İBNU RÜŞD

Ebu'l-Velid Muhammed ibnu Ahmed ibnu Muhammed ibnu Rüşd

(520-595/ 1126-1198)

 

       Dedesinin vefat ettiği yılda Kurtu­ba'da doğdu. 9 Safer 595 (1198) de Merakeş'te öldü. Babası ve dedesi Kurtuba kadılığı yap­mışlardı. Amelde Maliki, kelamda Eş'ari idiler. De­de İbnu Rüşd'ün el-Beyan ve't-Tahsil ve el-Mu­haddimat eserleri var. Babası Ahmed ibnu Rüşd de fakihti.

       Ebu Zer Herevi (ö.435/1043) vasıtasıyla  Eş'ari kelam sistemi Batı'ya yayılmıştı. Ebu Velid Süleyman Baci Endülüsi (ö.474/1081) ve Ebu Zer, el-Bakıllani Kelam yolunu Endülüs'e ithal ettiler. Ebu Bekr ibnu Arabi (ö.543/1148) Ebu Meali'nin Ke­lam anlayışını benimsemişti.

       İbnu Rüşd el-Muvatta'yı ezberledi. Maliki Fa­kihi oldu. Eş'ari kelamını öğrendi. Tıp tahsil etti,  tabib oldu. İbnu Ebu Usaybia der ki: " İbnu Rüşd tababeti ve Felsefeyi İbnu Bacce'den  öğrendi." Oysa O öldüğünde İbnu Rüşd 13 yaşın­daydı. O'nun eserlerinden yararlandı. O'nun asıl hocası Ebu Cafer Harun Türcali'dir.[1] Ondan ta­babet, Ebu Muhammed Rızk'dan Fıkıh tahsil etti. Ebu Abdullah el-Mazeri'den icazet aldı İbnu Rüşd. İbnu Zühr ile dost oldu. Ebu Cafer, Muvahhidun Halifesi ve Abdülmü'min'in halefi Emir Yusuf O'nu himaye etti. 28 yaşında ilmi müesseselerin inşa edilmesine yardımcı olması için Muvahhidun Hali­fesi Abdulmümin tarafından Merakeş'e davet olundu. Burada meşhur tabib Zühroğlu ile arası iyi idi. el-Külliyat fi't-Tıb isimli hekimlik kitabını ya­zdı.      

       Emir, Felsefe’ye hevesli ve meraklı idi. Aristoteles'in veya mütercimlerin ifadelerindeki far­klılıktan ve ihtilaftan şikayet ediyor, maksadın çok kapalı ve müşkil olduğundan bahsederek, bu ki­tapları özetleyecek ve meseleyi gayet iyi bir şekilde anladıktan sonra güzelce anlatacak birini arıyordu. Maksadını İbnu Tufeyl'e açmış, o da yaşının ilerlediğinden ve diğer işlerinin çokluğun­dan bahsederek bu görevin İbnu Rüşd'e verilmesini teklif etmişti.

       Abdulvahid ismindeki Arap tarihçisi İbnu Rüşd'ün, Hakim ibnu Yahya adındaki zata şunları söylediğini nakleder:

       "Emiru'l-Mü'minin'in huzuruna girdiğim zaman, İbnu Tufeyl'in orada olduğunu gördüm. O, ailemin  şerefini ve köklü oluşunu Emir'e anlat­maya başladı. Hakkım olmayacak şekilde beni methu sena etti. Emir bana yöneldi, babamın ve ailemin ismini sorduktan sonra hemen, Felsefenin kevn itikadını sordu. Sorulma biçiminden endişelendim. Cevap vermemek için özür diledim. Emir sıkıldığımı görünce İbnu Tufeyl'e döndü. Bu mese­lede onunla tartıştılar. Aristoteles, Platon ve diğerlerinin söylediklerini nakletti. Sonra Kelam­cılar'ın reddiyelerini saydı. İşte o vakit içimde bir ferahlık hissettim, artık rahatlamıştım ama bütün işi gücü bu gibi meseleleri incelemekten ibaret olan ulemada bile nadir bulunan kuvvetli bir hafızanın ve zekanın Emir'de var olduğunu görünce taaccup ettim. O sözü bitirdikten sonra, bu hali ilminin derecesini görsün diye aynı konuda bana fikir beyan etme cesareti verdi. Kendime bir cüret geldi ve derhal söze giriştim. Meclisinden ayrıldığımda, bana mal, değerli bir hilat ve binmek için de bir binek verdi."

       İbnu Rüşd yapılan teklifi kabul etti. Aristoteles'in eserlerini özetlemeye ve istifadeye en el­verişli bir şekilde tertip etmeye girişti. Yaptığı daimi, ilmi, ciddi ve sistemli çalışmalar neticesinde çok yüksek bir seviyeye ulaştı. Batı dünyasında Şarihi A'zam diye anılmaya başlandı. Emiru'l-Felasife ya da Sultanu'l-Ukul ve'l-Efkar.. Doğu'da O'nun şöhretini duyan Fahrettin er-Razi Endülüs'e gitmeye karar verdi.

       Emir O'nu 564/1169 da İşbiliye'ye Qadı tayin etti. Önce Aristoteles Felsefesi’nin özünü ve esasını bulmak ve sonra da bunu şerh ve tefsir etmek için araştırmalara koyuldu. O sene Aristoteles'in Kitabu'l-Hayavan'ını telhis etti.

       566/1171 de Kurtuba Qadısı oldu.10 se­neden fazla bu görevde kaldı. Aristoteles'in Ma-ba'de't-Tabia'sını ve daha başka kitaplarını burada şerh etti.

       577/1182 de Emir O'nu Merakeş'e çağırdı. Sertabib yaptı. Daha sonra Qadı'l-Qudat görevi ile tekrar Kurtuba'ya gönderdi. Denir ki: "İbnu Sina'ya siyaset, İbn Rüşd'e Qadılık ve Emir'in özel tabi­bliği, rahat içinde Felsefe ile meşgul olmalarını en­gelledi."

       Emir vefat etti. Yeni Emir 579/1184 de Yakub ibnu Mansur oldu. O da İbnu Rüşd'e iltifat et­ti. Senli benli oldular. Emir'e: "Dinle ey kardeşim, " diye hitap ediyordu. Bunu eleştirenlere şöyle dedi:" Emir'in bir çok bendeleri olduğu halde dostları ol­maz. Bu ise kendileri için büyük mahrumiyettir. Ben kendimi öyle mahrum sultanlar arasında gör­meyi arzu etmem. Size yaraşmayan O’na yaraşır."

       Çekemeyenleri O'nu tekfir ettiler. Fuqaha O’nu Qur'an’ı inkarla, hilafete tarizde bulunmakla suçluyorlardı. Bir keresinde Emir O'nu sorguya çekip serbest bıraktı. Söylenti şuydu:

       Şöyle de anlatılır: Ensari isminde bir Arab tarihcisi "Dünya mahv olacak, kıyamet çok yakındır. Hatta falan vakit şiddetli bir fitrına çıka­cağını zamanımızdaki müneccimlerden biri tesbit etmiştir" diye iddia etmiş, nunun üzerinde halk korkuya kapılır. Kurtuba uleması toplanır, münec­cimlere inanılıp inanılamayacağını konuşurlar. İbnu Rüşd şöyle der: "Dünyanın mahvolmasına sebeb olacak derecede şiddetli bir fırtınanın çıkması ilim ve fen ile kabili izah ve tatbik değildir. Onun için bu haberi hayal ve hurafe saymak gerekir." Şeyh Ebu Muhammed Abdulkebir söz alır:" Öyle ise Qur'an'da Ad kavmi hakkında yer alan haberlere ne diyeceksin, onlara da inanmayıp hurafe mi sayacaksın?" Üstad cevap verir:" Qur'an'ın verdiği haberlere inanılmaz, demek haddimiz değildir. Yalnız bugünkü meselemiz fen ve hikmetle ilgili olduğundan Qur'an'a tatbik edilmesi kabil değildir." Tekfir kılıfı hazırdı:" Yaş ve kuru ne varsa hepsi Qur'an'da varolduğu halde, buna imanın yok mu ki, şu hadisenin yalnız hikmetle izah edilebileceğini ve Qur'an'a tatbik edilmesinin mümkün olmadığını söylüyorsun."[2]

       Kitaplarını taramaya başladılar. "Zühre'nin bir ilah olduğunda şüphe yoktur." Bu ibarenin Grekler’e ait olduğunu bildikleri halde İbnu Rüşd'e mal ettiler. Emir'de O'nun muhakemesini istedi. O Muvahhidler'e karşı olmakla da suçlanıyordu. Kurtuba Fuqahası ve Qadıları O'nu yargıladılar. Ha­lis küfürdü kararları. Kitapları okuyanlar lanetlendi. İdamı istendiyse de Emir O'nu Yahudilerin meskun olduğu Elisana kasabasına sürdü. (1195). Halk için de şu tebliği yayınladılar:

