudur: Hz.
Peygamber'in vefatıyla birlikte vahiy kesilmiş, ama tarih sona
ermemiştir; dolayısıyla, hayat yeni sorunlar üretmeye devam
ettiği halde, bu sorunlar karşısında nasıl tavır takınması
gerektiği konusunda İslam cemaati doğru bir ilâhi/peygamberi
rehberlikten yoksun kalmıştır. Rahman'a göre, Sünnet'in
Hadis'e indirgenmek suretivle dinamizminden soyutlanmasından
önceki dönemlerde İslam cemaati değişen çevre koşulları
karşısında ‘bocalamaksızın' islami yaşambiçimleri/çözümler
üretmede başarılı olagelmişlerdir; metaforik bir söyleyişe,
Allah'ın ve Rasul'ün attığı adımların sürdürebilmişlerdir.
Sünnet'in dinamik bir süreç olmaktan çıkarılıp metne
(hadis) indirgenmesinden ve Hadis'in Kur'an'la birlikte
kaynak metin ( nass ) olarak kullanılmaya
başlamasından sonra ise, yeni durumlara karşı İslami tepki
vermenin tek yolu olarak ‘kıyas' -o da çok sınırlı bir
düzeyde- işletilmiştir.
Rahman'ın nassın
sınırllılığına karşın olayların sınırsızlığı sorununa çözüm
olmak üzere geliştirilen ve kıyasın işletilmesini de mümkün
kılan "sebebin hususiliği hükmün umumiliğine engel teşkil
etmez"
ilkesine alternatif olarak, kendi algılama biçimiyle ilk
nesillerin uygulamalarına (Yaşsayan Sünnet) dikkat çekmek
istediği söylenebilir.
Usulcülerin geliştirdikleri bu formül, nass'daki (Kur'an ve
Hadis) hükümlerle kıyaslanamayacak -dolaysıyla Kur'an'ın
indiği dönemdeki verili duruma bir şekilde indirgenemeyecek-
yeni durumların zuhur edebileceğini yadsıyan bir tarih
tasavvuru temelinde yükselmektedir. Rahman'ın tasavvuruna göre
ise, Hz. Peygamber sonrası dönemde Kur'an'da ve Hz.
Peygamber'in uygulamalarında bir makîsun ‘aleyh
bulunamayacak yeni durumlar pekala zuhur edebilirdi ve nitekim
etmişti de... Hz. Peygamber'in vefatıyla birlikte vahyin
doğrudan yol göstericiliğinden de mahrum kalmış bulunan İslam
cemaati, yeni gelişmeler karşısında tavır belirlerken, doğal
olarak, Kur'an metnini değil, vahyin rehberliği altında
yaşadıkları tecrübeyi esas almışlardır. Pek çok örneğin
yanısıra, özellikle Hz. Ömer'in, Kur'an'ın lafzi talimatına
ters düşse bile, Kur'anî hedefin gerçekleşmesi için gerekli
gördüğü adımları atma konusunda cesaretsizlik göstermemiş
olması oldukça öğreticidir.
Bu noktada, Fazlur Rahman'ın doğrudan doğruya Fıkıh Usulü'ne
katkı önerisi olarak kabul edilebileceğini düşündüğüm şu
vurgusu netleşmektedir: Kur'an'ın gösterdiği idealleri
gerçekleştirmek, onun lafzî talimatını tatbik etmekle her hal
ve kârda aynı şeyde değildir. Bu yüzdendir ki,
nüfuz etmeye çalıştığımız bu algı dünyasına göre, Kur'anî
mesajın, nüzul döneminden sonra veniden tarihe müdahil
kılınabilmesinin tek yolu, İslam'ı yeniden canlı, dinamik bir
geleneğe dönüştürmek, yani Yaşayan Sünnet'i ihya etmektir. Bu
ise, teorik olarak, vahyin denetimi altındaki tecrübeden, yani
nüzul döneminden sonra doğal olarak beliren ‘Kur'anî söylem' -
‘Kur'anî mesaj' ayrışmasının farkına varabilmeyi gerekli
kılmaktadır.
