İBNU RÜŞD
Ebu'l-Velid Muhammed
ibnu Ahmed ibnu Muhammed ibnu Rüşd
(520-595/ 1126-1198)
Dedesinin vefat ettiği yılda Kurtuba'da doğdu. 9 Safer 595
(1198) de Merakeş'te öldü. Babası ve dedesi Kurtuba kadılığı
yapmışlardı. Amelde Maliki, kelamda Eş'ari idiler. Dede
İbnu Rüşd'ün el-Beyan ve't-Tahsil ve el-Muhaddimat
eserleri var. Babası Ahmed ibnu Rüşd de fakihti.
Ebu
Zer Herevi (ö.435/1043) vasıtasıyla Eş'ari kelam sistemi
Batı'ya yayılmıştı. Ebu Velid Süleyman Baci Endülüsi
(ö.474/1081) ve Ebu Zer, el-Bakıllani Kelam yolunu
Endülüs'e ithal ettiler. Ebu Bekr ibnu Arabi
(ö.543/1148) Ebu Meali'nin Kelam anlayışını
benimsemişti.
İbnu
Rüşd el-Muvatta'yı ezberledi. Maliki Fakihi oldu.
Eş'ari kelamını öğrendi. Tıp tahsil etti, tabib oldu. İbnu
Ebu Usaybia der ki: " İbnu Rüşd tababeti ve
Felsefeyi İbnu Bacce'den öğrendi." Oysa O öldüğünde
İbnu Rüşd 13 yaşındaydı. O'nun eserlerinden yararlandı.
O'nun asıl hocası Ebu Cafer Harun Türcali'dir.
Ondan tababet, Ebu Muhammed Rızk'dan Fıkıh tahsil etti.
Ebu Abdullah el-Mazeri'den icazet aldı İbnu Rüşd.
İbnu Zühr ile dost oldu. Ebu Cafer, Muvahhidun
Halifesi ve Abdülmü'min'in halefi Emir Yusuf
O'nu himaye etti. 28 yaşında ilmi müesseselerin inşa
edilmesine yardımcı olması için Muvahhidun Halifesi
Abdulmümin tarafından Merakeş'e davet olundu. Burada
meşhur tabib Zühroğlu ile arası iyi idi. el-Külliyat
fi't-Tıb isimli hekimlik kitabını yazdı.
Emir,
Felsefe’ye hevesli ve meraklı idi.
Aristoteles'in veya
mütercimlerin ifadelerindeki farklılıktan ve ihtilaftan
şikayet ediyor, maksadın çok kapalı ve müşkil olduğundan
bahsederek, bu kitapları özetleyecek ve meseleyi gayet iyi
bir şekilde anladıktan sonra güzelce anlatacak birini arıyordu.
Maksadını
İbnu Tufeyl'e açmış, o da yaşının
ilerlediğinden ve diğer işlerinin çokluğundan bahsederek bu
görevin İbnu Rüşd'e verilmesini teklif etmişti.
Abdulvahid ismindeki Arap tarihçisi İbnu Rüşd'ün,
Hakim ibnu Yahya adındaki zata şunları söylediğini
nakleder:
"Emiru'l-Mü'minin'in
huzuruna girdiğim zaman,
İbnu Tufeyl'in orada olduğunu
gördüm. O, ailemin şerefini ve köklü oluşunu Emir'e
anlatmaya başladı. Hakkım olmayacak şekilde beni methu sena
etti. Emir bana yöneldi, babamın ve ailemin ismini sorduktan
sonra hemen, Felsefenin kevn itikadını sordu. Sorulma
biçiminden endişelendim. Cevap vermemek için özür diledim.
Emir sıkıldığımı görünce
İbnu Tufeyl'e döndü. Bu
meselede onunla tartıştılar.
Aristoteles,
Platon ve
diğerlerinin söylediklerini nakletti. Sonra Kelamcılar'ın
reddiyelerini saydı. İşte o vakit içimde bir ferahlık
hissettim, artık rahatlamıştım ama bütün işi gücü bu gibi
meseleleri incelemekten ibaret olan ulemada bile nadir bulunan
kuvvetli bir hafızanın ve zekanın Emir'de var olduğunu görünce
taaccup ettim. O sözü bitirdikten sonra, bu hali ilminin
derecesini görsün diye aynı konuda bana fikir beyan etme
cesareti verdi. Kendime bir cüret geldi ve derhal söze
giriştim. Meclisinden ayrıldığımda, bana mal, değerli bir
hilat ve binmek için de bir binek verdi."
İbnu
Rüşd yapılan teklifi kabul etti.
Aristoteles'in
eserlerini özetlemeye ve istifadeye en elverişli bir şekilde
tertip etmeye girişti. Yaptığı daimi, ilmi, ciddi ve sistemli
çalışmalar neticesinde çok yüksek bir seviyeye ulaştı. Batı
dünyasında Şarihi A'zam diye anılmaya başlandı.
Emiru'l-Felasife ya da Sultanu'l-Ukul ve'l-Efkar..
Doğu'da O'nun şöhretini duyan
Fahrettin er-Razi
Endülüs'e gitmeye karar verdi.
Emir
O'nu 564/1169 da İşbiliye'ye Qadı tayin etti. Önce
Aristoteles Felsefesi’nin özünü ve esasını bulmak ve sonra
da bunu şerh ve tefsir etmek için araştırmalara koyuldu. O
sene
Aristoteles'in Kitabu'l-Hayavan'ını telhis
etti.
566/1171 de Kurtuba Qadısı oldu.10 seneden fazla bu görevde
kaldı.
Aristoteles'in Ma-ba'de't-Tabia'sını ve
daha başka kitaplarını burada şerh etti.
577/1182 de Emir O'nu Merakeş'e çağırdı.
Sertabib yaptı. Daha sonra Qadı'l-Qudat görevi ile
tekrar Kurtuba'ya gönderdi. Denir ki: "İbnu Sina'ya
siyaset, İbn Rüşd'e Qadılık ve Emir'in özel tabibliği,
rahat içinde Felsefe ile meşgul olmalarını engelledi."
Emir vefat
etti. Yeni Emir 579/1184 de Yakub ibnu Mansur oldu.
O da İbnu Rüşd'e iltifat etti.
Senli benli oldular. Emir'e: "Dinle ey kardeşim, " diye hitap
ediyordu. Bunu eleştirenlere şöyle dedi:" Emir'in bir çok
bendeleri olduğu halde dostları olmaz. Bu ise kendileri için
büyük mahrumiyettir. Ben kendimi öyle mahrum sultanlar
arasında görmeyi arzu etmem. Size yaraşmayan O’na yaraşır."
Çekemeyenleri O'nu tekfir ettiler. Fuqaha O’nu Qur'an’ı
inkarla, hilafete tarizde bulunmakla suçluyorlardı. Bir
keresinde Emir O'nu sorguya çekip serbest bıraktı. Söylenti
şuydu:
Şöyle de
anlatılır: Ensari isminde bir Arab tarihcisi "Dünya
mahv olacak, kıyamet çok yakındır. Hatta falan vakit şiddetli
bir fitrına çıkacağını zamanımızdaki müneccimlerden biri
tesbit etmiştir" diye iddia etmiş, nunun üzerinde halk korkuya
kapılır. Kurtuba uleması toplanır, müneccimlere inanılıp
inanılamayacağını konuşurlar. İbnu Rüşd şöyle der:
"Dünyanın mahvolmasına sebeb olacak derecede şiddetli bir
fırtınanın çıkması ilim ve fen ile kabili izah ve tatbik değildir.
Onun için bu haberi hayal ve hurafe saymak gerekir." Şeyh
Ebu Muhammed Abdulkebir söz alır:" Öyle ise Qur'an'da
Ad kavmi hakkında yer alan haberlere ne diyeceksin, onlara
da inanmayıp hurafe mi sayacaksın?" Üstad cevap verir:" Qur'an'ın
verdiği haberlere inanılmaz, demek haddimiz değildir. Yalnız
bugünkü meselemiz fen ve hikmetle ilgili olduğundan Qur'an'a
tatbik edilmesi kabil değildir." Tekfir kılıfı hazırdı:" Yaş
ve kuru ne varsa hepsi Qur'an'da varolduğu halde, buna imanın
yok mu ki, şu hadisenin yalnız hikmetle izah edilebileceğini
ve Qur'an'a tatbik edilmesinin mümkün olmadığını söylüyorsun."