       " Eski zamanlarda vehim denizine dalan bir topluluk vardı. Geriye, hiç bir değeri bulun­mayan, manası da evrakı da kapkara olan bir takım sayfalar bıraktılar. Bunların Şeriata olan uzaklığı, meşrıkın mağribe olan uzaklığı gibidir. Şeriata zıt oluşu ise iki alemin yek diğerine zıt olmalarına benzer. Aklın şeriatın ölçüsü olduğuna, hakikatın da onun delilini teşkil ettiğine inanırlar. Davaları etrafında çeşitli fırkalara ayrılırlar. Bu hususta çeşitli şekillerde ve yollarda yürürler. Allah'ı ve mü'minleri kandırıyorlar ama sadece kendilerini kandırmaktadırlar ve bunun da farkında değillerdir. Şeriata, Ehli Kitap'dan daha zararlıdır­lar. Allah'a dönüş ve yöneliş bakımından onlardan daha uzaktırlar. Vucuda sirayet eden ve bulaşan zehirden sakındığımız gibi onlardan sakınınız ki, bu şeriata iman hususunda Allah sizi muvaffak kılsın."

       Emir bu sıralarda Kastilya Kralı IX. Alphonse ile harp halindeydi. Felsefe ve Mantık aleyhine kuvvetli bir cereyan vardı. Emir Hişam zamanında Hacib Mansur Felsefe, Mantık ve Astronomi’ye dair yazılan kitapları toplatmış, ba­zılarını kuyulara attırmıştı. Bazı kitaplar da oraya buraya dağılmış ve sokaklarda çok ucuza satıl­mıştı. Emir Abdülmümin ve O'nun yerine geçmiş olan Emir Yakub Mansur çok geçmeden tasav­vufa intisap ederek felsefe ve mantık kitaplarından bir tane bile bırakmamaya azmetmiş, bu maksatla felsefi eserleri yaktırmış, okunmasını yasaklamıştı. Artık Endülüs'de Mantık kelimesini ağza almak suç olduğundan onun yerine mef'il kelimesi kullanıl­maya başlandı. İşte İbnu Rüşd'ün Eş'ari tenkitleri bu şartlar altında yapılıyordu. el-Gazali'nin fikirlerine büyük değer veren Muvahhidler, Felsefe’nin aleyhi­ne dönmüşlerdi.

       Emir aracıları dinleyerek yaptıklarına pişman olup İbnu Rüşd'ü İşbiliye'deki sürgünden geri getirtti. Ama çok geçmeden üstad vefat etti.

       Zeki, hafızası ve muhakemesi kuvvetli, son derece çalışkan bir alimdi. Merakeş'te iken bütün gün boyunca kitapları tertip, tanzim ve ıslah işi ile uğraşır, geceleri tabiata dair olan eserlerini telif eder, bu sahanın ince meselelerini halletmeye çalışırdı. Uzun ömrü boyunca sadece iki geceyi okumadan, yazmadan geçirmişti. Babasının vefat ettiği gece ile eşi ile zifafa girdiği gece.

       Qadılık, hakimlik, idarecilik ve tabiblik gibi işlerle meşgul olduğundan eser yazmaya vakit bulamıyor, ancak artan zamanlarında bu işle meşgul oluyordu. Der ki: "Hikmet bakımından önemsiz şeyler, beni faydasız yerlerde o kadar çok tutuyor ki, yazdığım eserleri, yangın esnasında en kıymetli eşyasını terk ederek derhal canlarını kurtaran kimseler gibi acele yazdım."

       Günde bir kere yemek yediği halde gayet şişmandı. Bütün geceleri Felsefe okumakla geçirir, yorulduğu zaman tarih veya şiir okuyarak gönlünü eğlendirirdi. Uzlete meyleder, halk ile fazla düşüp kalkmaz, sık sık insanlar arasında görünmekten hoşlanmaz, yalnızlığı sever, boş vakitlerini oku­yarak değerlendirir, okumaktan ve okudukları üzerinde düşünmekten zevk alırdı. Şöyle der:" Filozoflara has olan din, kainatı ve mevcudadı bilmektir. Masnu ve mahluk olan varlıklar hakkında bilgi sahibi olmak, Allah hakkında ilim sahibi ol­maya denktir. Allah'ı razı eden kudsi ibadetlerden biri de budur, halbuki böyle şeylerle uğraşanları kafir sayanlar da vardır."

       Sabırlı, tahammullü, ve kerem sahibi idi. Muhaliflerinin bile kusurlarını görmezlikten gelir, rakiplerinin kendi hakkındaki fena muamelelerini affederdi. Cömert idi. "Dostuna ihsanda bulunan bir kimse tabii bir şey yapmış olur, asıl fazilet düşmana ihsanda bulunmak ve iyilik yapmaktır." derdi.

       Merhametli ve şefkatli idi. Son derece insaniyetperverdi. Tüm insanları yekdiğerinin kar­deşi bilirdi. Gayet müsamahalı ve anlayışlı idi. Yahudiler ve Hristiyanlar bile Müslümanlar kadar rahat bir şekilde derslerine girer ve kendisinden fayda­lanırlardı. İlim konusunda din, mezhep ve inanç farkı tanımazdı. Her yerde ve herkesten ilim tahsil edilir ve yine her yerde herkese öğretilir, diye in­anırdı. Alçak gönüllü idi. Herkesi hoş görürdü. Sade yaşamayı ve sade giyinmeyi severdi. Yoksul ve fakirlere, bela ve musibete duçar olanlara elinden geldiği kadar yardım eder, kadılık yaptığı için verilen ücreti biriktirmez, muhtaçlara harcardı. Uzun süre Qadılık yaptığı halde hiç idam cezası vermemişti. İdam hükmünün verilmesini gerektirecek bir meselenin hallini yardımcılarına ve naiblerine bırakırdı. Mutaassıplardan biri kendisine hakaret ettiği zaman; " Sabır ve tahammülümü tecrübe edebilmem için iyi bir fırsat verdin, fakat sakın başkalarına böyle davranma, çünkü böyle hakaret­lere başkaları tahammul edemez, belki kötü bir cezaya çarparsın." derdi.

       Dindar, zahid, ibadetine devamlı ve takva sahibi idi. "Anatomi ile meşgul olmak Allah'a imanı kuvvetlendirir ve ona dair olan bilgiyi artırır" derdi.

       İnsanoğlunu terbiye etmek için en kolay yol dindir. Medeniyet ve nizamı muhafaza etmek için din gibi güzel bir vesile bulunmaz, görüşünde idi.

       Fikren hür, ilmen istiklal sahibi ve cesur idi. İnandığı her şeyi çekinmeden ve korkmadan yazardı. Müçtehiddi.

 

       Aristoteles'e Bakışı:

O'na hayrandır. Meşşailer’in ana dayanakları arasında yer alan Aristoteles sistemi kavrsamsal bir modeldir. İbnu Rüşd, Tabiat ilimlerinde yeni buluş ve teoriler çıksa ve bunlar Aristoteles ile çelişse de bu, Aristoteles'in yanlış düşündüğü anlamına gelmez , diyordu.

Tabiiyyat kitabını şerhe­derken O’nu şöyle över: "Bu eserin müellifi Aristoteles'tir. Greklerin en akıllısı ve hikmeti en iyi bilendir. Mantık, Tabiiyyat ve Maverau't-Tabia ilim­lerinin kurucusu ve tamamlayıcısıdır. Kurucusudur dedim, çünkü ondan önce bu ilimlere dair ortaya konulan Kitapların tümü, O’nun eserlerinin yanında bahs edilmeye bile değmez. Tamamlayıcısıdır, dedim, çünkü ondan sonra bugüne kadar yaşayan Filozofların hepsi, yani 1500 yıllık bir süre içinde, O'nun ortaya koyduklarının üstüne bir şey ilave edemedikleri gibi onda herhangi bir hata da bulamamışlardır. Şu halde bir insanda bu kadar ilmin toplanmış olması hayret edilecek acayip ve garip bir şeydir. Artık bu O'na beşeri değil ilahi bir melek isminin verilmesini gerektirmektedir. İşte bunun için eskiler O'na "İlahi Aristo" dediler."

       "Allah'a hamd olsun ki bu zat için kemal takdir etmiş, hiç kimsenin ulaşamadığı bir dereceye O'nu koymuş, Allah Qur'an'da " De ki, fazl ve ihsan Allah'ın elindedir, onu dilediğine verir" ayeti ile belki O'na işaret etmiştir."