Fazlur Rahman, Kur'an'ın lafzî
talimati ile bu talimatların gözettiği ilkeler arasındaki
ayrışmanın farkedilemeyişinin nedenlerini de tahlil
etmektedir. Kuşkusuz, Ortaçağ boyunca hayatın modern
zamanlarda olduğu kadar hızlı değişimler içermeyişinin, bu
ayrışmanın algılanamayışında rolü olmuştur. Zira, nüzul
dönemini izleyen dönemlerde İslam coğrafyasının siyasî,
ictimaî, askerî, iktisadî vb. alanlarda çok köklü değişimlere
sahne olmayışı nedeniyle, nassın mantukundan çıkarılan veya
kıyasla elde edilen hükümler büyük ölçüde İslam cemaatinin
ihtiyaçlarına cevap veregelmiştir. Rahman, Kur'an'ın lafzî
talimatını yerine getirmekle, aynı zamanda Kur'an'ın
hedeflediği idealin yerine getirilmiş olacağı sanısının, bunun
dışında bir sebebine, Kur'anî söylemin doğasından kaynaklanan
nedenine dikkat çekmektedir: Ku’anî genel ilkeler
vermek yerine, somut çözümler getirmiş olması.
Böyle olunca, Kur'an'ın tikel dummlar için öngördüğü bu tikel
hükümlerin bizzat kendileri, arkalarında yatan genel/evrensel
hükümler/ilkelerle özdeş olarak algılanabilmiştir. Belki de,
Kur'an'ın hitabı ile, bu hitapta içkin olan mesajın
birbirinden ayırdedilmesine ilk fırsat veren, İslam cemaaının
modernite tecrübesi olmuştur. Zira, "modernitenin değerleri ve
kurumlarıyla Müslümanlar'ın yaşadıkları coğrafyayı da etki
alanına alacak şekilde egemen olmasıyla birlikte, Kur'an
hitabının, içinde yaşadığımız çağla hemen hiçbir konuda
örtüşmediği farkedildi. O ne çağdaş kavramlarla konuşmakta, ne
de çağdaş sorunları ele almaktaydı; dolayısıyla, dış dünyada
onun hitabının birebir karşılıkları yoktu. Bu durum
Müslümanlar'ı şöyle bir ikilemin kucağına itti: Kur'an'ın
hitabı bu çağa yönelik olmadığına göre, Müslümanlar va
Kur'an'a rağmen çağdaşlaşmayı ya da çağdas duruma rağmen
Kur'an'a sadakati tercih etmek durumundadırlar. Kuşkusuz,
Müslümanlar'ın bu soruna yönelik çözüm önerileri, yani
modernite karşısındaki tepkileri, çok değişik açılardan ele
alınarak, çok farklı tasnifler altında açıklanabilir nüanslar
taşımaktadır. Bununla birlikte, şu anda üzerinde durduğumuz
konu açısından gerçek ayrışmanın, ‘vahiy' (özelde Kur'an) ve
‘tarih' anlayışları düzleminde belirginlestiği kamsındayım.
Zira, Kur'an'ı 7. yy.'a hapsetmek suretiyle onun mesajını
tarihin içinde eritmekten başka birşeyi ürün vermeyen
İslam-Çağdaşlık karşıtlığı tezini belirleyen, vahiy ve tarih
hakkında sahip olunan tasavvurlar olmuştur" .
Bilindiği gibi,
Fazlur Rahman çagdaş
Müslümanlar'ın bu sorun karşısındaki çözüm önerilerini belli
dönemler halinde değerlendirmeye tabi tutmaktadır.
Bu esnada İslam-Çağdaşlık ikilemi karşısında sergilenen iki uç
tutumla lalaik çağdaşçı ve katı muhafazakar tutumlarla da
polemiğe girmektedir.