Kitaplarını taramaya başladılar. "Zühre'nin bir ilah
olduğunda şüphe yoktur." Bu ibarenin Grekler’e ait olduğunu
bildikleri halde İbnu Rüşd'e mal ettiler. Emir'de O'nun
muhakemesini istedi. O Muvahhidler'e karşı olmakla da
suçlanıyordu. Kurtuba Fuqahası ve Qadıları O'nu yargıladılar.
Halis küfürdü kararları. Kitapları okuyanlar lanetlendi.
İdamı istendiyse de Emir O'nu Yahudilerin meskun olduğu
Elisana kasabasına sürdü. (1195). Halk için de şu tebliği
yayınladılar:
" Eski
zamanlarda vehim denizine dalan bir topluluk vardı. Geriye,
hiç bir değeri bulunmayan, manası da evrakı da kapkara olan
bir takım sayfalar bıraktılar. Bunların Şeriata olan uzaklığı,
meşrıkın mağribe olan uzaklığı gibidir. Şeriata zıt oluşu ise
iki alemin yek diğerine zıt olmalarına benzer. Aklın şeriatın
ölçüsü olduğuna, hakikatın da onun delilini teşkil ettiğine
inanırlar. Davaları etrafında çeşitli fırkalara ayrılırlar.
Bu hususta çeşitli şekillerde ve yollarda yürürler. Allah'ı
ve mü'minleri kandırıyorlar ama sadece kendilerini
kandırmaktadırlar ve bunun da farkında değillerdir. Şeriata,
Ehli Kitap'dan daha zararlıdırlar. Allah'a dönüş ve yöneliş
bakımından onlardan daha uzaktırlar. Vucuda sirayet eden ve
bulaşan zehirden sakındığımız gibi onlardan sakınınız ki, bu
şeriata iman hususunda Allah sizi muvaffak kılsın."
Emir bu sıralarda Kastilya Kralı IX. Alphonse ile harp
halindeydi. Felsefe ve Mantık aleyhine kuvvetli bir cereyan
vardı. Emir Hişam zamanında Hacib Mansur
Felsefe, Mantık ve Astronomi’ye dair yazılan kitapları
toplatmış, bazılarını kuyulara attırmıştı. Bazı kitaplar da
oraya buraya dağılmış ve sokaklarda çok ucuza satılmıştı.
Emir Abdülmümin ve O'nun yerine geçmiş olan Emir
Yakub Mansur çok geçmeden tasavvufa intisap ederek
felsefe ve mantık kitaplarından bir tane bile bırakmamaya
azmetmiş, bu maksatla felsefi eserleri yaktırmış, okunmasını
yasaklamıştı. Artık Endülüs'de Mantık kelimesini ağza almak
suç olduğundan onun yerine mef'il kelimesi kullanılmaya
başlandı. İşte İbnu Rüşd'ün Eş'ari tenkitleri bu
şartlar altında yapılıyordu. el-Gazali'nin fikirlerine
büyük değer veren Muvahhidler, Felsefe’nin aleyhine
dönmüşlerdi.
Emir aracıları dinleyerek
yaptıklarına pişman olup İbnu Rüşd'ü İşbiliye'deki
sürgünden geri getirtti. Ama çok geçmeden üstad vefat etti.
Zeki, hafızası ve
muhakemesi kuvvetli, son derece çalışkan bir alimdi.
Merakeş'te iken bütün gün boyunca kitapları tertip, tanzim ve
ıslah işi ile uğraşır, geceleri tabiata dair olan eserlerini
telif eder, bu sahanın ince meselelerini halletmeye çalışırdı.
Uzun ömrü boyunca sadece iki geceyi okumadan, yazmadan
geçirmişti. Babasının vefat ettiği gece ile eşi ile zifafa
girdiği gece.
Qadılık, hakimlik,
idarecilik ve tabiblik gibi işlerle meşgul olduğundan eser
yazmaya vakit bulamıyor, ancak artan zamanlarında bu işle
meşgul oluyordu. Der ki: "Hikmet bakımından önemsiz şeyler,
beni faydasız yerlerde o kadar çok tutuyor ki, yazdığım
eserleri, yangın esnasında en kıymetli eşyasını terk ederek
derhal canlarını kurtaran kimseler gibi acele yazdım."
Günde bir kere yemek
yediği halde gayet şişmandı. Bütün geceleri Felsefe okumakla
geçirir, yorulduğu zaman tarih veya şiir okuyarak gönlünü
eğlendirirdi. Uzlete meyleder, halk ile fazla düşüp kalkmaz,
sık sık insanlar arasında görünmekten hoşlanmaz, yalnızlığı
sever, boş vakitlerini okuyarak değerlendirir, okumaktan ve
okudukları üzerinde düşünmekten zevk alırdı. Şöyle der:"
Filozoflara has olan din, kainatı ve mevcudadı bilmektir.
Masnu ve mahluk olan varlıklar hakkında bilgi sahibi olmak,
Allah hakkında ilim sahibi olmaya denktir. Allah'ı razı eden
kudsi ibadetlerden biri de budur, halbuki böyle şeylerle
uğraşanları kafir sayanlar da vardır."
Sabırlı, tahammullü, ve
kerem sahibi idi. Muhaliflerinin bile kusurlarını görmezlikten
gelir, rakiplerinin kendi hakkındaki fena muamelelerini
affederdi. Cömert idi. "Dostuna ihsanda bulunan bir kimse
tabii bir şey yapmış olur, asıl fazilet düşmana ihsanda
bulunmak ve iyilik yapmaktır." derdi.
Merhametli
ve şefkatli idi. Son derece insaniyetperverdi. Tüm insanları
yekdiğerinin kardeşi bilirdi. Gayet müsamahalı ve anlayışlı
idi. Yahudiler ve Hristiyanlar bile Müslümanlar kadar rahat
bir şekilde derslerine girer ve kendisinden faydalanırlardı.
İlim konusunda din, mezhep ve inanç farkı tanımazdı. Her yerde
ve herkesten ilim tahsil edilir ve yine her yerde herkese öğretilir,
diye inanırdı. Alçak gönüllü idi. Herkesi hoş görürdü. Sade
yaşamayı ve sade giyinmeyi severdi. Yoksul ve fakirlere, bela
ve musibete duçar olanlara elinden geldiği kadar yardım eder,
kadılık yaptığı için verilen ücreti biriktirmez, muhtaçlara
harcardı. Uzun süre Qadılık yaptığı halde hiç idam cezası
vermemişti. İdam hükmünün verilmesini gerektirecek bir
meselenin hallini yardımcılarına ve naiblerine bırakırdı.
Mutaassıplardan biri kendisine hakaret ettiği zaman; " Sabır
ve tahammülümü tecrübe edebilmem için iyi bir fırsat verdin,
fakat sakın başkalarına böyle davranma, çünkü böyle
hakaretlere başkaları tahammul edemez, belki kötü bir cezaya
çarparsın." derdi.
Dindar,
zahid, ibadetine devamlı ve takva sahibi idi. "Anatomi ile
meşgul olmak Allah'a imanı kuvvetlendirir ve ona dair olan
bilgiyi artırır" derdi.
İnsanoğlunu
terbiye etmek için en kolay yol dindir. Medeniyet ve nizamı
muhafaza etmek için din gibi güzel bir vesile bulunmaz,
görüşünde idi.
Fikren hür,
ilmen istiklal sahibi ve cesur idi. İnandığı her şeyi
çekinmeden ve korkmadan yazardı. Müçtehiddi.
Aristoteles'e Bakışı:
O'na hayrandır.
Meşşailer’in ana dayanakları arasında yer alan
Aristoteles
sistemi kavrsamsal bir modeldir. İbnu Rüşd, Tabiat
ilimlerinde yeni buluş ve teoriler çıksa ve bunlar
Aristoteles ile çelişse de bu,
Aristoteles'in
yanlış düşündüğü anlamına gelmez , diyordu.
Tabiiyyat
kitabını şerhederken O’nu şöyle över: "Bu eserin müellifi
Aristoteles'tir. Greklerin en akıllısı ve hikmeti en iyi
bilendir. Mantık, Tabiiyyat ve Maverau't-Tabia
ilimlerinin kurucusu ve tamamlayıcısıdır. Kurucusudur dedim,
çünkü ondan önce bu ilimlere dair ortaya konulan Kitapların
tümü, O’nun eserlerinin yanında bahs edilmeye bile değmez.