       "Aristoteles'in burhanı apaçık bir gerçek­tir. O'nun için şunu söylememiz mümkündür: İlahi inayet, öğrenilmesi imkan dahilinde olan şeyi öğretmesi için O'nu bize göndermiştir."

       Katılmadığı görüşlerini sukutla geçer, ha­tayı O'nun sözlerinin anlaşılmamasında arar. O saf hakikate ulaşmıştır. O'nun fikirleri insanoğlunun ulaşabileceği en yüksek bilgilere aykırı düşmez. İlahi inayet onun şahsında insanın külli akla ne ka­dar yaklaşabileceğini açıklamayı irade etmişe benzer.

       "Meşşailiği İbnu Rüşd kadar iyi anlayan olmadı" der Uludağ. "Nebiler bile ilahi ve metafizik hakikatı bir takım temsiller ve semboller içinde üstü kapalı olarak anlattıkları halde, Aristoteles bu tür gerçekleri sarih ve vazıh bir şekilde olduğu gibi anlatmıştır. Ancak temsiller şeklinde anlatılan hakikatları herkes anladığı halde, açık ve çıplak gerçekleri sadece burhan ehli olan alim, zeki ve dürüst şahıslar anlayabilirler. Aslında vahyin tebliğ ettiği hakikat ile Aristoteles'in felsefesi arasında tam bir uyum ve ahenk vardır. Bütün mesele bunun te'vilini yapabilmekten ibaret. Kelamcılar yanlış yersiz ve zamansız tevilleri, bu gerçeğin anlaşılmasını imkansız hale getirmiştir." der S. Uludağ.

 

       Felsefesi:

       1-Din ile Felsefe:

       Fikirleri Faslu'l-Makal[3] ve Minhac[4] da yer alır. Fikirleri Felsefe ile ilgilenmeyen Müslümanlara ve hatta Yahudi ve Hristiyanlara bile faydalı oldu. Konu ile daha önce Mu’tezile ilgilenmişti. "Dini bilgilerin doğruluğu akli kıstaslarla bilinir" diyen el-Kindi'yi anmak gerekir. el-Farabi, İbnu Sina, İbnu Bacce, İbnu Tufeyl konuyla ilgilendiler. Filozoflar bu konuda üç gruba ayrılır:

       1-Çoğu Müslüman Filozof Şeriatla Felsefe’­nin te’lif edilmesine inanır. Zahirleri Felsefi kuram­lara uymayan dini metin gördüklerinde onu akli ölçüler içinde te’vil ettiler.  Aralarında fark olmakla beraber İhvanu's-Safa, el-Kindi, el-Farabi, İbnu Sina, İbnu Tufeyl, İbnu Bacce ve İbnu Rüşd gibi.

       2-el-Gazali vd. "Şeriatın getirdiği zahir hak, O’na muhalif felsefe batıldır" diyorlardı. Tehafut ya­zarı böyle inanıyordu. Felsefe, akli ve tecrübi ilim­ler kayıtsız şartsız olarak  zahir şeriatın kontrolüne girer.

       3-Ebu Süleyman Mantıki'nin kanaatı: Felsefi nazariyeler doğrudur, aynı şekilde dini tebliğat da doğrudur. Bu ikisini uzlaştırmak ve bağdaştırmak ise saçmadır, aptalca bir iştir. Bun­lardan herbirinin kendine has bir nufuz ve tesir sa­hasının bulunması zaruridir. Şu halde din, kendi ihtisası sahasına giren hususlarda kabul edilmeli­dir: Ahlak, ölümden sonraki hayat, sevap-günah, ahiretteki ferdi mesuliyet vs. gibi felsefik kuramlar da fizik, kimya, mantık vs. gibi ona has sahalarda makbul sayılmalıdır. Birinin diğerine tecavüz et­mesi doğru değildir.

       Şayet eskiden anlaşılan manada Metafizik meseleler Felsefe’nin uzmanlık sahasından çıkarılacak olursa, yani Alemin kıdemi, Allah'ın cüziyatı bilip bilmemesi, Haşrın ruhani olup olma­ması gibi meseleler Felsefenin konularından çıkarılıp sadece aklın yetki sahasında kalan mese­leleri inceleme ve araştırma Felsefe'ye konu olarak verilecek olursa, buna kimsenin diyecek bir şeyi olmaz. İbnu Rüşd, "din ve felsefeyi te’lif etmiyor, birbirinden ayırıyor, saha ve sınırlarını gösteriyor, imanla vahyin yetkilerini tesbit ediyor, demek mümkündür" kanaatına varır Uludağ.

       İbnu Sina ile Ebu Said Ebu'l-Hayr bir görüşmeden çıktıktan sonra, ilkinin "O, benim akılla bildiğimi keşfen görüyor", ikincisinin "O, be­nim gördüğümü biliyor" der.

       İbnu Arabi'nin Futuhat'ında bunun benzeri bir olay anlatılır. Gerçek mi yoksa kurgu mu bilin­mez.: "Bir gün Kurtuba'da İbnu Rüşd'ü ziyaret et­miştim. Halvetim esnasında Allah tarafından üze­rime feth olunmuş hususlar ona ulaşmış ve bunları işitmiş olduğundan benimle görüşmeyi arzu ediyor ve işittiklerinden ötürü taaccup ediyordu. Onun için babam beni onu ziyaret etmem için göndermiş, benim onunla görüşmemi temin için de vesile bulmuştu. İbnu Rüşd babamın dostlarındandı. Ben ise o zamanlar henüz bıyıkları terlemeyen ve yüzünde tüy bitmeyen bir çocuk idim. İbnu Rüşd'ün yanına girince, yerinden kalktı ve sevgi ile bana yöneldi, beni kucakladı ve 'Evet mi' diye sordu. Ben 'Evet' dedim. Bunun üzerine, ne demek istediğini anladığım için sevinci arttı. Sonra O'nu sevindiren şeyin ne olduğunu sezdim ve 'hayır' dedim. Bunun üzerine canı sıkıldı. ve rengi değişti. Yanında olan'dan şüpheye düştü. Bana 'Keşf ve ilahi feyz konusunda durumu nasıl gördün? O düşüncenin verdiği ve vardığı sonuç gibi midir?' diye sordu. Ben 'Evet, hayır, ruhlar evet ile hayır arasında uçar, deyince, rengi sarardı, elini şakağına dayayarak oturdu. Kendisine neyi işaret ettiğimi anlamıştı."

       İbnu Rüşd şunu sormak istemişti: Felse­fe’de, akli delillere ve Mantıki istidlallere itimat ile insanın hakikate ulaşmasına evet mi? İbnu Arabi "hayır" derken, belki de hakikatı tanıma hususunda yolların en iyisi nefs riyazeti ile keşf olduğunu söylüyordu. Ruhlar bu iki kanatta uçuyordu. Keşf­deki bilgi daha netti ona göre. Fıkıhcılar ise sadece zahire istinat edip keşfi inkar edenler ile evet diy­enler, yani keşfe inananlar arasındaki ihtilafın kurbanıdır Hallac ve es-Suhreverdi. İbnu Rüşd'ün sufiler hakkında müsbet kanaati vardır.

       2-Din Felsefesi: O Rasyonalist ve realist bir felsefecidir. Hiçbir akli delile dayanmayan Kelamcılar’la Mutasavvıflar’ın görüşlerine şaşar. Ru­yet hakkında " Allah hem cisim olmayacak, hem bir cihette bulunmayacak, hem de baştaki gözle görülecek, aklın almayacağı bir şeydir bu" der. Allah'ı cisim görmemenin tabi sonucu idi görülmez­liği. Hadisciler eğer cisim anlıyorlarsa, görüleyeğini söylemede haklı oluyorlardı. Ama Eş'ari Kelamına ne demeliydi? Rüyet, ilmin artması demekti. (mezidi ilm). Mu'tezile hissi manada bir ruyetin ol­madığını söylerken, İbnu Rüşd halkın böyle anla­masında mahsur olmadığını söyler. Halk hissi ru­yetten başkasını anlamazdı.

       İbnu Rüşd burada gerçekcidir. Selefin laf­zını kullanıp onlar gibi sonunda da "laedrilik" yapmayı halk için doğru bulur. O’nun halk ve entellektüel dili ayrıdır.

       Kelam’a ağır darbeler indirdi. Te'villeri hayaliydi. Şeriata da hikmete de zarar verdiler. Te'vili halka açıklayanlar anlaşılmayan dille konuşmaktadırlar. Halka ameli ve müşahhas şeylerden bahsedilmelidir.