Onun muhafazakar müslümanlara ve laik çağdaşlara yönelik
eleştirisi, her iki kesimin düşünüş biçiminin de, Kur'an'ın
bugün tarihe müdahil kılınamayacağını sonuç vermesidir. Bu
değerlendirmeye bütünüyle katılıyor ve bunun sebebini, her iki
kesimin de, olgusal olanı değer mevkiine yükseltmelerinde
görüyorum: "Hiçbir otantik Müslümanın Kur'an'a sadakatten
vazgeçmeyeceğini düşündüğümüzde, muhafazakar Müslümanların
tutumları bize daha müslümanca görünse de, sonuçta her iki
tutum da ‘olgusal'cı - muhafazakarlar ‘Asr-i Saâdet' olarak
isimlendirdikleri tarihsel bir durumu çağdaşlar da ‘modern'
olarak niteledikleri tarihsel bir durumu- değer haline
getirmek gibi bir hatada birleşmektedirler. Bu iki aykırı
mutlakçı ucun ittifak ettikleri nihai hüküm ise şudur:
Kur'an bugün tarihe müdahil kılınamaz. Sonuçta,
sekülerist çagdaşçı yaklaşım Kur'an'dan bağıimsız bir
yenilenme modeli önerdiği, hatta Kur'an'ı değişimin önünde
bir engel olarak gördügü; katı muhafzakar yaklaşım da,
yenilenmenin Kur'an'dan kopmak olacağı gerekçesiyle her türlü
yenilenmeye karşı çıktığı için, her iki tutum da "Müslüman
kalarak yenilenme" formülü geliştirememişler, dahası,
"Müslüman kalarak yenilenme"nin imkanına inanmamışlardır".
Fazlur Rahman ise, her iki
durumu da kendi tarihsellikleri içerisinde algılama ve
eleştirme eğilimindedir. Onun projesi, Müslüman kalarak
çağdaşlaş-manın imkaınını varsayan yenilik yanlısı çizgiye bir
katkı niteliği taşıdığı için, onun önerdiği modelin özgünlüğü,
çağdaşlaşma yanlısı Müslümanlar'a getirdiği eleştirilerde
gizlidir. Herşeyden önce belirtmek gerekir ki, onun en özgün
yanı ve kaçınılmaz addettiği tutum, ahlaki bir öge olarak
fikri dürüstlük ve ödünsüzlüktür; bu anlamda o gerçek bir
radikaldir. Nitekim kendisi, pek çok selefini ve çağdaşını
"ilkesiz yenilikçilik" adı altında toplaya bileceğimiz
suskunluk, ikiyüzlülük, geleneği istismar ve eklektisizm gibi
nitelemelerle ele almış ve eleştirmiştir. Fazlur Rahman'ın
-yerine göre acımasız- eleştirilerine maruz kalan ilkesiz
yenilik yanlısı Reformistler, sonuç itibarryla çağdaşlaşmayı
mümkün ve meşru kılacak her türlü aygıta ve malzemeye
başvurmuşlardır. Ne çağa, ne de geleneğe yönelik derin bir
kavrayış ve eleştiriye sahip olduklari için, yeri geldiğinde
bazı Kur'an pasajlarının bile tarihselliğini kabul ederken,
ihtiyaç duyduk-larında hiç çekinmeden ve sorgulamadan,
amaçlarına denk düşen tarihsel bir uygulamayı geleneğin
içinden çekip çıkarabilmekte ve önerdikleri modelin bir yerine
monte edebilmektedirler.