Tamamlayıcısıdır, dedim, çünkü ondan sonra bugüne kadar
yaşayan Filozofların hepsi, yani 1500 yıllık bir süre içinde,
O'nun ortaya koyduklarının üstüne bir şey ilave edemedikleri
gibi onda herhangi bir hata da bulamamışlardır. Şu halde bir
insanda bu kadar ilmin toplanmış olması hayret edilecek acayip
ve garip bir şeydir. Artık bu O'na beşeri değil ilahi bir
melek isminin verilmesini gerektirmektedir. İşte bunun için
eskiler O'na "İlahi
Aristo" dediler."
"Allah'a
hamd olsun ki bu zat için kemal takdir etmiş, hiç kimsenin
ulaşamadığı bir dereceye O'nu koymuş, Allah Qur'an'da " De ki,
fazl ve ihsan Allah'ın elindedir, onu dilediğine verir" ayeti
ile belki O'na işaret etmiştir."
"Aristoteles'in
burhanı apaçık bir gerçektir. O'nun için şunu söylememiz
mümkündür: İlahi inayet, öğrenilmesi imkan dahilinde olan şeyi
öğretmesi için O'nu bize göndermiştir."
Katılmadığı görüşlerini sukutla geçer, hatayı O'nun
sözlerinin anlaşılmamasında arar. O saf hakikate ulaşmıştır.
O'nun fikirleri insanoğlunun ulaşabileceği en yüksek bilgilere
aykırı düşmez. İlahi inayet onun şahsında insanın külli akla
ne kadar yaklaşabileceğini açıklamayı irade etmişe benzer.
"Meşşailiği İbnu Rüşd kadar iyi anlayan olmadı" der
Uludağ. "Nebiler bile ilahi ve metafizik hakikatı bir
takım temsiller ve semboller içinde üstü kapalı olarak
anlattıkları halde,
Aristoteles bu tür gerçekleri sarih
ve vazıh bir şekilde olduğu gibi anlatmıştır. Ancak temsiller
şeklinde anlatılan hakikatları herkes anladığı halde, açık ve
çıplak gerçekleri sadece burhan ehli olan alim, zeki ve dürüst
şahıslar anlayabilirler. Aslında vahyin tebliğ ettiği hakikat
ile
Aristoteles'in felsefesi arasında tam bir uyum ve
ahenk vardır. Bütün mesele bunun te'vilini yapabilmekten
ibaret. Kelamcılar yanlış yersiz ve zamansız tevilleri, bu
gerçeğin anlaşılmasını imkansız hale getirmiştir." der
S.
Uludağ.
Felsefesi:
1-Din
ile Felsefe:
Fikirleri
Faslu'l-Makal
ve Minhac
da yer alır. Fikirleri Felsefe ile ilgilenmeyen Müslümanlara
ve hatta Yahudi ve Hristiyanlara bile faydalı oldu. Konu ile
daha önce Mu’tezile ilgilenmişti. "Dini bilgilerin doğruluğu
akli kıstaslarla bilinir" diyen el-Kindi'yi anmak
gerekir. el-Farabi,
İbnu Sina, İbnu Bacce,
İbnu Tufeyl konuyla ilgilendiler. Filozoflar bu konuda üç gruba
ayrılır:
1-Çoğu
Müslüman Filozof Şeriatla Felsefe’nin te’lif edilmesine
inanır. Zahirleri Felsefi kuramlara uymayan dini metin
gördüklerinde onu akli ölçüler içinde te’vil ettiler.
Aralarında fark olmakla beraber İhvanu's-Safa,
el-Kindi,
el-Farabi, İbnu Sina,
İbnu Tufeyl,
İbnu Bacce ve İbnu
Rüşd gibi.
2-el-Gazali
vd. "Şeriatın getirdiği zahir hak, O’na muhalif felsefe
batıldır" diyorlardı. Tehafut yazarı böyle inanıyordu.
Felsefe, akli ve tecrübi ilimler kayıtsız şartsız olarak
zahir şeriatın kontrolüne girer.
3-Ebu
Süleyman Mantıki'nin kanaatı: Felsefi nazariyeler doğrudur,
aynı şekilde dini tebliğat da doğrudur. Bu ikisini uzlaştırmak
ve bağdaştırmak ise saçmadır, aptalca bir iştir. Bunlardan
herbirinin kendine has bir nufuz ve tesir sahasının bulunması
zaruridir. Şu halde din, kendi ihtisası sahasına giren
hususlarda kabul edilmelidir: Ahlak, ölümden sonraki hayat,
sevap-günah, ahiretteki ferdi mesuliyet vs. gibi felsefik
kuramlar da fizik, kimya, mantık vs. gibi ona has sahalarda
makbul sayılmalıdır. Birinin diğerine tecavüz etmesi doğru
değildir.
Şayet
eskiden anlaşılan manada Metafizik meseleler Felsefe’nin
uzmanlık sahasından çıkarılacak olursa, yani Alemin kıdemi,
Allah'ın cüziyatı bilip bilmemesi, Haşrın ruhani olup
olmaması gibi meseleler Felsefenin konularından çıkarılıp
sadece aklın yetki sahasında kalan meseleleri inceleme ve
araştırma Felsefe'ye konu olarak verilecek olursa, buna
kimsenin diyecek bir şeyi olmaz. İbnu Rüşd, "din ve
felsefeyi te’lif etmiyor, birbirinden ayırıyor, saha ve
sınırlarını gösteriyor, imanla vahyin yetkilerini tesbit
ediyor, demek mümkündür" kanaatına varır
Uludağ.
İbnu Sina ile Ebu Said Ebu'l-Hayr bir görüşmeden
çıktıktan sonra, ilkinin "O, benim akılla bildiğimi keşfen
görüyor", ikincisinin "O, benim gördüğümü biliyor" der.
İbnu
Arabi'nin Futuhat'ında bunun benzeri bir
olay anlatılır. Gerçek mi yoksa kurgu mu bilinmez.: "Bir gün
Kurtuba'da İbnu Rüşd'ü ziyaret etmiştim. Halvetim
esnasında Allah tarafından üzerime feth olunmuş hususlar ona
ulaşmış ve bunları işitmiş olduğundan benimle görüşmeyi arzu
ediyor ve işittiklerinden ötürü taaccup ediyordu. Onun için
babam beni onu ziyaret etmem için göndermiş, benim onunla
görüşmemi temin için de vesile bulmuştu. İbnu Rüşd
babamın dostlarındandı. Ben ise o zamanlar henüz bıyıkları
terlemeyen ve yüzünde tüy bitmeyen bir çocuk idim. İbnu
Rüşd'ün yanına girince, yerinden kalktı ve sevgi ile bana
yöneldi, beni kucakladı ve 'Evet mi' diye sordu. Ben 'Evet'
dedim. Bunun üzerine, ne demek istediğini anladığım için
sevinci arttı. Sonra O'nu sevindiren şeyin ne olduğunu sezdim
ve 'hayır' dedim. Bunun üzerine canı sıkıldı. ve rengi değişti.
Yanında olan'dan şüpheye düştü. Bana 'Keşf ve ilahi feyz
konusunda durumu nasıl gördün? O düşüncenin verdiği ve vardığı
sonuç gibi midir?' diye sordu. Ben 'Evet, hayır, ruhlar evet
ile hayır arasında uçar, deyince, rengi sarardı, elini şakağına
dayayarak oturdu. Kendisine neyi işaret ettiğimi anlamıştı."
İbnu
Rüşd şunu sormak istemişti: Felsefe’de, akli delillere ve
Mantıki istidlallere itimat ile insanın hakikate ulaşmasına
evet mi? İbnu Arabi "hayır" derken, belki de hakikatı
tanıma hususunda yolların en iyisi nefs riyazeti ile keşf olduğunu
söylüyordu. Ruhlar bu iki kanatta uçuyordu. Keşfdeki bilgi
daha netti ona göre. Fıkıhcılar ise sadece zahire istinat edip
keşfi inkar edenler ile evet diyenler, yani keşfe inananlar
arasındaki ihtilafın kurbanıdır Hallac ve
es-Suhreverdi. İbnu Rüşd'ün sufiler hakkında müsbet
kanaati vardır.
2-Din
Felsefesi: O Rasyonalist ve realist bir felsefecidir.