       O'nda " Bir manayı temsil ile anlatma ve mesel getirme" çok önemli yer tutar. Halk kuramsal ve soyuttan anlamaz. Halka meselle anlatmak zaruridir. Ayetlerin dili bunun için böyledir. Temsili surette anlatılan dini gerçekleri tevil eden kelam­cılar şarinin temsil ile amaçladığı gayeyi,hikmeti, faydayı yokediyorlar. Bu lafz yerine mananın tahrifidir. Te'vil gerekse Rasul bunu yapardı.  Bu eleştiler yaşayan kelamcı Fahreddin er-Razi'yi öflelendirdi.

       O Minhac'da tevil bakımından nasları ikiye ayırır:

       1-Nassın ifade ve lafzında tasrih edilen mana, bizatihi o ifadede ve lafızda var olan manadır. Bu nevi nasların tevili hatadır.

       2-Bu gurubsa dörde ayrılır:

       a)Misal ile tasrih olunan mana çok zor anlaşılır ve misalin, mümesselden başka olduğu çok güç bilinir. Yani ifadenin temsil olduğu da bu temsil ile neyin kasd edildiği de kolay kolay anlaşılmaz. Bu kısım, ilimde rasih ve derin olanlar­dan başkasına te'vil edilemez.

       b)Bunun tersidir. Yani naslardaki ifadenin misal olduğu da, neyin misali olduğu da aşikar olarak herkes tarafından bilinir. Bundan maksat ve matlub tevil olduğundan onu tasrih etmek şarttır. Yani mutlaka te'vil edilmelidir.

       c)İfadenin bir şeyin misali olduğu kolaylıkla bilinir ama neyin misali olduğu zor bilinir. Bu nevi nasların da havas ve ulemadan başkası tarafından tevil edilmemeleri gerekir.

       d) İfadenin ve ibarenin misal olduğu zor bilinir, ana böyle bir ibarenin misal olduğu bir kere kabul edilince, onun neyin misali olduğu kolayca bilinir. İşte bu tür ibareler üzerinde durulması, düşünülmesi ve tafsilat verilmesi gereken ifadel­erdir.

       İbnu Rüşd'e göre garip olan bir takım itikadların ortaya çıkmasına bu tür ifadelerin tevil edilmesi yol açtı.

       el-Gazali'nin Faysalu't-Tefrika'da varlığın 5 tür izah şeklini beğenir ve oradaki malumatı ken­disi tamamlar. O bu tasnifi vermek suretiyle çok genel bir tasnif yapmak istemiştir.

       Bu tutumu İbnu Teymiyye,[5] İbnu Kayyım tarafından beğenilir. O’nun te'vil eleştirilerinden İbnu Sina'da payını alır. İbnu Sina kısmen nasları kıs­men de Felsefe’yi tevil ederek şeriatla hikmeti telif etmek istedi. Onun tevillerini anlamsız bulur. O'nu Felsefe ile kelam arasında bir yerde görür. O şe­riatın bilgi vermeyi amaçlamadığını ahlaki eğitimi hedeflediğine inanır.

 

       Allah: İlk Muharriktir. İlk prensip, ilk ve saf formdur. Her şeyin gayesidir. Alemin nazımıdır. Bütün zıtlar O’nun birleşir, varlığın en yüksek derecesi olan külldür. Sebebler sebebi illetler illetidir. İlk hareketi alan alem kendisine konulmuş olan ve tabiat kanunları denilen illiyet esasına göre kendi kendini idare eder.

       İsbatı Vacib için 4 yol var, der:

       1-Haşeviye: Aşırı nascı ve nakilcilerdir. Muhakeme kabiliyetleri yok olan, düşünce meleke­leri malul hale gelen bu kimseler Allah'ın sadece sem' ve nakil yolu ile bilinebileceğini, bu hususta aklın  işe yaramayacağını iddia ettiler.

       2-Sufiler: O'na göre tasavvuf esasen akıl yolu olmadığından üzerinde durmaya bile değmez. Herkese göre değildir.

       3-Mu'tezile: Şöyle der: " Mu'tezilenin kitapları Endülüs'e gelmedi. Yollarının Eş'ari yoluna benzediğini tahmin ediyorum."        

       4-Eş'ariler: Allah'ın varlığını hudus yolu ile bilinir ve kabul edilir, diyorlar. Alemin, cisinlerin, arazların hudusu, saf yokluktan yaratılmış olmaları, irade ezeli, iken hılkatin hadis oluşu gibi bir çok nazari meseleler burada önem kazanıyor. İbnu Rüşd'e göre hudus-i alem yolu ve usulü ayet ve hadislerde bulunmadığı gibi ilk müslümanlar tarafından da bilinmeyen ve bid'at olan bir yoldur. Ayrıca bu yol akli de değildir. Eş'ariler'in anladığı manada bir hudusun dinde de ilimde de yeri ve manası yoktur. Bundan başka bu yol halka göre olmadığı gibi ulemaya göre de değildir.

       İbnu Rüşd, Allah'ın varlığı hakkında hem halk ve hem de ulema için müşterek yol olarak inayet ve ihtira yolunu bahiskonusu ediyor. Halk inayet ve ihtiranın basit ve sade şekli ile iktifa eder. Ulema ise bu hususta teferruata iner, derinliklere dalar, diyor. Ayrıca bu yol şeri yol olduğu gibi akıl ve ilim yoludur da, diyor.

       Subuti ve selbi sıfatlar bahsinde Kelamcılar’ın fikirlerine fazla itiraz etmiyorlar, hatta bu fikirleri kabullenmiş gibi görünüyor, ama bu mese­lelerde ince eleyip sık dokumanın karşısına dikiliyor, meseleyi basitçe, nasların zahirine göre ve selef tarzı üzere izah etmekle yetiniyor.

 

       Alem:

       "Bu alem yoktan değil, başka bir şeyden var olmuştur" davasını Qur'an'dan getirdiği bazı ayetlerin zahiri manası ile istidlal ederek savundu. Buna karşılık ademi-mahz'dan yaratma diye ifade edilen Kelamcıların hilkat hakkındaki nazariyelerinin ne akli ne de şer'i herhangi bir esasa dayanmadığı hususuna dikkat çekmiştir.

       Alemin zaruri olarak kadim ve ezeli olduğu kanaatında olup, hadis oluşunu akla uygun bulmaz. Alem gibi hareket ve oluş da ezelidir. Kadim ve ezeli olan alemin Allah'a istinad etmesi zaruridir. Fakat alemin şimdiki gibi oluşuda zaruridir. İbnu Rüşd'ün optimizmi ve kader anlayışı bu zarurete dayanır. O’na göre madde ve form sadece zihinde birbirinden ayrılır, hariçte daima beraber bulunur. Form ve suret ervahı latife gibi maddeye intikal ve sirayet etmez. Baştan beri madde ile bulunur, ondan ayrılnazlar. Formların dereceleri vardır. En aşağı heyulanın formu, en yükseği Allah'ın formudur. Allah, en yüksek seviyede bir formdur, saf ve halis bir surettir, O'nda cismiyet ve maddiyet yoktur. Alem yoktan meydana gelmemiştir. Müşahede ile sabittir ki, meydana gelen her şey başka bir şeyden meydana gelmektedir. O halde kimsenin görmediği ve şahit olmadığı, hakkında nas bulunmadığı gibi her hangi bir akli delil de mevcut ol­mayan bir hudusi alemden nasıl bahs edilebilir. Dafatan bir hilkat yoktur, anbean devam eden tedrici bir hilkat ve hudus vardır. Ezelden beri sürüp gelen hılkat ve hudus aralıksız bir gelişme, bir te­kamul, bir nevşunema halindedir. Alem karşısında Allah faili muhtar değil mucibun biz-zattır. Allah tabiat gibi zaruri olarak fail değildir, ama insanda olduğu gibi eksik bir irade ile mürid de değildir. Kamil bir iradeye sahip oluşu, zaruret yolu ile değilse bile vucub yolu ile fiilin meydana gelmesine sebeb olur. İbnu Rüşd, alemin mümkin-i Ka­dim olduğunu söyleyen İbnu Sina'yı reddediyor, bunu kelamcılara verilen ödün olarak algılıyor.

       Alemin idare edilmesini ülkenin idare edilmesine benzetir. Bu ülkede bütün devlet ve millet işleri ayrı ayrı görülür. Sonra hepsi bir noktada toplanır, umum hakime arz edilir. Her şey ge­nel hakimin elindedir, onun emri ile icra edilir ama vasıtasız değil vasıta ile ona bağlıdır. Allah da alemi genel vali gibi idare eder, alemi idare eden kuvvetlere doğrudan değil, dolaylı olarak müdahale eder. Allah aklı evvel ile alemle ittisal halindedir. Allah aklı evvel'e, o da diğer şeylerin tümüne feyz verir.