Sonuçta,
muhafazakarlar sadece Kur'an'ın mesajını tarihin dışına
itmekle laikler de bu mesajı tarihin içinde eritmekle
yetinirken; reformistler, işi Kur'an metninin özgün anlamına
tasallut noktasına kadar vardırmışlardır. Böyle bir yaklaşımla
Kur'an'a herşeyi söyletmek mümkündür ve herşseyi söyleyebilen
bir metin olarak algılandığı andan itibaren Kur'an'ın
rehberliğinden sözetme imkanı da ortadan kalkar. Bu noktada,
Fazlur Rahman'ın namusu gibi
sarıldığı bir diğer hassasiyet alanına girmiş oluyoruz: Kur'an
metninin özgün anlamı.
Fazlur Rahman, Yaşayan Sünnet'i
yeniden güncelleştirmek suretiyle yeryüzünde Kur'an'ın
gösterdiği hedefler doğrultusunda bir toplum oluşturmaya
yönelik kendi önerdigi "İslami çağdaşlaşma" modelinin,
yukarıda değinilen ve burada işaret etme imkanımız olmayan
diğer sakıncalardan uzak tek çağdaş-laşma modeli olduğu
kanaatindedir. Bu modelin temelinde, Kur'an'ı anlama ve
yorumlama süreçlerinin birbirini izleyen iki ayrı süreç
olduklarının kabulü yer almaktadır. Bu ayırım sayesinde Fazlur
Rahman, bir yandan Kur'an hitabının keyfi anlam
belirlemelerinin tasallutundan korunmasını, ama aynı zamanda
bu lafzî delaletin ötesinde, başka durumlara taşınabilir olan
‘mesaj'ın kavranabilmesini mümkün kılmanın peşindedir. Kısaca
ifade etmek gerekirse, onun "ikili hareket" olarak nitelenen
önerisi; bugünden Kur'an'ın indiği döneme giderek, herbir
Kur'an pasajını kendi tarihselliği içerisinde anlamayı (anlama
süreci) ve elde edilen anlam ile, ilgili tarihsel durum
arasındaki ilişkiden hareketle, Kur'an'ın gösterdigi ideali
tespit edip, kendi verili durumumuza karşı bu ideal
doğrultusunda bir cevap vermeyi (yorum süreci)
içermektedir.
Fazlur Rahman, bu ikinci
sürecin, yani Kur'an'dan elde edilen ideallerin bugün nasıl
pratize edileceği konusuna ilişkin yorumların öznellik
riskine açık olduğunu bütün açık yürekliliğiyle teslim
etmekle birlikte,
anlama sürecinde nesnelliğin imkanı konusunda ısrarlıdır. Ona
göre, herbir Kur'an pasajı, indiği dönemde muhataplarına belli
bir şey söylemiştir ve herhangi bir Kur'an yorumu meşruiyyet
iddiasında bulunabilmek için, Kur'an'ın "söylemişs olduğu"ndan
hareket etmek zorundadır.
Bu noktada onun öznelci yorumsamacılarla girdiği
yüzeysel tartışmaya temas etmeye sanırım zamanımız elvermez.
Fazlur Rahman'ı bu tartışmada Gadamer'e karşı Betti'nin
argümanlarını benimsemeye iten, Kur'an'ın ilk Müslüman nesil
için ifade ettiği anlamın, (buna, Kur'an hitabının özgün
anlamı diyebiliriz) tarihin her döneminde anlaşılması
zaruretine olan inancıdır; bu zaruretin yerine getirilmesi
ise, anlama sürecinde nesnelliğin imkanına bağlıdır. Sanırım,
Fazlur Rahman'ı bu tartışmada
saf tutmaya iten, İslam'ı bugüne taşımanm ilk adımı olduğunu
düşündüğü "Kur'an hitabınıi kendi tarihselliği içinde
anlama"ya imkan aralama iradesinden başkası değildir. Bu
nedenle, onun projesi/önerisi üzerine fikir beyan ederken, bu
konumunu gözardı etmenin haksızlık olacagı kanısındayım.