Hiçbir akli delile dayanmayan Kelamcılar’la Mutasavvıflar’ın
görüşlerine şaşar. Ruyet hakkında " Allah hem cisim olmayacak,
hem bir cihette bulunmayacak, hem de baştaki gözle görülecek,
aklın almayacağı bir şeydir bu" der. Allah'ı cisim görmemenin
tabi sonucu idi görülmezliği. Hadisciler eğer cisim
anlıyorlarsa, görüleyeğini söylemede haklı oluyorlardı. Ama
Eş'ari Kelamına ne demeliydi? Rüyet, ilmin artması demekti. (mezidi
ilm). Mu'tezile hissi manada bir ruyetin olmadığını söylerken,
İbnu Rüşd halkın böyle anlamasında mahsur
olmadığını söyler. Halk hissi ruyetten başkasını anlamazdı.
İbnu
Rüşd burada gerçekcidir. Selefin lafzını kullanıp onlar
gibi sonunda da "laedrilik" yapmayı halk için doğru bulur. O’nun
halk ve entellektüel dili ayrıdır.
Kelam’a
ağır darbeler indirdi. Te'villeri hayaliydi. Şeriata da
hikmete de zarar verdiler. Te'vili halka açıklayanlar
anlaşılmayan dille konuşmaktadırlar. Halka ameli ve müşahhas
şeylerden bahsedilmelidir.
O'nda "
Bir manayı temsil ile anlatma ve mesel getirme" çok önemli yer
tutar. Halk kuramsal ve soyuttan anlamaz. Halka meselle
anlatmak zaruridir. Ayetlerin dili bunun için böyledir.
Temsili surette anlatılan dini gerçekleri tevil eden
kelamcılar şarinin temsil ile amaçladığı gayeyi,hikmeti,
faydayı yokediyorlar. Bu lafz yerine mananın tahrifidir. Te'vil
gerekse Rasul bunu yapardı. Bu eleştiler yaşayan kelamcı
Fahreddin er-Razi'yi öflelendirdi.
O
Minhac'da tevil bakımından nasları ikiye ayırır:
1-Nassın
ifade ve lafzında tasrih edilen mana, bizatihi o ifadede ve
lafızda var olan manadır. Bu nevi nasların tevili hatadır.
2-Bu
gurubsa dörde ayrılır:
a)Misal
ile tasrih olunan mana çok zor anlaşılır ve misalin,
mümesselden başka olduğu çok güç bilinir. Yani ifadenin temsil
olduğu da bu temsil ile neyin kasd edildiği de kolay kolay
anlaşılmaz. Bu kısım, ilimde rasih ve derin olanlardan
başkasına te'vil edilemez.
b)Bunun
tersidir. Yani naslardaki ifadenin misal olduğu da, neyin
misali olduğu da aşikar olarak herkes tarafından bilinir.
Bundan maksat ve matlub tevil olduğundan onu tasrih etmek
şarttır. Yani mutlaka te'vil edilmelidir.
c)İfadenin
bir şeyin misali olduğu kolaylıkla bilinir ama neyin misali
olduğu zor bilinir. Bu nevi nasların da havas ve ulemadan
başkası tarafından tevil edilmemeleri gerekir.
d)
İfadenin ve ibarenin misal olduğu zor bilinir, ana böyle bir
ibarenin misal olduğu bir kere kabul edilince, onun neyin
misali olduğu kolayca bilinir. İşte bu tür ibareler üzerinde
durulması, düşünülmesi ve tafsilat verilmesi gereken
ifadelerdir.
İbnu
Rüşd'e göre garip olan bir takım itikadların ortaya
çıkmasına bu tür ifadelerin tevil edilmesi yol açtı.
el-Gazali'nin Faysalu't-Tefrika'da varlığın 5 tür
izah şeklini beğenir ve oradaki malumatı kendisi tamamlar. O
bu tasnifi vermek suretiyle çok genel bir tasnif yapmak
istemiştir.
Bu tutumu
İbnu Teymiyye,
İbnu Kayyım
tarafından beğenilir. O’nun te'vil eleştirilerinden
İbnu
Sina'da payını alır.
İbnu Sina kısmen nasları
kısmen de Felsefe’yi tevil ederek şeriatla hikmeti telif
etmek istedi. Onun tevillerini anlamsız bulur. O'nu Felsefe
ile kelam arasında bir yerde görür. O şeriatın bilgi vermeyi
amaçlamadığını ahlaki eğitimi hedeflediğine inanır.
Allah:
İlk Muharriktir. İlk prensip, ilk ve
saf formdur. Her şeyin gayesidir. Alemin nazımıdır. Bütün
zıtlar O’nun birleşir, varlığın en yüksek derecesi olan
külldür. Sebebler sebebi illetler illetidir. İlk hareketi alan
alem kendisine konulmuş olan ve tabiat kanunları denilen
illiyet esasına göre kendi kendini idare eder.
İsbatı
Vacib için 4 yol var, der:
1-Haşeviye:
Aşırı nascı ve nakilcilerdir. Muhakeme kabiliyetleri yok olan,
düşünce melekeleri malul hale gelen bu kimseler Allah'ın
sadece sem' ve nakil yolu ile bilinebileceğini, bu hususta
aklın işe yaramayacağını iddia ettiler.
2-Sufiler:
O'na göre tasavvuf esasen akıl yolu olmadığından üzerinde
durmaya bile değmez. Herkese göre değildir.
3-Mu'tezile:
Şöyle der: " Mu'tezilenin kitapları Endülüs'e gelmedi.
Yollarının Eş'ari yoluna benzediğini tahmin ediyorum."
4-Eş'ariler:
Allah'ın varlığını hudus yolu ile bilinir ve kabul edilir,
diyorlar. Alemin, cisinlerin, arazların hudusu, saf yokluktan
yaratılmış olmaları, irade ezeli, iken hılkatin hadis oluşu
gibi bir çok nazari meseleler burada önem kazanıyor. İbnu
Rüşd'e göre hudus-i alem yolu ve usulü ayet ve
hadislerde bulunmadığı gibi ilk müslümanlar tarafından da
bilinmeyen ve bid'at olan bir yoldur. Ayrıca bu yol akli de
değildir. Eş'ariler'in anladığı manada bir hudusun dinde de
ilimde de yeri ve manası yoktur. Bundan başka bu yol halka
göre olmadığı gibi ulemaya göre de değildir.
İbnu
Rüşd, Allah'ın varlığı hakkında hem halk ve hem de ulema
için müşterek yol olarak inayet ve ihtira yolunu bahiskonusu
ediyor. Halk inayet ve ihtiranın basit ve sade şekli ile
iktifa eder. Ulema ise bu hususta teferruata iner,
derinliklere dalar, diyor. Ayrıca bu yol şeri yol olduğu gibi
akıl ve ilim yoludur da, diyor.
Subuti
ve selbi sıfatlar bahsinde Kelamcılar’ın fikirlerine fazla
itiraz etmiyorlar, hatta bu fikirleri kabullenmiş gibi
görünüyor, ama bu meselelerde ince eleyip sık dokumanın
karşısına dikiliyor, meseleyi basitçe, nasların zahirine göre
ve selef tarzı üzere izah etmekle yetiniyor.
Alem:
"Bu
alem yoktan değil, başka bir şeyden var olmuştur" davasını
Qur'an'dan getirdiği bazı ayetlerin zahiri manası ile istidlal
ederek savundu. Buna karşılık ademi-mahz'dan yaratma
diye ifade edilen Kelamcıların hilkat hakkındaki
nazariyelerinin ne akli ne de şer'i herhangi bir esasa
dayanmadığı hususuna dikkat çekmiştir.
Alemin
zaruri olarak kadim ve ezeli olduğu kanaatında olup, hadis
oluşunu akla uygun bulmaz. Alem gibi hareket ve oluş da
ezelidir. Kadim ve ezeli olan alemin Allah'a istinad etmesi
zaruridir. Fakat alemin şimdiki gibi oluşuda zaruridir.