       Burada O Platonist Sudur Kuramı'nın tesirine giriyor. Allah, cüzi ve külli her şeyi bizzat idare etse, alemdeki şerrin O'ndan sadır olması lazım gelir. Çünkü o yalnız hayrı irade eder, hayrı tabii kanunların hükmü altına alır. Şer, tabiat ka­nununa aykırı hareket eden ve ona karşı gelen in­sandan veya eşyadan sadır olur. Şer tabii ama arizi bir sonuçtur. Hayır ise hem tabii hem de as­lidir.

 

       Akıl ve Nefs: Maddeden mücerret akılların varlığına inanır. Ukulu Aşere müstakil ve mücerret varlıklardır. Genellikle Meşşailer, göklerin canlı ve akıllı varlıklar olduklarına inanmışkardır. Göklerin canlarına Nufusu Eflak der­ler. Akıllarına da Ukuli Eflak. Aristoteles'de bu­lunmayan bu görüşler müslüman Meşşailer tarafından Yeni-Platonist felsefeden mülhem olarak Meşşailiğe ithal olunmuştur. Aristoteles, alemin yaratılması hususunda, biri madde, diğeri kuvvet olarak iki unsur kabul ediyordu. Bu unsurlar biza­tihi kendi kendine kaim, yekdiğerinden müstakil cevherin esas alınması, bir düalizm meydana ge­tiriyordu. Bu nedenle Platonculuğun tesiri ile "Birden ancak bir çıkar" ilkesini benimsediler.

       Aklı Evvel, Allah'tan ilk defa sadır olan varlıktır. Sonra Aklı Evvel'den 9. felek ve daha sonra Akli Sani sudur etmiştir. 8.felek II.Akl'dan sadır olmuştur.... Feleklerle akılların birbirinden suduru böyle devam eder. X.Akl'a Aklı Faal veya kevne feyezan eden akıl denir. Her akıl bir önceki aklın tesirinde kalır, bir sonraki akla tesir eder. Allah, alemi Aklı Evvel vasıtasıyla hem yaratmıştır hem de idare etmektedir. Alemin doğrudan Allah'a ittisali yoktur. Bu anlayışa göre felekler, semalar ve yıldızlar akıllı oluyor, kainatta cereyan eden her şeyi biliyor, canlı oluyor, nefse sahip oluyor, arz ve alemdeki hadiselere tesir ediyor. 9 Felek, 9 Nefs ve 9 Akıl vardır. Aklı Evvel ile Aklın sayısı 10 olur.

       Bütün akıllar evvel akıldan sudur etmeleri itibariyle birdir, tektir. Bütün insanların bir aklı vardır. Buna insaniyet aklı denir. O'nun için bir insan diğerinden daha az akıllı değildir. Bu akıl ebedidir. Bütün beşeriyetin ve nedeniyetin inkişafı bu akıl sayesinde mümkün olmaktadır. Mutlak aklın insanla alakası yoktur. İnsaniyet bu aklın fiillerinden biridir. İbnu Rüşd, ruhun saadetini ve it­tisal anlayışını bu görüşleri ile izah etmiştir.,

       Akılların birliğinden başka ruhların birliğine de inanır: Vahdet-i Nufus. O'na göre ruhların ce­vheri birdir. Nefsi Natıka maddeden mücerreddir. Cisim değildir, cisme de hulul etmez. Fakat beden­le bir tür ilgisi vardır. Onu idare eder, onda tasarruf eder. Nefsi Natıka yükselme ve yücelme kabiliye­tine sahiptir.

       İbnu Rüşd, meadı, haşrı ve ruhun uhrevi saadet veya şakavetini, "külliyat baki, cüziyat fanidir" diye izah eder. Ferdi olan cüzi nefs yokolu­yor, sadece külli olan insan ruhu baki oluyor ve haşr da bu ruh hakkında bahis konusu oluyordu. İnsan ölünce, bedeni inhilal eder, madde alemine döner, nefs ise külli nefse bitişir. Bu anlayışla ahi­retteki ferdi mesuliyeti izah etmek zordur. İbnu Rüşd, halka ve kelamcılara hitap ederken ruhların ferdiyetini ve ebediyetini kabul etmekte, ama filozoflara hitap ederken ruhun külli olduğunu, hisler itibariyle bir şahsiyet gösterdiklerini, ebedi olanın ferdi değil külli olan insaniyet hayatı olduğunu kabul etmekte idi. Zaten O, şeriatın halk dini, felsefenin ise entellektüellerin dini olduğuna inandığını söyler Uludağ. Halkı kötülük yapmaktan çekip çevirmek, iyiliğe ve güzelliğe yöneltmek, ahiretteki sevap-günah, mükafat-ceza ve ferdi sorunluluk inancına sahip olmadan mümkün olmadığı için, umumun maslahatına ve menfaatına olmak üzere dinde bu nevi şeylerden bahs et­miştir. Entellektüeller ise iyiliği bizzat iyilik olduğu için yapar, kötülüğüde yine bizzat kötülük olduğu için yapmazlar. Onun için onlara hakikatın yani ruhun cüz'i değil, külli olduğu hususunun açıkca anlatılması gerekir.[6]

       O'na göre ahiret ve oradaki haller iman ve din sahasında varsa da felsefe ve akıl sahasında olmadığı için bu konuda halka ayrı, filozoflara ayrı hitap etmek gerekmektedir. Fazileti, hayrı ve iyi amelleri uhrevi saadet için bir araç olarak kabul etmek belki halk için faydalıdır ama sırf hayra hayır olduğu için talip olanlara göre hayrı ahiretteki selametin bir vasıtası saymak o kadar iyi bir şey değildir. Zira ahiret de dahil olmak üzere hayrı ve fazileti li-gayrihi değil, li zatihi matlup ve maksut olmalıdır. Hayır, fazilet ve iyilik öbür dünyadan çok bu dünya için faydalıdır.

       İbnu Rüşd, haşir konusunda ilmi bir tartışmaya girmekten kaçınıyor. Bu inancın hakikat ve mahiyetinde değil, sıfat ve keyfiyetinde cedele giriyor. Cismani haşri şeriat tasrih etmiştir. Bu sarahat karşısında susmak, ispat veya iptal ciheti­ne gitmemek icab eder. Meseleyi akla değil, sadece vahye arz etmekle iktifa etmek lazımdır.

 

       Mucize ve İlliyet Kanunu:O determinizme inanıyordu. Peygamber'den zuhur eden mucizeler haddi zatında mümkün olup insan için imkansız olan şeydir. Aklen mümkün olmayan bir şeyi mucize olarak kabul etmeye ihtiyaç yoktur. İyice düşünülünce, islamdaki sabit ve sahih mucizelerin bu neviden oldukları görülür. Asanın yılan haline gelmesi gibi tamamıyla semi ve nakli olan mucizelerden çok, Qur'an gibi  mu'cize olduğu his ve itibar yolu ile herkese malum olan mucizelere daha büyük önem veriyor, mucizeleri berrani ve ehli diye ikiye ayırıyor. Berrani mucize, Nebilerin Nebi ismini almasına sebeb olan gayenin dışında kalan ve görevleri ile doğrudan alakalı olmayan hissi ve kevni mucizelerdir. Ehli mu’cize ise Nebi­nin adını Nebi almasına ve nübüvvet sıfatına uygundur. Nebi haber veren, nübüvvet ise haber vermektir. Hak olan ilmi, doğru olan amel tarzını ve gaybı haber vermek ehli bir mucizedir. Şeri kanun ve hükümler bu sıfata istinaden tesis olunur. İlmi, manevi ve ehli mucizeler, dikkatı nebi üzerinde toplar, halbuki berrani mucize dikkati Nebi veya onun sıfat ve görevi üzerinde değil hariçte bir noktada toplar.

       Der ki: " Mu'cize meselesini eski filozoflar araştırmamışlardı. Çünkü onlara göre bu konu araştırılmaması ve mesele haline getirilmemesi icab eden bir husus idi. Mu’cize dini bir esastır. Dini bir esası araştıran ve bu esas etrafında şüpheler meydana getirenlerin cezalandırılmaları gerekir. Bu gibi şeyleri araştıranlar, var olduğunda şüphe olmayan Allah, saadet ve fazilet gibi şeyleri araştıranlara benzerler. Bunların var oluş biçimleri ilahi bir husus olup insan aklı tarafından idrak edi­lemez. Pratik sanatlarda bile bu gibi hususlar ustadan araştırılmadan aynen kabul edilir. İlmi meselelerde de durum böyledir. Mu'cize meselelerinde sukut ile kanaat etmeyenler, Qur'an'ın mu’cize oluşu keyfiyeti üzerinde durmalıdırlar. Bilmelidir ki, havassın, Peygamberleri tasdik etme yolu ayrı bir yoldur."

       el-Gazali ve diğer el-Eş'ari Kelamcılarının sürekli hucumları ile Tabiatta gaye, varlıklarda hikmet arama, sebeble netice arasında sürekli bir bağ görme düşüncesi zayıflamış, bu durum tasavvuf­taki kerametlerin hızla çoğalmasına vesile olmuş, böylece akıl ve tabiata olan güven sarsılınca ilmi hayat kendiliğinden çökmüştü.