Nesnelciliğe yönelik eleştirileri bütünüyle haksız bulmamakla
beraber, "tarihin yeniden kurgulanmasının mümkün olmadığı,
dolayısıyla bu suretle özgün anlamın tesbit edilmesinin boş
bir hayal olduğu"
düşüncesi temelinde yükselen Fazlur
Rahman (veya nesnellik) eleştirilerinin tamanın, aynı
zamanda İslam geleneğinin asli bünyesine yönelik eleştiriler
olarak değerlendiriyorum. Zira ictihâd'ın kendisi,
Şari'in maksadının/Kur'an ifadelerinin özgün an
lamlarının/nesnel anlamını (ma'nâ-i vaz'i ) ’orada'
durduğu ve ‘kesf' edilebileceği iddiası üzerinde varlık
kazanan bir girişimdir.
Bu itibarla,
Rahman'ın, tam da çok eleştirilen nesnelciliği ve
tarihselciliği nedeniyle, gelenek içerisinde hareket ettiğini
ve sonuçta getirdiği önerilerin ictihâd kurumunu
güncelleştirmeye ve bu çabanın işlerlik alanını genişletmeyi
hedeflediğini düşünüyorum. Bilindigi gibi, ictihâd,
tarih boyunca/gelenekte -işaret edilmiş bulunan istisnalar
dışında- nassın suskun kaldığı alanlarda işletilmiştir.
Rahman ise, bu kurumu, nassın konuştuğu alanda da işler
kılmayı önermektedir.
Zira ona göre, Kur'an ve Sünnet’in ilgilenmediği yeni
durumlar ve sorunların başgöstermesi imkanı şöyle dursun;
esasen, Kur'an ve Sünnet her konuda son adımı atmış da
degildir. Bu yüzden, Kur'an'ın ve Sünnet'in attığı adımları,
Müslümanlar'ın atacağı yeni adımların izlemesi -Rahman'ın
ifadesiyle Yaşayan Sünnet'in ihya edilerek yeniden işler
kılınması- kaçınılmazdır. Müslümanlar'ın, onu hem islâmi
geleneğin içinde kılan, hem de geleneğin egemen çizgisinden
ayıran bu cür'etkar önerisini henüz bireysel bir tecrübenin
ürünü olarak okuma eğiliminde olduklarını düşünüyorum.
Kanaatimce, Fazlur Rahman
tecrübesi, sonuçta müslüman (Allah'a teslim olmuş) bir bireyin
çagdaş dünyada Allah'ın istediği/isteyebileceği ‘oluş' ve
’duruş'un açık bir arayışını resmetmektedir; bu arayış
birilerince paylaşıldığı sürece de, onun bu çabası, aynı
zamanda bireysel bir tecrübeden fazla bir anlam ifade
edecektir.
Kaynakça
Açıkgenç,
Alparslan,
"İslami Uyanış ve Yenilikçilik Düşünürü Fazlur Rahman'ın
Hayatı ve Eserleri", İslami Araştırmalar IV (1990), s.
232-252.
Aktay, Yasin,
"Objektivist ve Relativisit İradeler Arasında Kur'an'ı
Anlama", Kur'an Sempozyumu (Bilgi V.), Ankara 1996, s.
51-62.
el-Amidî,
el-İhkâm, Mısır 1387/1967.
Fazlur Rahman,
"Allah'ın Elçisi ve Mesajı", Allah'ın Elçisi ve Mesajı:
Makaleler I (çev. Çiftçi), Ankara 1997, s. 27-57.
__, "İslam,
Sorunlar ve Fırsatlar", Allah'ın Elçisi ve Mesajı:
Makaleler I, s. 79-103.
__, "İslami
Çağdaşlaşma; Alanı, Metodu ve Alternatifleri" (çev. Bekir
Demirkol), İslami Araştırmalar IV (1990), s. 311-320.
__, Tarih
Boyunca İslami Metodoloji Sorunu (çev.
Salih Akdemir),
Ankara 1995.
__, İslam (çev.
M. Dağ-M. Aydın), İstanbul 1981.
__, İslam ve
Çağdaşlaşlık
(çev. A.