İbnu Rüşd'ün optimizmi ve kader anlayışı bu zarurete
dayanır. O’na göre madde ve form sadece zihinde birbirinden
ayrılır, hariçte daima beraber bulunur. Form ve suret ervahı
latife gibi maddeye intikal ve sirayet etmez. Baştan beri
madde ile bulunur, ondan ayrılnazlar. Formların dereceleri
vardır. En aşağı heyulanın formu, en yükseği Allah'ın
formudur. Allah, en yüksek seviyede bir formdur, saf ve halis
bir surettir, O'nda cismiyet ve maddiyet yoktur. Alem yoktan
meydana gelmemiştir. Müşahede ile sabittir ki, meydana gelen
her şey başka bir şeyden meydana gelmektedir. O halde kimsenin
görmediği ve şahit olmadığı, hakkında nas bulunmadığı gibi her
hangi bir akli delil de mevcut olmayan bir hudusi alemden
nasıl bahs edilebilir. Dafatan bir hilkat yoktur, anbean devam
eden tedrici bir hilkat ve hudus vardır. Ezelden beri sürüp
gelen hılkat ve hudus aralıksız bir gelişme, bir tekamul, bir
nevşunema halindedir. Alem karşısında Allah faili muhtar değil
mucibun biz-zattır. Allah tabiat gibi zaruri olarak fail
değildir, ama insanda olduğu gibi eksik bir irade ile mürid de
değildir. Kamil bir iradeye sahip oluşu, zaruret yolu ile
değilse bile vucub yolu ile fiilin meydana gelmesine sebeb
olur. İbnu Rüşd, alemin mümkin-i Kadim olduğunu
söyleyen İbnu Sina'yı reddediyor, bunu kelamcılara
verilen ödün olarak algılıyor.
Alemin idare edilmesini ülkenin idare
edilmesine benzetir. Bu ülkede bütün devlet ve millet işleri
ayrı ayrı görülür. Sonra hepsi bir noktada toplanır, umum
hakime arz edilir. Her şey genel hakimin elindedir, onun emri
ile icra edilir ama vasıtasız değil vasıta ile ona bağlıdır.
Allah da alemi genel vali gibi idare eder, alemi idare eden
kuvvetlere doğrudan değil, dolaylı olarak müdahale eder. Allah
aklı evvel ile alemle ittisal halindedir. Allah aklı evvel'e,
o da diğer şeylerin tümüne feyz verir.
Burada O
Platonist Sudur Kuramı'nın tesirine giriyor. Allah,
cüzi ve külli her şeyi bizzat idare etse, alemdeki şerrin O'ndan
sadır olması lazım gelir. Çünkü o yalnız hayrı irade eder,
hayrı tabii kanunların hükmü altına alır. Şer, tabiat
kanununa aykırı hareket eden ve ona karşı gelen insandan
veya eşyadan sadır olur. Şer tabii
ama arizi bir sonuçtur. Hayır ise
hem tabii hem de aslidir.
Akıl ve Nefs:
Maddeden mücerret akılların varlığına inanır. Ukulu Aşere
müstakil ve mücerret varlıklardır. Genellikle Meşşailer,
göklerin canlı ve akıllı varlıklar olduklarına inanmışkardır.
Göklerin canlarına Nufusu Eflak derler. Akıllarına da
Ukuli Eflak.
Aristoteles'de bulunmayan bu
görüşler müslüman Meşşailer tarafından Yeni-Platonist
felsefeden mülhem olarak Meşşailiğe ithal olunmuştur.
Aristoteles, alemin yaratılması hususunda, biri madde,
diğeri kuvvet olarak iki unsur kabul ediyordu. Bu unsurlar
bizatihi kendi kendine kaim, yekdiğerinden müstakil cevherin
esas alınması, bir düalizm meydana getiriyordu. Bu nedenle
Platonculuğun tesiri ile "Birden ancak bir çıkar" ilkesini
benimsediler.
Aklı
Evvel, Allah'tan ilk defa sadır olan varlıktır. Sonra Aklı
Evvel'den 9. felek ve daha sonra Akli Sani sudur
etmiştir. 8.felek II.Akl'dan sadır olmuştur.... Feleklerle
akılların birbirinden suduru böyle devam eder. X.Akl'a Aklı
Faal veya kevne feyezan eden akıl denir. Her
akıl bir önceki aklın tesirinde kalır, bir sonraki akla tesir
eder. Allah, alemi Aklı Evvel vasıtasıyla hem
yaratmıştır hem de idare etmektedir. Alemin doğrudan Allah'a
ittisali yoktur. Bu anlayışa göre felekler, semalar ve
yıldızlar akıllı oluyor, kainatta cereyan eden her şeyi
biliyor, canlı oluyor, nefse sahip oluyor, arz ve alemdeki
hadiselere tesir ediyor. 9 Felek, 9 Nefs ve 9 Akıl vardır.
Aklı Evvel ile Aklın sayısı 10 olur.
Bütün
akıllar evvel akıldan sudur etmeleri itibariyle birdir, tektir.
Bütün insanların bir aklı vardır. Buna insaniyet aklı
denir. O'nun için bir insan diğerinden daha az akıllı değildir.
Bu akıl ebedidir. Bütün beşeriyetin ve nedeniyetin inkişafı bu
akıl sayesinde mümkün olmaktadır. Mutlak aklın insanla alakası
yoktur. İnsaniyet bu aklın fiillerinden biridir. İbnu Rüşd,
ruhun saadetini ve ittisal anlayışını bu görüşleri ile izah
etmiştir.,
Akılların birliğinden başka ruhların birliğine de inanır:
Vahdet-i Nufus. O'na göre ruhların cevheri birdir.
Nefsi Natıka maddeden mücerreddir. Cisim değildir, cisme
de hulul etmez. Fakat bedenle bir tür ilgisi vardır. Onu
idare eder, onda tasarruf eder. Nefsi Natıka yükselme
ve yücelme kabiliyetine sahiptir.
İbnu
Rüşd, meadı, haşrı ve ruhun uhrevi saadet veya şakavetini,
"külliyat baki, cüziyat fanidir" diye izah eder. Ferdi olan
cüzi nefs yokoluyor, sadece külli olan insan ruhu baki oluyor
ve haşr da bu ruh hakkında bahis konusu oluyordu. İnsan ölünce,
bedeni inhilal eder, madde alemine döner, nefs ise külli nefse
bitişir. Bu anlayışla ahiretteki ferdi mesuliyeti izah etmek
zordur. İbnu Rüşd, halka ve kelamcılara hitap ederken
ruhların ferdiyetini ve ebediyetini kabul etmekte, ama
filozoflara hitap ederken ruhun külli olduğunu, hisler
itibariyle bir şahsiyet gösterdiklerini, ebedi olanın ferdi
değil külli olan insaniyet hayatı olduğunu kabul etmekte idi.
Zaten O, şeriatın halk dini, felsefenin ise entellektüellerin
dini olduğuna inandığını söyler
Uludağ. Halkı kötülük
yapmaktan çekip çevirmek, iyiliğe ve güzelliğe yöneltmek,
ahiretteki sevap-günah, mükafat-ceza ve ferdi sorunluluk
inancına sahip olmadan mümkün olmadığı için, umumun
maslahatına ve menfaatına olmak üzere dinde bu nevi şeylerden
bahs etmiştir. Entellektüeller ise iyiliği bizzat iyilik
olduğu için yapar, kötülüğüde yine bizzat kötülük olduğu için
yapmazlar. Onun için onlara hakikatın yani ruhun cüz'i değil,
külli olduğu hususunun açıkca anlatılması gerekir.
O'na
göre ahiret ve oradaki haller iman ve din sahasında varsa da
felsefe ve akıl sahasında olmadığı için bu konuda halka ayrı,
filozoflara ayrı hitap etmek gerekmektedir. Fazileti, hayrı ve
iyi amelleri uhrevi saadet için bir araç olarak kabul etmek
belki halk için faydalıdır ama sırf hayra hayır olduğu için
talip olanlara göre hayrı ahiretteki selametin bir vasıtası
saymak o kadar iyi bir şey değildir. Zira ahiret de dahil
olmak üzere hayrı ve fazileti li-gayrihi değil, li zatihi
matlup ve maksut olmalıdır. Hayır, fazilet ve iyilik öbür
dünyadan çok bu dünya için faydalıdır.
İbnu
Rüşd, haşir konusunda ilmi bir tartışmaya girmekten
kaçınıyor. Bu inancın hakikat ve mahiyetinde değil, sıfat ve
keyfiyetinde cedele giriyor. Cismani haşri şeriat tasrih
etmiştir. Bu sarahat karşısında susmak, ispat veya iptal
cihetine gitmemek icab eder. Meseleyi akla değil, sadece
vahye arz etmekle iktifa etmek lazımdır.
Mucize ve İlliyet Kanunu:O
determinizme inanıyordu. Peygamber'den zuhur eden mucizeler
haddi zatında mümkün olup insan için imkansız olan şeydir.