 

       Siyaset: Aristoteles'in bu konuda eserlerini görmedi. Platon'un Cumhuriyet'i üzerine yazdı. Devleti ihtiyarlar ve filozoflar idare etmelidir. Devlet idaresi halkın çıkarlarına göre değil, kendi menfaatlarına göre ayarlama zulumdür. Askeri idarelere ve istibdata karşıdır. En kötü zulum din adamlarının zulmüdür.

       Der ki:"İlk zamanlarda islamdaki idare ve hükümet şekilleri tamamıyla Platon'un Cumhuriyet'indeki nizama benzeyen bir şekil üzerine kurulu idi, o cumhuriyetin bir örneği idi. Ne çare ki Muaviye bu nizamı bozdu, bu güzelim bina yerine Emevi istibdatını kurdu. Bunun sonucu olarak is­lam yönetiminin esasları yıkıldı, her yerde fitne ve anarşi zuhur etti.      

 

       Kadın: Kadın, erkekle eşittir. Kadın erkeğin sahip olduğu bütün haklara ve ehliyete sa­hiptir. Bazı bakımlardan erkeklerden zayıf durumda olan kadın bazı bakımlardan ondan üstündür. O iyi bir askerde olabilir. Afrika'da bazı kabileler gibi. Devlet işlerinde kadınların çalışması sakıncasızdır. Kadınlara yüklenen işler, onlardaki akli melekeleri ve büyük işlere olan kabiliyetleri yok eder, fazilet ve yüksek şahşiyet sahibi meşhur kadınlar bulunmamasının sebeni budur. Kocalarına yük olan kadınlar ot gibi yaşarlar.

 

       Mücadelesi:

       Eş'ariliği el-Gazali ile tartışırken el-Farabi ve İbnu Sina Meşşailiğinide eleştirdi.[7]

       "el-Gazali önemli olan konularda Filozoflarla beraberdir. Fakat Şeriat’ı savunan bir kahraman kesilmek, kemalcılara şirin görünmek ve sünnilere karşı kendisinde meydana gelen suizannı ortadan kaldırmak için filozoflara muhalif görünmeye çabalıyor. Aklı ile filozoflar tarafında, kalbi ile şeriat tarafında bulunuyor ama kalbi aklına galip geliyor. Maksadı hak olanı bulmak değil, felsefeyi red ve iptal etmektir. Yapmak peşinde koşmuyor, yıkmak gayesi güdüyor. Böyle hareket etmek ona yakışmaz. Çünkü bu hareket kötü kimselerin davranışıdır. Felsefeden faydalandı, başkalarından üstün duruma gelmesi, ancak felsefi eserler oku­ması sayesinde mümkün oldu. Tutalım ki filozoflar hata etti. Düşüncelerindeki meziyetler sayesinde fikirlerimizi terbiye tme gibi bir nimeti nasıl inkar edebiliriz? Filozoflar’ın, Mantık’tan başka bir ilimleri olmasa bile, mantığın değerini bilen bir kişi olarak el-Gazali onlara teşekkür etmesi icab ederdi. el-Gazali, hem "Mantık bilmiyenin ilmine güvenilmez" diyor, hem de Mantık ilmini ortaya koyan Filozofları ve onların ilimlerini alabildiğine karalıyor. Felsefi eserleri okumsaı ve onlardan faydalanması saye­sinde en büyük alim olma mertebesine kadar yükselen bir zatın, Filozoflar hakkında uluorta sözler söylemesi, onları ve ilimlerini açıktan açığa ve mutlak surette kötülemesi nasıl doğru görülebilir.?"

       el-Gazali Filozofları tenkit ederken, " Maksadım hak olanı ortaya koymak değil, batılın but­lanını meydana çıkarmak ve reddetmektir."diyor. Her nevi Felsefi mekteblerden, dinm ve mezheplerden faydalanıyor, kendini hiç bir şeyle mu­kayyet bilmiyordu. Bu tutum ona oldukca geniş bir hareket serbestisi vermiş, fikir ve kanaatlarını gayet hür bir şekilde ortaya koymasına imkan hazırlamıştı. maksadı, hak ve doğru olanı ortaya koymak olmadığı için dini hükümleri savunma ve doğruluğunu ispat etme mükellefiyeti altına gir­memişti.

       Halbuki İbnu Rüşd, hem şeri hükümlerin zahirine bağlı kalma ve onları savunma, hem de Aristoteles felsefesine sadık kalma gibi iki taraflı bir kıskaç içinde kalmıştı. el-Gazali, çok geniş bir cepheden taarruz ettiği halde İbnu Rüşd müdaa durumunda kalmıştı. el-Gazali gibi geniş bir manevra sahasına ve kabiliyetine sahip değildi. Bütün avantajı, akılcı, ilimci ve tabiatcı oluşu idi. Halbuki bu gibi şeyler de insana ancak belirli ve sınırlı bir hareket serbestisi verir. Onun için zaman zaman el-Gazali karşısında zor durumda kalmış mutaasıp bir çevrenin menfi tesiri ile maksadını idadede güçlül çekmiştir. el-Gazali öyle bir zeminde filozoflara karşı hucuma geçiyordu ki ne yapsa muhiti onu alkışlıyordu. Başarılı olunca zaferi için onu alıkışlayan çevresi, başarısız olduğu vakit te onu kayırıyor ve mazur görüyorlardı.

       İbnu Rüşd öyle bir sahada Kelamcılar’la mücadele verdi ki ne yapsa muhiti O’nu yuhalıyordu. Başarısız olunca O'na yuh çeken çevre, başarılı olunca zaferini inkar ediyorlardı. Bu durum iki alimin vefatlarından sonra bile böyle sürdü. el-Gazali'nin şeri bir mahkeme önüne hiç çık­mamış mahjumiyet kararı almamış ve sürgüne gönderilmemiş olmasına mukabil İbnu Rüşd'ün bu gibi elim ve hazin muamelelere maruz kalmış olmsaı, bu durumun açık bir örneğidir.

       İbnu Rüşd fikirlerini daha serbest ve açık şekilde ortaya koysaydı, belki yaşama hakkı elin­den alınırdı. Tehafutu't-Tehafüt'te [8] başarılı oldu. Sonrakiler tartışmayı el-Gazali'nin kazandığına kail oldular.

       "Filozofları tekfir etmek için 3 mesele bulur.

       a) Alem kadimdir

       b) Allah cüziyatı bilmez

       c) Haşir ruhanidir.

       İbnu Rüşd Faslu'l-Makal'de, Minhac'da ve Tehafut'de bu 3 konuda Filozoflarla Kelamcılar’ın inancı arasında hemen hemen fark yoktur, diyor.

       el-Gazali önce Makasıdu'l-Felasife'yi yazdı. Bu eserinde Filozofların fikirlerini halka açıkladı. Sonra fikirlerinden caydı, bir felsefe dönmesi hali­ne deldi. Tehafut'ta Filozofları tekfir etti. Cevahiru'l-Qur'an adıyla yazdığı eserde, Tehafut'taki sözler cedel Kabilindendir. Hak olan fikir ve inançlar el-Mazmun ala gayri ehlihi isimli eserindedir.[9] Daha sonra Mişkatu'l-Envar[10] isimli eserinin ilahiyat bah­sinde Filozofların inançlarını açıkca benimsedi.[11] Halbuki Filozoflar, Allah cüziyatı bilmez, diye bir şey söylememişlerdir."      

       Mizanul-Amel'de "İrfan sahibi sufiler Haşrın ruhani olduğuna kani olmuşlardır." der.[12] el-Munkız'de kendisinin Sufi olduğunu söyler. En önemli olan üç meselede iki taraf arasındaki fark ve görüş ayrılığı bu kadar basit olursa, diğer temel meselelerde daha da basit olacağı açıktır.

      

Felsefe Din İlişkisi:

       İbnu Rüşd Tabiat ilimleri alanında geniş bilgiye sahipti. Meşşai Felsefesinin esasları ile İslami akıdelerin esas  itibariyle yekdiğerine muvafık olduğunu savundu.