Açıkgenç-M.H. Kırbaşoğlu), Ankara 1996.
Özsoy, Ömer,
"Kur'an ve Müslümanlar'ın Yenilenme Sorunu’’, Değişim
Sürecinde İslam (20-22 Nisan 1996, Ankara), Ankara 1997,
s. 7-14.
Ünal, İsmail
Hakkı,
"Fazlur Rahman'ın Sünnet Anlayışı ve Yaşayan Sünnet Kavramı
Üzerine", İslami Araştırmalar (Fazlur Rahman Özel Sayası)
IV (1990), s. 285-294.
bkz. Tarih Boyunca İslami Metodoloji
Sorunu (çev. Salih Akdemir), Ankara 1995, s. 19 vd.
bkz. age., s. 181 vd.; ayrıca bkz. Alparslan
Açıkgenç, "İslami Uyanış ve Yenilikçilik Düşünürü Fazlur
Rahman'ın Hayatı ve Eserleri", İslami Araştırmalar IV
(1990), s. 240-241.
Fazlur Rahman'ın Sünnet anlayışı için bkz. Tarih
Boyunca İslami Metodoloji Sorunu, 1 ve 2. Bölümler, s.
11 vd.
"Allah'ın Mesajı ve Elçisi", Allah'ın Mesajı ve Elçisi:
Makaleler 1 (çev. Adil Çiftçi), Ankara 1997, s.53.
Bu konuda bkz. İsmail Hakkı Ünal, "Fazlur Rahman'ın Sünnet
Anlayışı ve Yaşayan Sünnet Kavramı Üzerine", İslami
Araştırmalar (Fazlur Rahman Özel Sayısı) IV (1990), s.
285-294.
krş. Tarih Boyunca İslami Metodoloji Sorunu, s. 22
vd.
Bu formülle ilgili tartışmalar için bkz. el-Amidi,
el-Ihkâm, Mısır 1387/1967, II. 218-222.
krş. İslam ve Çağdaşlık (çev. A. Açıkgenç - M.H.
Kırbaşoğlu), Ankara 1996, s. 81.
Fazlur Rahman'ın başvrduğu uygulama örnekleri için bkz.
Tarih Boyunca İslami Meledoloji Sorunu, 5. Bölüm, s.
181 vd.
bkz. İslam ve Çağdaşlık, s. 85.
Müslümanlar'ın modern durum karşısındaki tavırlarını, daha
önce, başka bir vesileyle tahlil etmeye çalışmıştım; bkz.
"Kur'an ve Müslümanlar'ın Yenilenme Sorunu", Değişim
Sürecinde İslam Sempozyumu (20-22 Nisan 1996, Ankara),
Ankara 1997, s. 7-14.
‘’İslami çağdaşlaşma; Alanı, Metodu ve Alternatifleri"
(çev. Bekir Demirkol), İslami Araştırmalar IV
(1990), s. 311-320; İslam (çev. M. Dağ - M. Aydın),
İstanbul 1981, s. 243 vd.
bkz. agm, s. 319 vd.; Tarih Boyunca İslami
Metodoloji Sorunu, s. 181.
bkz. İslam ve Çağdaşlık, s. 85 vd.
bkz. "İslami Çağdaşlaşma; Alanı, Metodu ve
Alternatifleri", s. 318.
Betti ve Gadamer tartışmasına atıfla yaptığı açıklamalar
için bkz. İslam ve Çağdaşlık, s. 67 vd.
Bu tür eleştirilerin özetini içermesi açısından bkz. Yasin
Aktay, "Objektivist ve Relativist İradeler Arasında
Kur'an' Anlama", Kur’an Sempozyumu (Bilgi V.),
Ankara 1996, s. 53 vd.
bkz. "İslam, Sorunlar ve Fırstlar", Allah'ın Elçisi ve
Mesajı: Makaleler I, s. 97.