Aklen mümkün olmayan bir şeyi mucize olarak kabul etmeye
ihtiyaç yoktur. İyice düşünülünce, islamdaki sabit ve sahih
mucizelerin bu neviden oldukları görülür. Asanın yılan haline
gelmesi gibi tamamıyla semi ve nakli olan mucizelerden çok,
Qur'an gibi mu'cize olduğu his ve itibar yolu ile herkese
malum olan mucizelere daha büyük önem veriyor, mucizeleri
berrani ve ehli diye ikiye ayırıyor. Berrani
mucize, Nebilerin Nebi ismini almasına sebeb olan gayenin
dışında kalan ve görevleri ile doğrudan alakalı olmayan hissi
ve kevni mucizelerdir. Ehli mu’cize ise Nebinin adını
Nebi almasına ve nübüvvet sıfatına uygundur. Nebi haber veren,
nübüvvet ise haber vermektir. Hak olan ilmi, doğru olan amel
tarzını ve gaybı haber vermek ehli bir mucizedir. Şeri kanun
ve hükümler bu sıfata istinaden tesis olunur. İlmi, manevi ve
ehli mucizeler, dikkatı nebi üzerinde toplar, halbuki berrani
mucize dikkati Nebi veya onun sıfat ve görevi üzerinde değil
hariçte bir noktada toplar.
Der ki:
" Mu'cize meselesini eski filozoflar araştırmamışlardı. Çünkü
onlara göre bu konu araştırılmaması ve mesele haline
getirilmemesi icab eden bir husus idi. Mu’cize dini bir
esastır. Dini bir esası araştıran ve bu esas etrafında
şüpheler meydana getirenlerin cezalandırılmaları gerekir. Bu
gibi şeyleri araştıranlar, var olduğunda şüphe olmayan Allah,
saadet ve fazilet gibi şeyleri araştıranlara benzerler.
Bunların var oluş biçimleri ilahi bir husus olup insan aklı
tarafından idrak edilemez. Pratik sanatlarda bile bu gibi
hususlar ustadan araştırılmadan aynen kabul edilir. İlmi
meselelerde de durum böyledir. Mu'cize meselelerinde sukut
ile kanaat etmeyenler, Qur'an'ın mu’cize oluşu keyfiyeti
üzerinde durmalıdırlar. Bilmelidir ki, havassın, Peygamberleri
tasdik etme yolu ayrı bir yoldur."
el-Gazali
ve diğer el-Eş'ari Kelamcılarının sürekli hucumları
ile Tabiatta gaye, varlıklarda hikmet arama, sebeble netice
arasında sürekli bir bağ görme düşüncesi zayıflamış, bu durum
tasavvuftaki kerametlerin hızla çoğalmasına vesile olmuş,
böylece akıl ve tabiata olan güven sarsılınca ilmi hayat
kendiliğinden çökmüştü.
Siyaset:
Aristoteles'in bu konuda eserlerini görmedi.
Platon'un
Cumhuriyet'i üzerine yazdı. Devleti ihtiyarlar ve
filozoflar idare etmelidir. Devlet idaresi halkın çıkarlarına
göre değil, kendi menfaatlarına göre ayarlama zulumdür.
Askeri idarelere ve istibdata karşıdır. En kötü zulum din
adamlarının zulmüdür.
Der
ki:"İlk zamanlarda islamdaki idare ve hükümet şekilleri
tamamıyla
Platon'un Cumhuriyet'indeki nizama benzeyen
bir şekil üzerine kurulu idi, o cumhuriyetin bir örneği idi.
Ne çare ki Muaviye bu nizamı bozdu, bu güzelim bina
yerine Emevi istibdatını kurdu. Bunun sonucu olarak islam
yönetiminin esasları yıkıldı, her yerde fitne ve anarşi zuhur
etti.
Kadın:
Kadın, erkekle eşittir. Kadın erkeğin sahip olduğu bütün
haklara ve ehliyete sahiptir. Bazı bakımlardan erkeklerden
zayıf durumda olan kadın bazı bakımlardan ondan üstündür. O
iyi bir askerde olabilir. Afrika'da bazı kabileler gibi.
Devlet işlerinde kadınların çalışması sakıncasızdır. Kadınlara
yüklenen işler, onlardaki akli melekeleri ve büyük işlere olan
kabiliyetleri yok eder, fazilet ve yüksek şahşiyet sahibi
meşhur kadınlar bulunmamasının sebeni budur. Kocalarına yük
olan kadınlar ot gibi yaşarlar.
Mücadelesi:
Eş'ariliği
el-Gazali ile tartışırken
el-Farabi
ve İbnu Sina Meşşailiğinide eleştirdi.
"el-Gazali önemli olan konularda
Filozoflarla beraberdir. Fakat Şeriat’ı savunan bir kahraman
kesilmek, kemalcılara şirin görünmek ve sünnilere karşı
kendisinde meydana gelen suizannı ortadan kaldırmak için
filozoflara muhalif görünmeye çabalıyor. Aklı ile filozoflar
tarafında, kalbi ile şeriat tarafında bulunuyor ama kalbi
aklına galip geliyor. Maksadı hak olanı bulmak değil,
felsefeyi red ve iptal etmektir. Yapmak peşinde koşmuyor,
yıkmak gayesi güdüyor. Böyle hareket etmek ona yakışmaz.
Çünkü bu hareket kötü kimselerin davranışıdır. Felsefeden
faydalandı, başkalarından üstün duruma gelmesi, ancak felsefi
eserler okuması sayesinde mümkün oldu. Tutalım ki filozoflar
hata etti. Düşüncelerindeki meziyetler sayesinde fikirlerimizi
terbiye tme gibi bir nimeti nasıl inkar edebiliriz?
Filozoflar’ın, Mantık’tan başka bir ilimleri olmasa bile,
mantığın değerini bilen bir kişi olarak
el-Gazali
onlara teşekkür etmesi icab ederdi.
el-Gazali, hem
"Mantık bilmiyenin ilmine güvenilmez" diyor, hem de Mantık
ilmini ortaya koyan Filozofları ve onların ilimlerini alabildiğine
karalıyor. Felsefi eserleri okumsaı ve onlardan faydalanması
sayesinde en büyük alim olma mertebesine kadar yükselen bir
zatın, Filozoflar hakkında uluorta sözler söylemesi, onları ve
ilimlerini açıktan açığa ve mutlak surette kötülemesi nasıl
doğru görülebilir.?"
el-Gazali Filozofları tenkit ederken, " Maksadım hak
olanı ortaya koymak değil, batılın butlanını meydana çıkarmak
ve reddetmektir."diyor. Her nevi Felsefi mekteblerden, dinm ve
mezheplerden faydalanıyor, kendini hiç bir şeyle mukayyet
bilmiyordu. Bu tutum ona oldukca geniş bir hareket serbestisi
vermiş, fikir ve kanaatlarını gayet hür bir şekilde ortaya
koymasına imkan hazırlamıştı. maksadı, hak ve doğru olanı
ortaya koymak olmadığı için dini hükümleri savunma ve doğruluğunu
ispat etme mükellefiyeti altına girmemişti.
Halbuki
İbnu Rüşd, hem şeri hükümlerin zahirine bağlı kalma ve
onları savunma, hem de
Aristoteles felsefesine sadık
kalma gibi iki taraflı bir kıskaç içinde kalmıştı.
el-Gazali, çok geniş bir cepheden taarruz ettiği halde
İbnu Rüşd müdaa durumunda kalmıştı.
el-Gazali gibi
geniş bir manevra sahasına ve kabiliyetine sahip değildi.
Bütün avantajı, akılcı, ilimci ve tabiatcı oluşu idi. Halbuki
bu gibi şeyler de insana ancak belirli ve sınırlı bir hareket
serbestisi verir. Onun için zaman zaman
el-Gazali
karşısında zor durumda kalmış mutaasıp bir çevrenin menfi
tesiri ile maksadını idadede güçlül çekmiştir.
el-Gazali
öyle bir zeminde filozoflara karşı hucuma geçiyordu ki ne
yapsa muhiti onu alkışlıyordu. Başarılı olunca zaferi için onu
alıkışlayan çevresi, başarısız olduğu vakit te onu kayırıyor
ve mazur görüyorlardı.