       Başlıca  Aristotelesci Filozoflar ve dinle ilgili fikirleri bunlardır. Meşşai Felsefe, zaman zaman İşrakiliğe meyletmişse de, daima esas  vasıflarını korumuştur. Pek tabii Farabi, İbnu Sina, İbnu Rüşd ve İbnu Tufeyl  gibi filozoflar arasında din felsefesi bakımından bir takım farklar vardı. Fakat Meşşai Filozofların  çoğu aiağı yukarı şu fikirlerde  birleşiyorlardı:

       Peygamberleri’n talim ve tebliğ ettiği dini ve ilahi hakikatlarla, Meşşai felsefesinin aynı konudaki  fikir  ve görüşleri arasında temel ve öz itibariyle bir ayrılık ve aykırılık yoktur.  Bilakis tam bir mutabakat  ve muvafakat durumu vardır. Ayrılık görünüştedir, esasta ve cevherde değildir. Mahiyet itibariyle bir ve aynı olan ilahi ve dini gerçekleri, felsefe ehliyetli kişilere açık seçik  olarak anlatmıştır. Aynı hususlar din tarafından  sembolik şekilde ifade edildi. Naslardaki zahiri manalar, felsefede açık  ve seçik olarak anlatılan, dini gerçeklerin temsil ve remiz şeklindeki ifadeleridir. Binaenaleyh felsefeyi de İslamı da iyi bilen bir kimse nasla felsefe arasında tam  bir ahengin bulunduğunu görür, arada bir ayrılığın ve zıdlığın bulunmadığını kavrar. Felsefe’nin, az sayıdaki zeki, tahsilli, ehliyetli, kabiliyetli ve  seçkin bir zümreye öğrettiği metafizik gerçekleri Peygamberler, remzi ve temsili ifadelerle bütün halka anlatmışlardır. Onun için din genel, felsefe özel bir yoldur. Bu nitelikleriyle yekdiğerini tamamlar.

       Faslu'l-Makal ve Takriru  ma  Beyne'i-Şeria ve'l-Hikme mine'l-İttisal i[13] yazdı. Şeriatla, Felsefe arasındaki uyumu savundu."Şeriatın yolu felsefi  usule uygundur."

       Felsefe yolunda hata edenlerin, sapanların ve azanların sorumluluğu kendilerine aitti. Bunlar felsefei bağlamaz. Fıkıh bilgisi  ameli sahada faziletli olmayı gerektirdiği halde, fıkıh bazı hallerde kişilerin  günahtan sakınmalarına sebeb  olur. Hatta Fıkıh alimlerinin çoğu böyledir. Fıkıhcıların amel bakımından hatalı olmaları fıkıhın batıl olmasını gerektirmediği gibi, bazı filozofların yanlış yolda olmaları da Felsefe’nin  esas itibariyle yanlış olduğunu göstermez. Felsefe; akıl, mantık ve deilille hak ve hakikatı bulmak ve haber  vermektir.  Felsefi hakikat, dini ve islami hakikate neden aykırı oldun? Bir hak ve hakikat diğer  hak ve haikate zıd olur mu? Eğer  iki gerçek arasında bir muhalefet görülürse; bu, ya  şeriatın veya felsefenin  iyi anlaşılmamış olmasından ileri gelir. Yanlış anlamaya yol aöan sebebler ortadan kaldırıldı mı, akılla vahy, şeriat ile felsefe arasında  tam bir mutabakat ve mucafakat halinin  varolduğu görülür.

       Haklı 3 guruna  ayırır:

       1.Te'vilden anlamayan halk çoğunluğu, avam, Selefiyye,

       2.Cedel şeklindeki te'vilden anlayan Ehli Cedel, kelamcılar

       3.Burhan ve delilden anlayan tevil ehli, filozoflar.

       Nasslar, sadece burhan ve delilden  anlayan zeki ve kabiliyetli  alimler için te'vil edilmelidir. Halk için te'vilin yapılması sakıncalıdır. kelamcılar, te'vil edilmemesi gereken nasları te'vil ettikleri için halk çoğunluğunun akıdelerini sarstılar.

       Ona göre halk için te'vili zararlı gördüğü için selefiler nazen ona ilgi duydular. Ali el-Kari[14], İbnu Kayyım[15] te'vilin caiz  ve yararlı olmadığını savunurken O'na dayandı."       

       Ahmed Emin: " Acaba  İbnu Rüşd iman ve itikad  sahibi mi idi? Bazı müsteşrikler İbnu Rüşd'ün  inancından şüphe etmişlerdir. Bize göre İbnu Rüşd'ün felsefi bir imanı vardır. Bir hadiscinin, bir kelamcının kendisine göre bir imanı olduğu gibi, bir filozofun da kendine göre  felsefi bir imanı  vardır. İslam filozofları, Allah'a, Aristoteles'in  inandığı gibi inanıyordu. Peygamberliği de akli ve felsefi bir şekilde izah ediyorlardı. İbnu Rüşd'ün, Qur'an'daki Ad kıssasını bir örnek olarak nitelediği, halka öğüt için vahyde yer aldığına inandığı aktarılır.

       İbnu Sina ve İbnu Rüşd gibi Filozoflar , dinen ve şer'an halk için riayeti gerekli olan hususların kendilerini bağlamadığını ima ve işaret yolu ile ifade etti. Bunu açıkça  söylememişlerdi. Halkın, dedikosundan ve işkence etmesinden korktukları için takıyye usulune riayet edenleri  çoktur."[16]

       Faslu'l-Makal'ı yayınlayan naşir önsözde şöyle der:" İbnu Rüşd, Aristoteles felsefesine  hayran olmuştur. O'na göre en kamil insan ve en büyük düşünür olan Aristoteles saf ve mutlak hakikate ulaşmıştı. Aristoteles'in Felsefesi  hakkıyla anlaşılsa, en yüce bilgilerle çelişmez. İnsanlık  alemi, ezelden beri Aristoteles'in şahsında en üstün düşünce tarzına ulaşmıştı. İlahi inayet, insan kudretinin  külli akla azami derecede en şekilde ve hangi ölçüde yaklaşacağını  Aristoteles örneğiyle  halka  göstermiştir. İnsan  tavrının üstünde bir insan olan  Aristoteles, İbnu Rüşd nazarında bir ilahi filozoftu."[17]

       S.Uludağ: "Aristoteles'e bu şekilde iman eden  İbnu Rüşd'ün Hz. Muhammed'e ne şekilde inanacağını tahmin etmek zor bir şey değildir. Şüphesiz  ki İbnu Rüşd'ün imanı vardı ama bu iman selefi, kelami ve tasavvufi bir iman değil tam manasıyla felsefi bir "iman" idi ve  de selefiler, kelamcılar ve sufiler tarafından kabul edilmemişti"[18]

 

       Eserleri:

       a)Şerhler:

       1-Başta Aristoteles olmak üzere Platon ve İskender Afrodisi gibi eski filozofların  eserleri

       2-İbnu Sina, el-Farabi ve İbnu Bacce eserleri­nin şerhleri: el-Külliyat gibi

       3-el-Gazali gibi Fıkıh ve Kelamcılar’ın eserle­rine yazılan şerhler. el-Mustesfa şerhi gibi.

       b)Telifler:

       1-Red ve tenkid gayesi gütmeyen­ler: Bidayetül-Müçtehid ve Nihayetü'l-Muktesid.

       2-Tenhid ve Reddiyeler:Tehafütü'l-Tefa­füt, Minhac, Faslu'l-Makal, Makale fi'r-red ala Ebu Ali ibn Sina.

       Aristoteles'in siyaset dışında bütün eserlerini biri büyük diğeri orta, üçüncüsü küçük olmak üzere üç şekilde şerh etti. Büyük şerh'de önce Aristoteles'in sözünü nakletti, sonra bunu uzun uzadıya şerhetti. Orta Şerhde Aristoteles'in ifadesinin ilk kelimesini alır, sonra şerh yazardı. Küçük şerhler ise kısa ama veciz bir tahlil mahiye­tindedir.

       Şerh sistemi İbnu Sina ve Farabi'den far­klıdır. Onlarda hangi fikrin Aristoteles'e hangisinin kendilerine ait olduğu belli değildir. İbnu Rüşd ise Arapça çevirilerinden Aristoteles'in fikirlerini iktibsa etmiştir.Yanlış çevirileri düzeltmesine rağmen o yunanca bilmiyordu. O'nun tashihleri Avrupa’ya Aristotelesin doğru yansımasına neden oldu. Direk eleştirmemesine rağmen O'na katılmadığı yerleri okuyucu farkedebilir.

 

       Ekolü:

       Oğlu Ebu Muhammed ve diğer talebeleri tababet ile meşgul oldu. Musevi ve Hristiyanlar Averroism hareketi başlattılar. Eserleri islam aleminde bilhassa Doğu ülkelerinde yayılmadı. Kıs­men Mağrib ve Endülüs'te fakat daha çok Hristiyanlar arasında yayıldı. Talebelerinin çoğu mu­sevi olduğu için eserlerinin bir bölümü İbraniceye çevrildi.