İbnu
Rüşd öyle bir sahada Kelamcılar’la mücadele verdi ki ne
yapsa muhiti O’nu yuhalıyordu. Başarısız olunca O'na yuh çeken
çevre, başarılı olunca zaferini inkar ediyorlardı. Bu durum
iki alimin vefatlarından sonra bile böyle sürdü.
el-Gazali'nin
şeri bir mahkeme önüne hiç çıkmamış mahjumiyet kararı almamış
ve sürgüne gönderilmemiş olmasına mukabil İbnu Rüşd'ün
bu gibi elim ve hazin muamelelere maruz kalmış olmsaı, bu
durumun açık bir örneğidir.
İbnu
Rüşd fikirlerini daha serbest ve açık şekilde ortaya
koysaydı, belki yaşama hakkı elinden alınırdı. Tehafutu't-Tehafüt'te
başarılı oldu. Sonrakiler tartışmayı
el-Gazali'nin
kazandığına kail oldular.
"Filozofları tekfir etmek için 3 mesele bulur.
a) Alem
kadimdir
b) Allah
cüziyatı bilmez
c) Haşir
ruhanidir.
İbnu
Rüşd Faslu'l-Makal'de, Minhac'da ve
Tehafut'de bu 3 konuda Filozoflarla Kelamcılar’ın inancı
arasında hemen hemen fark yoktur, diyor.
el-Gazali önce Makasıdu'l-Felasife'yi yazdı. Bu
eserinde Filozofların fikirlerini halka açıkladı. Sonra
fikirlerinden caydı, bir felsefe dönmesi haline deldi.
Tehafut'ta Filozofları tekfir etti. Cevahiru'l-Qur'an
adıyla yazdığı eserde, Tehafut'taki sözler cedel
Kabilindendir. Hak olan fikir ve inançlar el-Mazmun ala
gayri ehlihi isimli eserindedir.
Daha sonra Mişkatu'l-Envar
isimli eserinin ilahiyat bahsinde Filozofların inançlarını
açıkca benimsedi.
Halbuki Filozoflar, Allah cüziyatı bilmez, diye bir şey
söylememişlerdir."
Mizanul-Amel'de "İrfan sahibi sufiler Haşrın ruhani olduğuna
kani olmuşlardır." der.
el-Munkız'de
kendisinin Sufi olduğunu söyler. En önemli olan üç meselede
iki taraf arasındaki fark ve görüş ayrılığı bu kadar basit
olursa, diğer temel meselelerde daha da basit olacağı açıktır.
Felsefe Din İlişkisi:
İbnu
Rüşd Tabiat ilimleri alanında geniş bilgiye sahipti.
Meşşai Felsefesinin esasları ile İslami akıdelerin esas
itibariyle yekdiğerine muvafık olduğunu savundu.
Başlıca
Aristotelesci Filozoflar ve dinle ilgili fikirleri
bunlardır. Meşşai Felsefe, zaman zaman İşrakiliğe meyletmişse
de, daima esas vasıflarını korumuştur. Pek tabii
Farabi,
İbnu Sina, İbnu Rüşd ve İbnu Tufeyl gibi
filozoflar arasında din felsefesi bakımından bir takım farklar
vardı. Fakat Meşşai Filozofların çoğu aiağı yukarı şu
fikirlerde birleşiyorlardı:
Peygamberleri’n talim ve tebliğ ettiği dini ve ilahi
hakikatlarla, Meşşai felsefesinin aynı konudaki fikir ve
görüşleri arasında temel ve öz itibariyle bir ayrılık ve
aykırılık yoktur. Bilakis tam bir mutabakat ve muvafakat
durumu vardır. Ayrılık görünüştedir, esasta ve cevherde değildir.
Mahiyet itibariyle bir ve aynı olan ilahi ve dini gerçekleri,
felsefe ehliyetli kişilere açık seçik olarak anlatmıştır.
Aynı hususlar din tarafından sembolik şekilde ifade edildi.
Naslardaki zahiri manalar, felsefede açık ve seçik olarak
anlatılan, dini gerçeklerin temsil ve remiz şeklindeki
ifadeleridir. Binaenaleyh felsefeyi de İslamı da iyi bilen bir
kimse nasla felsefe arasında tam bir ahengin bulunduğunu
görür, arada bir ayrılığın ve zıdlığın bulunmadığını kavrar.
Felsefe’nin, az sayıdaki zeki, tahsilli, ehliyetli,
kabiliyetli ve seçkin bir zümreye öğrettiği metafizik
gerçekleri Peygamberler, remzi ve temsili ifadelerle bütün
halka anlatmışlardır. Onun için din genel, felsefe özel bir
yoldur. Bu nitelikleriyle yekdiğerini tamamlar.
Faslu'l-Makal
ve Takriru ma Beyne'i-Şeria ve'l-Hikme mine'l-İttisal i
yazdı. Şeriatla, Felsefe arasındaki uyumu savundu."Şeriatın
yolu felsefi usule uygundur."
Felsefe
yolunda hata edenlerin, sapanların ve azanların sorumluluğu
kendilerine aitti. Bunlar felsefei bağlamaz. Fıkıh bilgisi
ameli sahada faziletli olmayı gerektirdiği halde, fıkıh bazı
hallerde kişilerin günahtan sakınmalarına sebeb olur. Hatta
Fıkıh alimlerinin çoğu böyledir. Fıkıhcıların amel bakımından
hatalı olmaları fıkıhın batıl olmasını gerektirmediği gibi,
bazı filozofların yanlış yolda olmaları da Felsefe’nin esas
itibariyle yanlış olduğunu göstermez. Felsefe; akıl, mantık ve
deilille hak ve hakikatı bulmak ve haber vermektir. Felsefi
hakikat, dini ve islami hakikate neden aykırı oldun? Bir hak
ve hakikat diğer hak ve haikate zıd olur mu? Eğer iki gerçek
arasında bir muhalefet görülürse; bu, ya şeriatın veya
felsefenin iyi anlaşılmamış olmasından ileri gelir. Yanlış
anlamaya yol aöan sebebler ortadan kaldırıldı mı, akılla vahy,
şeriat ile felsefe arasında tam bir mutabakat ve mucafakat
halinin varolduğu görülür.
Haklı 3
guruna ayırır:
1.Te'vilden
anlamayan halk çoğunluğu, avam, Selefiyye,
2.Cedel
şeklindeki te'vilden anlayan Ehli Cedel, kelamcılar
3.Burhan
ve delilden anlayan tevil ehli, filozoflar.
Nasslar,
sadece burhan ve delilden anlayan zeki ve kabiliyetli
alimler için te'vil edilmelidir. Halk için te'vilin yapılması
sakıncalıdır. kelamcılar, te'vil edilmemesi gereken nasları
te'vil ettikleri için halk çoğunluğunun akıdelerini sarstılar.
Ona göre
halk için te'vili zararlı gördüğü için selefiler nazen ona
ilgi duydular. Ali el-Kari,
İbnu Kayyım
te'vilin caiz ve yararlı olmadığını savunurken O'na
dayandı."
Ahmed
Emin: " Acaba İbnu Rüşd iman ve itikad sahibi mi
idi? Bazı müsteşrikler İbnu Rüşd'ün inancından
şüphe etmişlerdir. Bize göre İbnu Rüşd'ün felsefi bir
imanı vardır. Bir hadiscinin, bir kelamcının kendisine göre
bir imanı olduğu gibi, bir filozofun da kendine göre felsefi
bir imanı vardır. İslam filozofları, Allah'a,
Aristoteles'in
inandığı gibi inanıyordu. Peygamberliği de akli ve felsefi bir
şekilde izah ediyorlardı. İbnu Rüşd'ün, Qur'an'daki Ad
kıssasını bir örnek olarak nitelediği, halka öğüt için vahyde
yer aldığına inandığı aktarılır.
İbnu Sina ve İbnu Rüşd gibi Filozoflar , dinen ve şer'an
halk için riayeti gerekli olan hususların kendilerini bağlamadığını
ima ve işaret yolu ile ifade etti. Bunu açıkça
söylememişlerdi. Halkın, dedikosundan ve işkence etmesinden
korktukları için takıyye usulune riayet edenleri çoktur."
Faslu'l-Makal'ı
yayınlayan naşir önsözde şöyle der:" İbnu Rüşd,
Aristoteles
felsefesine hayran olmuştur. O'na göre en kamil insan ve en
büyük düşünür olan
Aristoteles saf ve mutlak hakikate
ulaşmıştı.