       Musevi dostlarından İbnu Zühr (ö.595/1199) ile diğer bir Musevi Musa ibnu Meymun (ö. 601/1204) O'nun düşüncelerini yaydılar. "Delaletü'l-Hairin" isimli eserinde İbnu Rüşd tarzında Yahudilikle felsefeyi telife çalıştı.

       XII. yy.da İbnu Rüşdçülük akımı Avrupa'da yayılmaya başladı. Padoua ve Venedik İbnu Rüşd'e ait eserlerin en çok basıldığı yer oldu. 1215 de İmp. olan Frederich 1224 de islam felse­fesini tanıtmak için Napoli'de bir akademi kurdu. 1217 de O'nun teşviki ile Michael Scot, İbnu Rüşd'e ait bazı şerhleri tercüme etti. İbnu Rüşd'ü savunduğu için John Baconthrop'a (ö.1346) İbn Rüşdçülerin prensi denildi. Fakat İbn Rüşdçülük (Averroisme) Avrupa'da yayılır ve rağbet görürken kilise bundan son derece rahatsız oldu. Daha 1209 da Paris'te toplanan konsil İbnu Rüşd'ün eserlerini yasaklamıştı. 1209 da toplanan konsil şu maddel­erden dolayı İbnu Rüşd'ü kafir ilan etti:

       1.Alemin kıdemi ve ezeli oluşu

       2.Ademin inkarı

       3.İnsan akıllarının birliği

       4.Ferdi aklın ve nefsin fani ve bedenle yok olduğu

       5.İnsan fiilinin ilahi inayetin dışında kal­ması

       6.İnsanın ebedi kılınmasına ilahi inayetin kafi olmayışı

       1240 da Gullaume, bazı Müslüman filozoflarına ait olduğunu ifade ettiği fikirlerin yayılmaması için sansür koydu. Albertus Magnus (ö.1280) ve St. Thomas Aquinus (ö. 1274) İbnu Rüşdçülüğü tenkit eden eserler neşrettiler. 1512 de Hermann Van Riswik, İbnu Rüşd felsefesini sa­vunduğu için Lahey'de diri diri yakıldı. Dante, Petrarca gibi şairler  İbnu  Rüşd'e şiddetle tenkit etti­ler. Dante "İlahi Komedia"da İbnu Rüşd'ü cehen­nem revakları arasında gördüğünü ifade etti.

       İbnu Rüşd, Avrupa'da XVI. yy. dan itibaren tesirini kaybetti.      

 

       Batı'da İbnu Rüşd'den sonra da müslümanların siyasi ve askeri varlığı usun sürmedi. İspanya'da yaklaşık 3 milyon müslüman kılıçtan geçirildi. İber yarımadası Hristiyan dünyanın eline geçti

       16.yy.da müslümanların İspanya'dan çıkarılmasından sonra sayısız kitap yakıldı. Bu kitap düşmanlığı, mesela başpiskopos Diegode Landa'nın Maya kültür ve  medeniyetine ait bütün yazılı eserlerini toplattırarak yaktırması ve böylece eski vir  zengin bir medemiyetin hemen hemen tamamen yok etmesiyle denizler ötesine ulaştı.[19]


 


[1]    Diğer Hocaları: Ebu Kasım ibnu Beşkuval

     Ebu Mervan ibnu Meserre

     Ebu Bekir ibnu Samhun

     Ebu Cafer ibnu Abdulaziz

[2]    Halk arasında bir dedikodu yayılır: "Tarımı ve nesli helak edecek derecede şiddetli bir fırtına olacak, Ad kavmine gönderilen şiddetli kasırgaya benzeyecek" İbnu Rüşd, "Ad diye bir kavmin varlığı bile gerçek değildir, onların helakından nasıl bahsedilir" demişti.

[3]    Faslu'l-Makal'da Qur'an'ın ( 16/enNahl  125)  halkı 3 yoldan hakka davet ettiğini söyler: Hikmet, Mevize-i Hasene, Mücadele.

     1-Burhan ve Cedel Ehli Olanlar: Filozoflar

     2-Cedel Ehli: Kelamcılar

     3-Hatabi ve İknai Delil: Halk.

     Mutasavvıfları  ise esasen Delil  ve istidlal ehli olarak görmedi.

     Mu'tezile ve Eş'ariler’in yaptıkları te'villerin  mahzurlarından bahseden İbnu  Rüşd, Felsefe adına hareket eden bazı  kimselerin te'vil yolu ile Şeriat’a soktukları fasid fikirlerin ve batıl itikadlardan son derece elem ve keder duyduğunu ifade ettikten sonra "felsefe ile şeriat arkadaş  ve öz kardeşlerdir. Yaradılışları , var oluşları ve  özleri itibariyle birbirini severler. Birbirini seven  bu iki kardeşin arasına fitne ve fesat sokarak yekdiğerine düiman hale getirenler, her ikisine de kötülük yapmış olurlar." demektedir.

[4]    Kitabu'l-Keşf An Minhaci'l-Edille'de   Dini ve Şeriatı anlamada insanları  guruplandırır:

     1-Eş'ariler: Halk onlara Sünni der.

     2- Mu'tezile

     3- Batınıyye, Mutasavvıflar

     4- Haşeviyye: Mücessime, Müşebbihe

     5. Felsefe.

[5]    el-Cem beyne'l-Akl ve'n-Nakl ala badı'l-Mebahısıl-Varıde fi Kitani'l-Keşf an Minhaci'l-Edille fi Akaidi'l-Mille adlı eserinde İbnu Rüşd'ü tenkid eder.

[6]    Öğrencisi Tarihul -Felasife yazarı Cemaluddin şöyle der:" İbnu Yehuda'nın samimi dostu idim. Birgün kendisine, ruh, bedenden ayrıldıktan sonra yaşayacağına ve harici eşyayı tanıma kudretine sahip olacağına göre, seninle gerçek bir sözleşme yapalım: Sen benden önce ölürsen, oradaki ahvali bana haber ver. Senden önce ölürsem orada olup bitenleri ben sana bildireyim. İbnu Yehuda, peki, dedi. Bir müddet sonra vefat etti. Lakin haftalar geçtiği halde bana zuhur etmedi. Fakat bir gece onu rüyamda gördüm ve "ey Tabib, öldükten sonra başından geçen macerayı gelip bana haber vereceğine söz vermemiş mi idin" diye sordum. Güldü ve yüzünü öbür tarafa çevirdi. Durumu bana haber vermeden seni bırakmam, diye ısrar edice: Amm amma döndü, han da hassa dahil oldu, dedi. Anladım ki, şunu söylemek istemektedir: Umumi cevher olan Nefs umumi cevhere döndü. Husus, unsur olan beden, hususi unsurun karargahı olan arza dahil oldu. Bunun üzerine uyandım ve cevaptaki latafete ve nükteye taaccup ettim."

[7]    Ona göre İbnu Sina herşeyden önce Aristoteles Felsefesini tahrif etti. Felsefeyi dinle telif etmek için ödün verdi. Kelamcılar’a hoş görünmek için hadis-mümkün, kadim-mümkün tasnifini yaptı.Alemi kadim-mümküm sınıfına koydu. Oysa der illeti vacib ve kadim olan bir varlık mümkün olamaz. Ona göre İbnu Sina ne tam Filozof’tur, ne de tam bir kelamcı.

[8]    Tehafütü't-Tehafüt'ün sonunda: " Dünyada en doğru hüküm şudur: Her Nebi hakimdir. Fakat her hakim Nebi değildir." demek  suretiyle de İslam ile Felsefe arasındaki sıkı irtibatı  göstermiştir.

[9]    Bu  eserinde alemin kıdemini kabul eder.

[10]   Mişkatu'l-Envar:" Birinci Semanın muharriki Allah değildir. Allah, kendisinden bu muharrik sadır olan zattır. Allah, halis birlikle tavsif olunamaz." Bu sözler alemin kıdemi demektir.

[11]   Bu eserinde işrakiliğe yaklaşır.

[12]   1961, Mısır, Süleyman Dünya'nın önsözüyle

[13]   1961, Beyrut

[14]   Şerhu  el-Fıkhu'l-Ekber

[15]   İctimau'l-Cuyuş

[16]   Ahmed Emin/ Zuhru'l-İslam, III, 1959, Kahire

[17]   1961, Beyrut.

[18]   İslam Düşüncesinin Yapısı, ,1979 Kasım, İst, Dergah yay.s . 235

[19]   Garaudy,R/ s.86