Aristoteles'in Felsefesi hakkıyla
anlaşılsa, en yüce bilgilerle çelişmez. İnsanlık alemi,
ezelden beri
Aristoteles'in şahsında en üstün düşünce
tarzına ulaşmıştı. İlahi inayet, insan kudretinin külli akla
azami derecede en şekilde ve hangi ölçüde yaklaşacağını
Aristoteles
örneğiyle halka göstermiştir. İnsan
tavrının üstünde bir insan olan
Aristoteles, İbnu Rüşd
nazarında bir ilahi filozoftu."
S.Uludağ:
"Aristoteles'e bu şekilde iman eden İbnu Rüşd'ün
Hz. Muhammed'e ne şekilde inanacağını tahmin etmek zor bir şey
değildir. Şüphesiz ki İbnu Rüşd'ün imanı vardı ama bu
iman selefi, kelami ve tasavvufi bir iman değil tam manasıyla
felsefi bir "iman" idi ve de selefiler, kelamcılar ve sufiler
tarafından kabul edilmemişti"
Eserleri:
a)Şerhler:
1-Başta
Aristoteles olmak üzere
Platon ve İskender
Afrodisi gibi eski filozofların eserleri
2-İbnu Sina,
el-Farabi ve
İbnu Bacce eserlerinin şerhleri:
el-Külliyat gibi
3-el-Gazali
gibi Fıkıh ve Kelamcılar’ın eserlerine yazılan şerhler.
el-Mustesfa şerhi gibi.
b)Telifler:
1-Red ve
tenkid gayesi gütmeyenler: Bidayetül-Müçtehid ve
Nihayetü'l-Muktesid.
2-Tenhid
ve Reddiyeler:Tehafütü'l-Tefafüt, Minhac, Faslu'l-Makal,
Makale fi'r-red ala Ebu Ali ibn Sina.
Aristoteles'in siyaset dışında
bütün eserlerini biri büyük diğeri orta, üçüncüsü küçük olmak
üzere üç şekilde şerh etti. Büyük şerh'de önce
Aristoteles'in
sözünü nakletti, sonra bunu uzun uzadıya şerhetti. Orta Şerhde
Aristoteles'in ifadesinin ilk kelimesini alır, sonra
şerh yazardı. Küçük şerhler ise kısa ama veciz bir tahlil
mahiyetindedir.
Şerh
sistemi
İbnu Sina ve
Farabi'den farklıdır. Onlarda hangi fikrin
Aristoteles'e hangisinin
kendilerine ait olduğu belli değildir. İbnu Rüşd
ise Arapça çevirilerinden
Aristoteles'in fikirlerini
iktibsa etmiştir.Yanlış çevirileri düzeltmesine rağmen o
yunanca bilmiyordu. O'nun tashihleri Avrupa’ya
Aristoteles’in
doğru yansımasına neden oldu. Direk eleştirmemesine rağmen O'na
katılmadığı yerleri okuyucu farkedebilir.
Ekolü:
Oğlu
Ebu Muhammed ve diğer talebeleri tababet ile meşgul oldu.
Musevi ve Hristiyanlar Averroism hareketi başlattılar.
Eserleri islam aleminde bilhassa Doğu ülkelerinde yayılmadı.
Kısmen Mağrib ve Endülüs'te fakat daha çok Hristiyanlar
arasında yayıldı. Talebelerinin çoğu musevi olduğu için
eserlerinin bir bölümü İbraniceye çevrildi.
Musevi
dostlarından İbnu Zühr (ö.595/1199) ile diğer bir
Musevi Musa ibnu Meymun (ö. 601/1204) O'nun
düşüncelerini yaydılar. "Delaletü'l-Hairin" isimli
eserinde İbnu Rüşd tarzında Yahudilikle felsefeyi
telife çalıştı.
XII. yy.da
İbnu Rüşdçülük akımı Avrupa'da yayılmaya başladı. Padoua ve
Venedik İbnu Rüşd'e ait eserlerin en çok basıldığı yer
oldu. 1215 de İmp. olan Frederich 1224 de islam
felsefesini tanıtmak için Napoli'de bir akademi kurdu. 1217
de O'nun teşviki ile Michael Scot, İbnu Rüşd'e
ait bazı şerhleri tercüme etti. İbnu Rüşd'ü savunduğu
için John Baconthrop'a (ö.1346) İbn Rüşdçülerin prensi
denildi. Fakat İbn Rüşdçülük (Averroisme) Avrupa'da yayılır ve
rağbet görürken kilise bundan son derece rahatsız oldu. Daha
1209 da Paris'te toplanan konsil İbnu Rüşd'ün
eserlerini yasaklamıştı. 1209 da toplanan konsil şu
maddelerden dolayı İbnu Rüşd'ü kafir ilan etti:
1.Alemin
kıdemi ve ezeli oluşu
2.Ademin
inkarı
3.İnsan
akıllarının birliği
4.Ferdi
aklın ve nefsin fani ve bedenle yok olduğu
5.İnsan
fiilinin ilahi inayetin dışında kalması
6.İnsanın
ebedi kılınmasına ilahi inayetin kafi olmayışı
1240 da
Gullaume, bazı Müslüman filozoflarına ait olduğunu ifade
ettiği fikirlerin yayılmaması için sansür koydu.
Albertus Magnus (ö.1280) ve St. Thomas
Aquinus (ö. 1274)
İbnu Rüşdçülüğü tenkit eden eserler neşrettiler. 1512 de
Hermann Van Riswik, İbnu Rüşd felsefesini savunduğu
için Lahey'de diri diri yakıldı. Dante, Petrarca
gibi şairler İbnu Rüşd'e şiddetle tenkit ettiler.
Dante "İlahi Komedia"da İbnu Rüşd'ü cehennem
revakları arasında gördüğünü ifade etti.
İbnu
Rüşd, Avrupa'da XVI. yy. dan itibaren tesirini kaybetti.
Batı'da
İbnu Rüşd'den sonra da müslümanların siyasi ve
askeri varlığı usun sürmedi. İspanya'da yaklaşık 3 milyon
müslüman kılıçtan geçirildi. İber yarımadası Hristiyan
dünyanın eline geçti
16.yy.da
müslümanların İspanya'dan çıkarılmasından sonra sayısız kitap
yakıldı. Bu kitap düşmanlığı, mesela başpiskopos Diegode
Landa'nın Maya kültür ve medeniyetine ait bütün yazılı
eserlerini toplattırarak yaktırması ve böylece eski vir
zengin bir medemiyetin hemen hemen tamamen yok etmesiyle
denizler ötesine ulaştı.
Halk arasında bir dedikodu yayılır: "Tarımı ve nesli
helak edecek derecede şiddetli bir fırtına olacak, Ad
kavmine gönderilen şiddetli kasırgaya benzeyecek" İbnu
Rüşd, "Ad diye bir kavmin varlığı bile gerçek
değildir, onların helakından nasıl bahsedilir" demişti.
Faslu'l-Makal'da Qur'an'ın ( 16/enNahl 125) halkı
3 yoldan hakka davet ettiğini söyler: Hikmet, Mevize-i
Hasene, Mücadele.
1-Burhan ve Cedel Ehli Olanlar:
Filozoflar
2-Cedel Ehli: Kelamcılar
3-Hatabi ve İknai Delil: Halk.
Mutasavvıfları ise esasen Delil ve istidlal ehli olarak
görmedi.
Mu'tezile ve Eş'ariler’in yaptıkları te'villerin
mahzurlarından bahseden İbnu Rüşd, Felsefe adına
hareket eden bazı kimselerin te'vil yolu ile Şeriat’a
soktukları fasid fikirlerin ve batıl itikadlardan son
derece elem ve keder duyduğunu ifade ettikten sonra "felsefe
ile şeriat arkadaş ve öz kardeşlerdir. Yaradılışları ,
var oluşları ve özleri itibariyle birbirini severler.
Birbirini seven bu iki kardeşin arasına fitne ve fesat
sokarak yekdiğerine düiman hale getirenler, her ikisine de
kötülük yapmış olurlar." demektedir.
Kitabu'l-Keşf An Minhaci'l-Edille'de Dini ve
Şeriatı anlamada insanları guruplandırır:
1-Eş'ariler: Halk onlara Sünni der.
2- Mu'tezile
3- Batınıyye, Mutasavvıflar
4- Haşeviyye: Mücessime, Müşebbihe
5. Felsefe.
Tehafütü't-Tehafüt'ün sonunda: " Dünyada en doğru
hüküm şudur: Her Nebi hakimdir. Fakat her hakim Nebi değildir."
demek suretiyle de İslam ile Felsefe arasındaki sıkı
irtibatı göstermiştir.